KURTULUŞ BİREYSELDİR
Ölüm döşeğindeki Buda, öğrencisi Ananda’ya şöyle demişti: “Kendi kendinize ışık olun, kendi dışınızda hiç, ama hiç kimseden destek, dayanak aramayın. Buda’lar bile size yolu işaret etmekten fazlasını yapamaz.” Buda bu sözleriyle, insanın ancak kendi çabasıyla kurtulabileceğini anlatmak istiyordu.
Ne yazık ki, Buda’nın 2.500 yıl evvel işaret ettiği gerçeği biz bugün bile kavrayabilmiş değiliz. Durmadan kurtuluş reçeteleri üretiyor, başımızı hep taşlara vuruyoruz, ama beklenen kurtuluş bir türlü gelmiyor! Öyle görünüyor ki, kolayına kaçtıkça ve toplu kurtuluşa özlem duydukça daha çok bekleyeceğiz. Oysa tarih toplu bir kurtuluş olmadığını, en azından bu tür kurtuluşların kısa ömürlü olduğunu gösteriyor.
Gerçekten de insanlık tarihi başarısız toplu kurtuluş deneyleriyle dolu. Bu yüzden tarih sayfalarında çok sayıda devrim, çok sayıda hüsran var. 1789 Burjuva Devrimi, tüm insanlara özgürlük, eşitlik ve kardeşlik vaat ederek yola çıktı, ama devrimden sonra yeni düzenin nimetlerinden sadece burjuva sınıfının yararlandığı, devrimi yapan geniş halk yığınlarının avuçlarını yaladığı görüldü. Burjuvalar sankülotlara (baldırı çıplak) işyerlerinde çalıştıracak kadar özgürlük ve eşitlik, savaşlarda ölecek kadar kardeşlik tanıdılar! 1917 Bolşevik Devriminde ise, o günkü çıkarları egemenleri devirmeyi gerektiren işçi ve köylüler, devrim sonrasında verilenle yetinmeyip daha fazlasını talep ettiler ve yeteri kadar üretmeden tüketmeye koyuldular. Gönüllerinde devirdikleri burjuva ve kulaklar gibi ayrıcalıklı olma tutkusu yattığından, insanlık tarihinin bu en soylu devrimini içten içe kemirerek kaçınılmaz sonu hazırladılar.
Bugünlerde eski Marksistlerin nafile çabalarını ve bozgunun kaynağını saptamadaki yetersizliklerini gördükçe, bir zamanlar aynı fikri paylaşmış bir insan olarak yüreğim burkuluyor. Bir kısmı hiçbir şey olmamış gibi eski sloganlarla işi idare etmeye çalışırken, bir kısmı da “biz yanılmışız, kapitalistlerin söyledikleri doğruymuş” diyerek burjuvazinin kapıkulluğuna soyundu! Çok az bir bölümü daha yürekli davranıp devrimin ayağının nerede sürçtüğünü bulmaya çalışıyor. Marksist ideolojide eksik yanlar, katı tutumlar olmakla birlikte, devrimin ayağının sürçtüğü asıl nokta, “insan faktörünü” değerlendirmedeki yetersizliktir.
Devrim ordularının ardına takılan her bireyi yetkin devrimci sayma, servet ve şöhret tutkusundan sıyrılmış farz etme, devrimin sonunu hazırlayan en önemli etkendir. Aslında o gün devrime katılan insanların büyük kısmı, devirdikleri kişiler gibi ayrıcalıklı olma sevdasındaydılar. Üretim araçları kolektifleştirildiğinde, insanların sahiplenme tutkularının da sona ereceği, herkesin kendi payına razı olacağı varsayılıyor, insanlar kendilerine rağmen kurtarılmaya çalışılıyordu, ama kurtarılamadığı görüldü. Günümüz Rusya’sında kapitalist ilişkilere balıklama dalanların, eski komünist bürokratlar ve parti ileri gelenleri olması hayli düşündürücüdür. Demek ki devrim 70 senede kendi partilisini bile eğitememiş, dahası parlamento kuşatıldığında bırakın milyonları, yüz bin işçi bile devrimi savunmak için ortaya çıkmamış, yıllarca devrimin nimetlerinden yararlananlar suspus olmuşlardı. Bunun bir tek açıklaması olabilir. Devrim, aradan 70 yıl geçmesine rağmen insanların egolarını törpüleme başarısını gösterememiş, komünizm çok küçümsediği insan tutkularının kurbanı olmuştur.
İşte bu yüzden, yazımızın başında değindiğimiz Buda’nın tespitlerine yürekten katılıyor ve diyoruz ki, kendine rağmen hiç kimseyi kurtarmak mümkün değil. Kurtulmak isteyeni bile kurtaramaz, sadece yolu işaret edebilirsiniz. Kurtulma azminde olan ancak kendi çabasıyla kurtulur, yani toplu kurtuluş yoktur, kurtuluş bireyseldir.
İşte tasavvufun önemi bu noktada ortaya çıkar, çünkü kurtuluşun bireysel çabanın ürünü olduğunu kavrayabilmiş yegane düşünce akımıdır. Tasavvuf sınavını başarıyla vermiş ve kendini kurtaramamış bir tek insan bile yoktur, ne var ki binlerce hevesliden pek azı o tezgahtan başarıyla geçebilmiştir. Bu oran bile insanın kendini kurtarmasının ne denli zor olduğunu gösteriyor. Tutkularından arınmış, yüksek insanlık ideallerini kendine rehber edinmiş kişileri sadece tasavvuf erbabının arasında bulmamız elbette tesadüf değil. Onlarca yıl dergahlarda çile çekip nefislerini terbiye ederek gönül aynasını parlatanlar, hiçbir çıkar ilişkisiyle yolundan saptırılamayanlar sadece onlardır. Bugüne kadar, bir misyon uğruna yola çıkıp da davasından dönmüş bir tek peygamber ya da ermişe rastlanmamıştır. Açlık korkusu, baskı ve işkence, hatta ölüm bile onların zırhını delememiş, yeryüzündeki hiçbir güç bu ender yaratılışlı insanları engelleyememiştir. Musa, İsa, Muhammed, Fazlullah-ı Hurufi, Hallac-ı Mansur, Seyyid Nesimi, Şeyh Bedrettin, Baba İlyas, Baba İshak, Pir Sultan ve daha niceleri insanoğlunun övünç abideleri gibi tarih sayfalarında dalgalanıp durmuşlardır.
Neden böyle, neden tasavvuf kurumu bire bir sonuç veriyor? Çünkü o kurumda kurtuluş uzun süreli, içe sindirilen, adeta insanın aklına ve gönlüne nakşedilen bir çabanın ürünü de ondan. Hz Musa’nın çekirgeyle, Hz. İsa’nın yabani yemişlerle, Hz. Muhammed’in ise gün aşırı ve ölmeyecek kadar yiyerek beslendiği biliniyor. Bu insanlar isteseler çağlarının zenginleri gibi mükellef sofralara kurulabilir, en az onlar kadar servet edinebilirlerdi. Bedenlerini değil de ruhlarını güçlendirecek tercihler yapmaları, yüksek şuurlarının göstergesi değil midir? Geçiciyle kalıcı olanı ayıt edebilmeleri, uzun süre nefislerini terbiye etmekten kaynaklanmıyor mu? Eğer bugün görkemli krallardan ve Karunlardan değil de onlardan söz ediyorsak, bıraktıkları mesajlar binlerce yıl ayakta kalabilmişse, bu değirmenin suyu nereden geliyor diye sormamız gerekmez mi? Bugün kurtuluş konusunda birçoğumuzun hala kavrayamadığı şeyi onların apaçık kavradığını biliyoruz. Hz. İsa yakalanmadan önce kendini korumaya azimli görünen havari Petrus’a “sabah horoz ötmeden önce beni üç kere inkar edeceksin” diyor ve dediği aynen gerçekleşiyordu, çünkü peygamber kehanette bulunurken insanın zaafını bilmenin rahatlığı içindeydi. Kurtulduğunu sanmakla kurtulmanın aynı anlama gelmediğini, gerçek kurtuluşun ancak içtenlikle istendiği zaman gerçekleşebileceğini artık anlamamız gerekiyor.
Kurtuluş konusunda farklı düşünenlerimiz, farklı yazanlarımız elbette olacak. Ama yanlışlığı denenmiş, sonuç vermediği saptanmış kurtuluş formüllerinde ısrar etmenin bir anlamı yok. Örneğin bazı yazarların, Aleviliği Marksizm’e monte etme çabalarını kaygıyla izliyoruz. Aleviliğin içini boşaltarak Marksizm’e yer açmak, özellikle din ve mezhep olgusunu dışlamak Marksistlere bir şey kazandırmayacağı gibi, Alevilere de çok şey kaybettirir. Aleviliğin bir “kültür ve yaşam biçimi” olduğu iddiası, dini duygu ve düşünceleri Alevilikten dışlamak için başvurulan nafile bir çabadır, ama bu çabanın Alevi kesimde yapacağı yıkım küçümsenemeyecek boyutlardadır. Kendine Alevi diyenlerin, Diyanet’in silahlarını kullanarak kardeşleriyle savaşmaları hiçbir gerekçeyle haklı gösterilemez. Bu tutum, “Ayin-i cem bir cümbüştür” diyenlerin görüşlerine haklılık kazandırmaktan başka bir işe yaramaz. Alevilik “halk kültürüdür” şeklinde kof ve ne anlama geldiği belirsiz yargıların ardına sığınmak da son derece yanlıştır. Halka ait olmayan kültür mü var? Eğer halk tabiriyle çoğunluğu yoksul Alevi kesim kastediliyorsa, Alevi kalmakta direnen zenginleri kapı dışarı mı edecekler?
Günümüzde Alevilik adına yapılan yorumların büyük kısmı ne yazık ki Marksist patentlidir ve her gün akıldışı bir sürü iddia ortaya atılmaktadır. Alevilik sınıf gözlükleriyle incelendiği, sadece ekonomik düzeye indirgendiği sürece başarı şansı sıfırdır. Bu tutumda ısrar etmek, Aleviliğin ardındaki büyük gücü, yani tasavvufu, yani insani boyutu görmemek gibi bir yanılgıya yol açar ki, bu çok tehlikeli bir gidiştir. Alevilik bir sınıf ideolojisi değildir, maddi servetin nasıl dağıtılacağını vazeden bir reçete de değildir. Alevileri bir arada tutan ekonomik boyut değil, insani boyuttur. Kısaca, Aleviliğin çimentosu tasavvuftur.
İslam’ı sınıf ilişkileri ve ekonomik faktörlerle açıklama sevdası, bir yanlış ortadan kalkmadan bir diğerinin ortaya atılmasına sebep oluyor. Nitekim son günlerde yepyeni bir cevher gün ışığına çıktı. Güya peygamber, egemenliğini yitiren Haşimi sülalesini eski gücüne kavuşturmak için kılıçla yapamayacağı işi peygamberliğe soyunarak başarmak istemiş! İşin aslı din kisvesine bürünmüş ekonomik ve toplumsal mücadeleymiş! Pes doğrusu! Peygamberin amcası Ebu Leheb çıkarını gözetemediği için mi İslam’a onca direnç gösterdi, o da Haşimi sülalesinden değil miydi? Ebu Talip, oğulları kadar sülalenin çıkarlarını korumayı düşünemedi mi? İsa hangi topluluğun ekonomik çıkarlarını korumak için çarmıha gerilmeyi göze aldı? Mısır saraylarında bir dediği iki edilmeyen Musa, rahatı tepip hangi çıkar için ömrünün 40 yılını çöllerde tüketti? İnsanlığı maddi çıkar ilişkileriyle sınırlandırıp, yüksek ideallerden yoksun ruhsuz bir sürü gibi görmenin böyle açmazlara düşmesi doğaldır. Gerçek şu ki, insanoğlu tarih boyunca çıkarı için savaştığı kadar ruhu ve idealleri için de savaşmıştır. İnsanı bir üst şuura yükselten ulaştığı maddi refah düzeyi değil, iyiye, doğruya ve sevgiye duyduğu özlemdir. Onu ideallerinden soyutlamak, şuursuz bir sürü mertebesine indirmek demektir.
Dünyada Marksizm’in esamisi okunmazken, tasavvuf tezgahından geçen ermişler kelleleri pahasına toplumların önüne düşüp insanları selamete çıkarmayı denemiş, üstelik bu fedakarlığı yaparken kendi nefisleri için “bir lokma bir hırkadan” öte bir talepte bulunmamışlardı. Bu feragatin ardında acaba hangi esrar yatmakta? Bir zamanlar, “bir lokma bir hırka” felsefesinin toplumları pasifize ederek egemen çevrelerin ekmeğine yağ sürdüğünü söyleyenler, bugün Marksizm için aynı felsefenin insanlarını bayrak haline getirdiler. Şeyh Bedrettin de, Pir Sultan da, Baba İlyas da “bir lokma bir hırkaya” inanmıyor muydu? Alevi felsefesinin bu büyük pirlerini artık yerli yerine oturtmanın zamanı gelmedi mi? Şeyh Bedrettin’in kişiliğinde toplumcu bir önder görenler, onun şahsında “bir lokma bir hırka” felsefesinin büyük mürşidini görmemekte neden direniyorlar? Baba İshak ayaklanmasında sadece toplumcu bir lider mi var, yoksa “bir lokma bir hırkanın” yılmaz mürşidi mi var? Artık külahı önümüze koyup düşünmenin zamanıdır, Alevi felsefesine halel getirecek her davranış, bindiği dalı kesmekle eş anlamlıdır.
Bilinmesi gereken diğer bir nokta da, bir hareketin başarıya ulaşması değil, çözülmemesidir. Tarih, bugünün mazlumlarının yarının zalimleri olabileceğini defalarca göstermiştir. Mazlumun zalime dönüşmemesi, kişiye sunulan çıkarın azlığı ya da çokluğuyla değil, içindeki yırtıcı hayvanın eğitilip uysallaştırılmasıyla mümkündür. Bunun yolu da tasavvuftur. Devrimler yine olacak, toplu kurtuluş reçeteleri yine üretilecek, ama insan kişisel çabasıyla içindeki hayvanı yok etmedikçe asla kurtulamayacaktır. Marksistler, insanı kendine rağmen kurtarmanın mümkün olmadığını, bunu başarmak için kişinin önce nefsiyle hesaplaşması gerektiğini öğrendiklerinde, ideolojilerine daha iyi hizmet edebilirler.
Ölüm döşeğindeki Buda, öğrencisi Ananda’ya şöyle demişti: “Kendi kendinize ışık olun, kendi dışınızda hiç, ama hiç kimseden destek, dayanak aramayın. Buda’lar bile size yolu işaret etmekten fazlasını yapamaz.” Buda bu sözleriyle, insanın ancak kendi çabasıyla kurtulabileceğini anlatmak istiyordu.
Ne yazık ki, Buda’nın 2.500 yıl evvel işaret ettiği gerçeği biz bugün bile kavrayabilmiş değiliz. Durmadan kurtuluş reçeteleri üretiyor, başımızı hep taşlara vuruyoruz, ama beklenen kurtuluş bir türlü gelmiyor! Öyle görünüyor ki, kolayına kaçtıkça ve toplu kurtuluşa özlem duydukça daha çok bekleyeceğiz. Oysa tarih toplu bir kurtuluş olmadığını, en azından bu tür kurtuluşların kısa ömürlü olduğunu gösteriyor.
Gerçekten de insanlık tarihi başarısız toplu kurtuluş deneyleriyle dolu. Bu yüzden tarih sayfalarında çok sayıda devrim, çok sayıda hüsran var. 1789 Burjuva Devrimi, tüm insanlara özgürlük, eşitlik ve kardeşlik vaat ederek yola çıktı, ama devrimden sonra yeni düzenin nimetlerinden sadece burjuva sınıfının yararlandığı, devrimi yapan geniş halk yığınlarının avuçlarını yaladığı görüldü. Burjuvalar sankülotlara (baldırı çıplak) işyerlerinde çalıştıracak kadar özgürlük ve eşitlik, savaşlarda ölecek kadar kardeşlik tanıdılar! 1917 Bolşevik Devriminde ise, o günkü çıkarları egemenleri devirmeyi gerektiren işçi ve köylüler, devrim sonrasında verilenle yetinmeyip daha fazlasını talep ettiler ve yeteri kadar üretmeden tüketmeye koyuldular. Gönüllerinde devirdikleri burjuva ve kulaklar gibi ayrıcalıklı olma tutkusu yattığından, insanlık tarihinin bu en soylu devrimini içten içe kemirerek kaçınılmaz sonu hazırladılar.
Bugünlerde eski Marksistlerin nafile çabalarını ve bozgunun kaynağını saptamadaki yetersizliklerini gördükçe, bir zamanlar aynı fikri paylaşmış bir insan olarak yüreğim burkuluyor. Bir kısmı hiçbir şey olmamış gibi eski sloganlarla işi idare etmeye çalışırken, bir kısmı da “biz yanılmışız, kapitalistlerin söyledikleri doğruymuş” diyerek burjuvazinin kapıkulluğuna soyundu! Çok az bir bölümü daha yürekli davranıp devrimin ayağının nerede sürçtüğünü bulmaya çalışıyor. Marksist ideolojide eksik yanlar, katı tutumlar olmakla birlikte, devrimin ayağının sürçtüğü asıl nokta, “insan faktörünü” değerlendirmedeki yetersizliktir.
Devrim ordularının ardına takılan her bireyi yetkin devrimci sayma, servet ve şöhret tutkusundan sıyrılmış farz etme, devrimin sonunu hazırlayan en önemli etkendir. Aslında o gün devrime katılan insanların büyük kısmı, devirdikleri kişiler gibi ayrıcalıklı olma sevdasındaydılar. Üretim araçları kolektifleştirildiğinde, insanların sahiplenme tutkularının da sona ereceği, herkesin kendi payına razı olacağı varsayılıyor, insanlar kendilerine rağmen kurtarılmaya çalışılıyordu, ama kurtarılamadığı görüldü. Günümüz Rusya’sında kapitalist ilişkilere balıklama dalanların, eski komünist bürokratlar ve parti ileri gelenleri olması hayli düşündürücüdür. Demek ki devrim 70 senede kendi partilisini bile eğitememiş, dahası parlamento kuşatıldığında bırakın milyonları, yüz bin işçi bile devrimi savunmak için ortaya çıkmamış, yıllarca devrimin nimetlerinden yararlananlar suspus olmuşlardı. Bunun bir tek açıklaması olabilir. Devrim, aradan 70 yıl geçmesine rağmen insanların egolarını törpüleme başarısını gösterememiş, komünizm çok küçümsediği insan tutkularının kurbanı olmuştur.
İşte bu yüzden, yazımızın başında değindiğimiz Buda’nın tespitlerine yürekten katılıyor ve diyoruz ki, kendine rağmen hiç kimseyi kurtarmak mümkün değil. Kurtulmak isteyeni bile kurtaramaz, sadece yolu işaret edebilirsiniz. Kurtulma azminde olan ancak kendi çabasıyla kurtulur, yani toplu kurtuluş yoktur, kurtuluş bireyseldir.
İşte tasavvufun önemi bu noktada ortaya çıkar, çünkü kurtuluşun bireysel çabanın ürünü olduğunu kavrayabilmiş yegane düşünce akımıdır. Tasavvuf sınavını başarıyla vermiş ve kendini kurtaramamış bir tek insan bile yoktur, ne var ki binlerce hevesliden pek azı o tezgahtan başarıyla geçebilmiştir. Bu oran bile insanın kendini kurtarmasının ne denli zor olduğunu gösteriyor. Tutkularından arınmış, yüksek insanlık ideallerini kendine rehber edinmiş kişileri sadece tasavvuf erbabının arasında bulmamız elbette tesadüf değil. Onlarca yıl dergahlarda çile çekip nefislerini terbiye ederek gönül aynasını parlatanlar, hiçbir çıkar ilişkisiyle yolundan saptırılamayanlar sadece onlardır. Bugüne kadar, bir misyon uğruna yola çıkıp da davasından dönmüş bir tek peygamber ya da ermişe rastlanmamıştır. Açlık korkusu, baskı ve işkence, hatta ölüm bile onların zırhını delememiş, yeryüzündeki hiçbir güç bu ender yaratılışlı insanları engelleyememiştir. Musa, İsa, Muhammed, Fazlullah-ı Hurufi, Hallac-ı Mansur, Seyyid Nesimi, Şeyh Bedrettin, Baba İlyas, Baba İshak, Pir Sultan ve daha niceleri insanoğlunun övünç abideleri gibi tarih sayfalarında dalgalanıp durmuşlardır.
Neden böyle, neden tasavvuf kurumu bire bir sonuç veriyor? Çünkü o kurumda kurtuluş uzun süreli, içe sindirilen, adeta insanın aklına ve gönlüne nakşedilen bir çabanın ürünü de ondan. Hz Musa’nın çekirgeyle, Hz. İsa’nın yabani yemişlerle, Hz. Muhammed’in ise gün aşırı ve ölmeyecek kadar yiyerek beslendiği biliniyor. Bu insanlar isteseler çağlarının zenginleri gibi mükellef sofralara kurulabilir, en az onlar kadar servet edinebilirlerdi. Bedenlerini değil de ruhlarını güçlendirecek tercihler yapmaları, yüksek şuurlarının göstergesi değil midir? Geçiciyle kalıcı olanı ayıt edebilmeleri, uzun süre nefislerini terbiye etmekten kaynaklanmıyor mu? Eğer bugün görkemli krallardan ve Karunlardan değil de onlardan söz ediyorsak, bıraktıkları mesajlar binlerce yıl ayakta kalabilmişse, bu değirmenin suyu nereden geliyor diye sormamız gerekmez mi? Bugün kurtuluş konusunda birçoğumuzun hala kavrayamadığı şeyi onların apaçık kavradığını biliyoruz. Hz. İsa yakalanmadan önce kendini korumaya azimli görünen havari Petrus’a “sabah horoz ötmeden önce beni üç kere inkar edeceksin” diyor ve dediği aynen gerçekleşiyordu, çünkü peygamber kehanette bulunurken insanın zaafını bilmenin rahatlığı içindeydi. Kurtulduğunu sanmakla kurtulmanın aynı anlama gelmediğini, gerçek kurtuluşun ancak içtenlikle istendiği zaman gerçekleşebileceğini artık anlamamız gerekiyor.
Kurtuluş konusunda farklı düşünenlerimiz, farklı yazanlarımız elbette olacak. Ama yanlışlığı denenmiş, sonuç vermediği saptanmış kurtuluş formüllerinde ısrar etmenin bir anlamı yok. Örneğin bazı yazarların, Aleviliği Marksizm’e monte etme çabalarını kaygıyla izliyoruz. Aleviliğin içini boşaltarak Marksizm’e yer açmak, özellikle din ve mezhep olgusunu dışlamak Marksistlere bir şey kazandırmayacağı gibi, Alevilere de çok şey kaybettirir. Aleviliğin bir “kültür ve yaşam biçimi” olduğu iddiası, dini duygu ve düşünceleri Alevilikten dışlamak için başvurulan nafile bir çabadır, ama bu çabanın Alevi kesimde yapacağı yıkım küçümsenemeyecek boyutlardadır. Kendine Alevi diyenlerin, Diyanet’in silahlarını kullanarak kardeşleriyle savaşmaları hiçbir gerekçeyle haklı gösterilemez. Bu tutum, “Ayin-i cem bir cümbüştür” diyenlerin görüşlerine haklılık kazandırmaktan başka bir işe yaramaz. Alevilik “halk kültürüdür” şeklinde kof ve ne anlama geldiği belirsiz yargıların ardına sığınmak da son derece yanlıştır. Halka ait olmayan kültür mü var? Eğer halk tabiriyle çoğunluğu yoksul Alevi kesim kastediliyorsa, Alevi kalmakta direnen zenginleri kapı dışarı mı edecekler?
Günümüzde Alevilik adına yapılan yorumların büyük kısmı ne yazık ki Marksist patentlidir ve her gün akıldışı bir sürü iddia ortaya atılmaktadır. Alevilik sınıf gözlükleriyle incelendiği, sadece ekonomik düzeye indirgendiği sürece başarı şansı sıfırdır. Bu tutumda ısrar etmek, Aleviliğin ardındaki büyük gücü, yani tasavvufu, yani insani boyutu görmemek gibi bir yanılgıya yol açar ki, bu çok tehlikeli bir gidiştir. Alevilik bir sınıf ideolojisi değildir, maddi servetin nasıl dağıtılacağını vazeden bir reçete de değildir. Alevileri bir arada tutan ekonomik boyut değil, insani boyuttur. Kısaca, Aleviliğin çimentosu tasavvuftur.
İslam’ı sınıf ilişkileri ve ekonomik faktörlerle açıklama sevdası, bir yanlış ortadan kalkmadan bir diğerinin ortaya atılmasına sebep oluyor. Nitekim son günlerde yepyeni bir cevher gün ışığına çıktı. Güya peygamber, egemenliğini yitiren Haşimi sülalesini eski gücüne kavuşturmak için kılıçla yapamayacağı işi peygamberliğe soyunarak başarmak istemiş! İşin aslı din kisvesine bürünmüş ekonomik ve toplumsal mücadeleymiş! Pes doğrusu! Peygamberin amcası Ebu Leheb çıkarını gözetemediği için mi İslam’a onca direnç gösterdi, o da Haşimi sülalesinden değil miydi? Ebu Talip, oğulları kadar sülalenin çıkarlarını korumayı düşünemedi mi? İsa hangi topluluğun ekonomik çıkarlarını korumak için çarmıha gerilmeyi göze aldı? Mısır saraylarında bir dediği iki edilmeyen Musa, rahatı tepip hangi çıkar için ömrünün 40 yılını çöllerde tüketti? İnsanlığı maddi çıkar ilişkileriyle sınırlandırıp, yüksek ideallerden yoksun ruhsuz bir sürü gibi görmenin böyle açmazlara düşmesi doğaldır. Gerçek şu ki, insanoğlu tarih boyunca çıkarı için savaştığı kadar ruhu ve idealleri için de savaşmıştır. İnsanı bir üst şuura yükselten ulaştığı maddi refah düzeyi değil, iyiye, doğruya ve sevgiye duyduğu özlemdir. Onu ideallerinden soyutlamak, şuursuz bir sürü mertebesine indirmek demektir.
Dünyada Marksizm’in esamisi okunmazken, tasavvuf tezgahından geçen ermişler kelleleri pahasına toplumların önüne düşüp insanları selamete çıkarmayı denemiş, üstelik bu fedakarlığı yaparken kendi nefisleri için “bir lokma bir hırkadan” öte bir talepte bulunmamışlardı. Bu feragatin ardında acaba hangi esrar yatmakta? Bir zamanlar, “bir lokma bir hırka” felsefesinin toplumları pasifize ederek egemen çevrelerin ekmeğine yağ sürdüğünü söyleyenler, bugün Marksizm için aynı felsefenin insanlarını bayrak haline getirdiler. Şeyh Bedrettin de, Pir Sultan da, Baba İlyas da “bir lokma bir hırkaya” inanmıyor muydu? Alevi felsefesinin bu büyük pirlerini artık yerli yerine oturtmanın zamanı gelmedi mi? Şeyh Bedrettin’in kişiliğinde toplumcu bir önder görenler, onun şahsında “bir lokma bir hırka” felsefesinin büyük mürşidini görmemekte neden direniyorlar? Baba İshak ayaklanmasında sadece toplumcu bir lider mi var, yoksa “bir lokma bir hırkanın” yılmaz mürşidi mi var? Artık külahı önümüze koyup düşünmenin zamanıdır, Alevi felsefesine halel getirecek her davranış, bindiği dalı kesmekle eş anlamlıdır.
Bilinmesi gereken diğer bir nokta da, bir hareketin başarıya ulaşması değil, çözülmemesidir. Tarih, bugünün mazlumlarının yarının zalimleri olabileceğini defalarca göstermiştir. Mazlumun zalime dönüşmemesi, kişiye sunulan çıkarın azlığı ya da çokluğuyla değil, içindeki yırtıcı hayvanın eğitilip uysallaştırılmasıyla mümkündür. Bunun yolu da tasavvuftur. Devrimler yine olacak, toplu kurtuluş reçeteleri yine üretilecek, ama insan kişisel çabasıyla içindeki hayvanı yok etmedikçe asla kurtulamayacaktır. Marksistler, insanı kendine rağmen kurtarmanın mümkün olmadığını, bunu başarmak için kişinin önce nefsiyle hesaplaşması gerektiğini öğrendiklerinde, ideolojilerine daha iyi hizmet edebilirler.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa