KURAL+ SEVGİ + AKIL = EVRENSEL DİN
Kadim Mısır mabetlerinin derinliklerinden süzülüp gelen tevhit inancı, Sina ve Arap Yarımadasında ortaya çıkan üç semavi dinle taçlanarak evrimini tamamladı. Sanıldığı gibi tek tanrılı din Musa ile başlamadı, ama onunla kendini açığa vurma cüretini gösterdi! Mısır ve Hint gibi merkezlerde, yaklaşık 3.700 yıl mistik örtülere sarılarak bir sır gibi saklanan ve halka dönük yüzünde çok tanrılı özellikler gösteren tevhit inancını eski Mısır’ın bilge rahipleri biliyor, ama halkın idrak düzeyi soyut bir Tanrıyı kavramaya yatkın olmadığı için açığa vurmuyorlardı. Musa’dan çok önce Hermes’in (Thot) Tanrının tekliğini vurgulayan açıklamaları bunun kanıtıdır. Hermes bir öğrencisine şöyle demişti: “Düşüncelerimizin hiçbiri Tanrı kavramını kuşatamadığı gibi, hiçbir lisan da onu tasvir edemez. Gayri maddi, görünmez ve şekilsiz olanı duyularımız kavrayamaz. Ezeli ve ebedi olan şu sınırlı zaman kavramıyla ölçülemez. Demek ki Tanrı dile ve söze sığmaz olandır. Tanrı bir ve Tektir. Öz olarak mevcut olan, cevher olarak yaşayandır, gökte ve yerde doğurulmamış yegane yaratıcıdır.” Ama kadim Mısır’da bu bilgi sadece inisiyelere açıklanıyor, halktan titizlikle gizleniyordu.
Musa’nın yaptığı iş, kendinin de eğitim gördüğü Mısır mabetlerinin gizli sırlarını açığa vurmaktan ibaretti. Kendinden önce yaşayan ilahiyatçı Firavun Amenofis IV’ün, (sonraki adı İhnaton ya da Ahen-Aten) Amon-Ra rahiplerinin nüfuzunu kırmak için kurduğu tek tanrılı din Musa’ya cesaret vermiş olabilir. Aksi takdirde, kavmini yıllarca çölde dolaştıran göçebe bir Yahudi’nin, bu kadar detaylı teolojik bilgiyi nasıl edinebildiğini açıklamak imkansız hale gelir. Tanrı emirlerinin kutsal sandıkta nasıl taşınacağından tutun da, rahiplerin giysilerini, ibadet yerlerinin düzenini en ince detaylarına kadar açıklayan, hijyen kuralları koyup teolojik hiyerarşiyi kuran, dahası “Vadedilmiş Toprak” ülküsünü her an diri tutmayı başaran bir adamın, çölde aniden beliriverdiğini söylemek safdillik olur. Hiç kuşkusuz Musa, kadim Mısır mabetlerinin bir ürünü ve binlerce yıl sır gibi saklanan tevhit inancının konuşan dilidir!
Musa’nın, ilk kez tevhit inancına ilişkin kurallar koyup uygulaması büyük başarıdır. Aynı kuralların, Mısır’ın bilge rahipleri tarafından kültür düzeyi hayli yüksek bir halka bir türlü öğretilemediğini düşünürsek, onun yarı barbar İsrail kavmini tek tanrıya inandırmasının ne denli zor olduğunu kavrayabiliriz. Nitekim mücadele oldukça sert geçmiş, Musa ile kavmi arasında sayısız sürtüşmelere yol açmıştır, ama Mısırlı rahip tüm engelleri aşarak tek tanrılı dinin iskeletini kurmayı sonunda başarmıştır. Daha evvel yaşamış hiçbir Yahudi peygamberinin bunu başaramaması elbette tesadüf değildi, çünkü hiçbiri yeterli teolojik bilgiyle donatılmamıştı. İbrahim ve benzerleri, Mısır geleneğinden gelen Melkisedek gibi bilgelerden kulaktan dolma bazı bilgiler edinerek çölü arşınlamış, ama teoloji kuracak gücü kendilerinde bulamamışlardı.
İsa’daki yumuşaklığa ve barışseverliğe bakarak, Musa’nın şeriatını fazla katı ve kuralcı bulanlar yanılmaktadır. Yarı barbar bir kavmi, yepyeni bir şeriatın içinde tutabilmek bilgi ve beceri isteyen bir iştir, vadedilmiş toprak ülküsü bile bu dehanın derinliğini gösterir. Ancak bu ülkü sayesinde İsrail kavminin beklentileri sürekli diri tutularak şeriat kuralları işlerlik kazanabilmiştir. İnsanlık, tevhit inancının iskeletini kuran Musa’ya çok şey borçludur.
İsa’nın avantajı, alt yapısı tamamlanmış bir ‘din evine’ gelmek olmuştur. Gelir gelmez olağanüstü zekasıyla şeriat evinde neyin eksik olduğunu kavramış ve hemen işe koyulmuştur. 1300 senedir katı şeriat kurallarıyla yönetilen insanlar, Roma lejyonlarının da baskısıyla iyiden iyiye bunalmış, özgüvenlerini yitirmişlerdi. İsa’nın yeteri kadar şiddet ve katılık içeren bu ortama sevgiyle yönelmesi, beklentileri iyi değerlendirdiğini gösterir. O günlerde evrensel din epey somurtkan, yaşam koşulları ise hayli çetindi. Bu durumda, insanları sevginin gücüyle rahatlatmak en uygun yoldu.
Aslında İsa’nın evrensel dine yapacağı katkı sekiz asır evvel İşaya peygamber tarafından haber verilmiş, dahası sevgi peygamberini desteklemekle görevli peygamberin (Yahya’nın) İsa’nın yolunu açacağı bile bildirilmişti. Öyle ki, İsa’ya sadece düğmeye basmak kaldı! Hazırlık o kadar aşikardı ki, sevgi peygamberini tarih sahnesine çıkaracak olanlar, onun İsrail kavminin hangi boyundan geleceğini, ne yapacağını bile önceden belirlemişlerdi. İşaya, sekiz asır evvel şu kehanette bulunuyordu: “Ve Yesse’nin kütüğünden filiz çıkacak ve kökünden bir meyve verecek ve dünyaya ağzının değneğiyle vuracak ve kötüyü dudaklarının soluğu ile öldürecek…ve kurt kuzu ile beraber oturacak ve kaplan oğlakla beraber yatacak.” Bu kehanet, İsa’nın dünyaya kılıçla değil, sevgi sözcükleriyle hükmedeceğini, kurtla kuzunun yan yana oturacağı bir barış ve kardeşlik ortamı yaratacağını sekiz asır öncesinden dünyaya ilan ediyordu.
Musa’nın iskeletini çatıp kurallarını koyduğu evrensel din, İsa peygamberle sevgi unsuruna kavuştu. Tevrat şeriatının katılığını kendine kalkan yapan ruhban sınıfının, İsa’nın dine getirdiği yeni soluktan rahatsız olması, bunu sık sık İsa’ya saldırarak göstermesi, hatta onu şeriatı inkar etmekle suçlaması tamamen kendi çıkarlarını korumaya yönelikti. İsa’nın bu suçlamalara verdiği yanıt çok anlamlıdır: “Ben şeriatı yıkmaya değil, yapmaya geldim.” Bu sözler, şeriat evinde tamamlanması gereken eksikler olduğunu, bizzat uygulayıcısının ağzından dile getirmekteydi.
Musa’nın kuralları ve İsa’nın sevgi dolu öğretisiyle güçlenen tevhit inancı, bir süre sonra eksik bir unsurun sinyallerini vermeye başladı. Kilise babalarının yanlış yorumlarıyla iş çığırından çıkmış, İncil’in sevgi öğretisinin dışına taşmıştı. Sevgi ve coşku o denli aşırıydı ki, onu dengelemek için aklın devreye girmesi gerekiyordu. Eski ve Yeni Ahitteki adı İnsanoğlu olmasına rağmen, İsa ‘Allah’ın Oğlu’ olarak takdim edilmeye başlanmış, kilise duvarları bu dogmayı destekleyen fresklerle süslenir olmuştu. Öte yandan; İsa’nın, havarilerin ve kilise babalarının ikon ve heykelleri, putperestliğe dönüşün sinyalini verir gibiydi!
Akıl unsurunu evrensel dine monte eden Muhammed’in ilk işi, bu tehlikeli gidişe dur demek oldu. Tanrının seçilmiş bir oğul edinmediği, bu tür iddialarda bulunmanın sapkınlık olduğu yolunda sürekli uyarılarda bulunan peygamber, resim yapmayı yasaklayarak hiç olmazsa kendi ümmeti içinde muhtemel bir putperestliğe set çekti. Hıristiyan kilisesi, başlangıçtaki yoğun çabalarına rağmen resim ve heykel yapımını önleyememiş, bu işin bir zümrenin gelir kaynağı haline gelmesine engel olamamıştı. Muhammed, tarihteki bazı uygulamalardan halkın önce sevdiği kişilerin resim ve heykellerini yaptığını, bir süre sonra da onlara tapmaya başladığını biliyordu. İslam’daki resim yasağının çok radikal bir tasarruf olduğunu söyleyerek peygamberi sanat düşmanlığıyla suçlayanlar, yasağın putperestliği önlemek için konduğunu bilselerdi, herhalde daha insaflı olurlardı.
Kuran ayetleriyle hadislerde, ilim ve aklı ön plana çıkaran söylemlerin çokluğu, Muhammed’in akla ne denli önem verdiğinin kanıtıdır. Bunlardan birkaçını sıralamakta yarar var: Akıl sahiplerine ve düşünenlere birçok ibretler vardır - İlim müminin yitiğidir, bulduğu yerde alır - İlim Çin’de bile olsa gidip alınız - Bir anlık tefekkür, bin yıllık ibadetten yeğdir - Alimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından kıymetlidir - Allah aklını işletmeyenin üstüne pislik yağdırır. Muhammed’i kehanette bulunmadığı, mucize göstermediği için küçümsemeye kalkanlar, peygamberin bu sözüm ona eksiğini evrensel dine monte etmeye çalıştığı akılcılıkta aramalılar. Onun başarmaya çalıştığı şey ne kehanet, ne de mucizeydi, tevhit inancında yeteri kadar kehanet, yeteri kadar mucize zaten vardı. Olmayan ya da eksikliği hissedilen tek şey akıldı. “Ben ahlakı tamamlamak için ba’solundum” şeklindeki hadis, evrensel dindeki eksiği çok iyi kavradığının kanıtıdır. Hadisteki ahlak kelimesi ise, doğrudan doğruya evrensel dine yapılan bir göndermedir. Kısaca, Musa’nın iskeletini kurduğu, İsa’nın sevgi unsuruyla donattığı ahlak, Muhammed’le akıl unsuruna kavuşturulup kemale erdirilmiştir.
Bu noktada, dünyadaki tüm din adamlarına ve ilahiyatçılara sorulması gereken şudur: Vahyin kaynağı TEK midir, yoksa ÜÇ mü? Eğer kaynak TEK ise, din de TEK olmak zorundadır. Eğer vahyin kaynağı ÜÇ ise, dünyada ÜÇ ayrı din olmasında bir terslik yoktur, yani üç ayrı tanrıdan üç ayrı din indirilmiş demektir. Ama tevhit inancı kaynağın TEK olduğunda ısrarcıdır, indirilen kitaplar da, gönderilen peygamberler de bunu doğrulamaktadır. Çünkü gelen hiçbir peygamber kendinden önceki kitabı ve peygamberi inkar etmemiş, aksine yüceltmiştir. Öyleyse, üç ayrı din kurdurup insanları birbirine boğazlatan üç ayrı tanrıyı kim yarattı? Peygamberler ve kitaplar birbirlerini onayladıkları halde, neden ümmetler bir önceki dini ve peygamberi inkar ettiler? Neden Museviler İsevileri, İseviler ise Muhammedileri dışladılar? Ya durum yukarda tespit ettiğimiz gibidir, yani tek Allah’ın dini de tektir, ya da insanlık üç ayrı tanrının varlığını kabul edip üç ayrı din kurarak putperestliğe yönelmiştir!
Öte yandan, hak din bizimkidir, diğerleri sahtedir demek hiçbir şey dememektir. Çünkü hak dine mensup olduğunu iddia eden, inkar ettiği dinin kaynağını sorgulamaktan acizdir, elinde iddiasını kanıtlayacak hiçbir delil yoktur. Bizzat Tanrı doğrulamadığı sürece hangi dinin sahte, hangisinin gerçek olduğu kuru bir iddia olarak kalmaya mahkumdur. Bu noktada tek ölçü, birbirini izleyen peygamber ve kitapların beyanlarıdır, bu beyanlar birbirini yalanlıyor mu, yoksa doğruluyor mu? Yukarda da belirttiğimiz gibi, hem peygamberler, hem de kitaplar kaynağın tek olduğunda hemfikirdirler. Öyleyse her din hak dindir, daha doğrusu her biri evrensel dinin bir aşamasıdır.
Sonuç olarak, kadim Mısır’dan başlayıp Muhammed’de son bulan tevhit inancı, KURAL, SEVGİ, AKIL üçgeninde evrimleşerek amacına ulaşmıştır. Muhammed’in son peygamber olduğunu söylemesi, bir anlamda evrensel dinin evriminin sona erişinin de ilanıdır. Kısaca, mevcut dinler öyle sanıldığı gibi üç ayrı din değil, evrensel tek bir dindir. Evrensel Kelam’ın binlerce yıl süren evrimini göremeyip ayrıntılara takılanlar onun özünü asla kavrayamazlar. Kendi dinlerini ön plana çıkarıp diğerlerini küçümseyenler, Tanrının insanları birleştirmek için değil bölmek için peygamber ve kitap gönderdiğini sananlar, spor kulübü tutar gibi din tutanlar Tanrının hikmetinden nasipsiz olanlardır. Gönderilen her kitap, her peygamber insanlığı bir üst basamağa taşıma amacı gütmüştür. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık Evrensel Dinin üç ayağıdır, KURAL, SEVGİ, AKIL’dan oluşan bir sacayağı! Bir gün, tevhit inancının özünü kavramış evrensel çocuklar, dünya denen gezegenin kaderine hükmedecektir.
Kadim Mısır mabetlerinin derinliklerinden süzülüp gelen tevhit inancı, Sina ve Arap Yarımadasında ortaya çıkan üç semavi dinle taçlanarak evrimini tamamladı. Sanıldığı gibi tek tanrılı din Musa ile başlamadı, ama onunla kendini açığa vurma cüretini gösterdi! Mısır ve Hint gibi merkezlerde, yaklaşık 3.700 yıl mistik örtülere sarılarak bir sır gibi saklanan ve halka dönük yüzünde çok tanrılı özellikler gösteren tevhit inancını eski Mısır’ın bilge rahipleri biliyor, ama halkın idrak düzeyi soyut bir Tanrıyı kavramaya yatkın olmadığı için açığa vurmuyorlardı. Musa’dan çok önce Hermes’in (Thot) Tanrının tekliğini vurgulayan açıklamaları bunun kanıtıdır. Hermes bir öğrencisine şöyle demişti: “Düşüncelerimizin hiçbiri Tanrı kavramını kuşatamadığı gibi, hiçbir lisan da onu tasvir edemez. Gayri maddi, görünmez ve şekilsiz olanı duyularımız kavrayamaz. Ezeli ve ebedi olan şu sınırlı zaman kavramıyla ölçülemez. Demek ki Tanrı dile ve söze sığmaz olandır. Tanrı bir ve Tektir. Öz olarak mevcut olan, cevher olarak yaşayandır, gökte ve yerde doğurulmamış yegane yaratıcıdır.” Ama kadim Mısır’da bu bilgi sadece inisiyelere açıklanıyor, halktan titizlikle gizleniyordu.
Musa’nın yaptığı iş, kendinin de eğitim gördüğü Mısır mabetlerinin gizli sırlarını açığa vurmaktan ibaretti. Kendinden önce yaşayan ilahiyatçı Firavun Amenofis IV’ün, (sonraki adı İhnaton ya da Ahen-Aten) Amon-Ra rahiplerinin nüfuzunu kırmak için kurduğu tek tanrılı din Musa’ya cesaret vermiş olabilir. Aksi takdirde, kavmini yıllarca çölde dolaştıran göçebe bir Yahudi’nin, bu kadar detaylı teolojik bilgiyi nasıl edinebildiğini açıklamak imkansız hale gelir. Tanrı emirlerinin kutsal sandıkta nasıl taşınacağından tutun da, rahiplerin giysilerini, ibadet yerlerinin düzenini en ince detaylarına kadar açıklayan, hijyen kuralları koyup teolojik hiyerarşiyi kuran, dahası “Vadedilmiş Toprak” ülküsünü her an diri tutmayı başaran bir adamın, çölde aniden beliriverdiğini söylemek safdillik olur. Hiç kuşkusuz Musa, kadim Mısır mabetlerinin bir ürünü ve binlerce yıl sır gibi saklanan tevhit inancının konuşan dilidir!
Musa’nın, ilk kez tevhit inancına ilişkin kurallar koyup uygulaması büyük başarıdır. Aynı kuralların, Mısır’ın bilge rahipleri tarafından kültür düzeyi hayli yüksek bir halka bir türlü öğretilemediğini düşünürsek, onun yarı barbar İsrail kavmini tek tanrıya inandırmasının ne denli zor olduğunu kavrayabiliriz. Nitekim mücadele oldukça sert geçmiş, Musa ile kavmi arasında sayısız sürtüşmelere yol açmıştır, ama Mısırlı rahip tüm engelleri aşarak tek tanrılı dinin iskeletini kurmayı sonunda başarmıştır. Daha evvel yaşamış hiçbir Yahudi peygamberinin bunu başaramaması elbette tesadüf değildi, çünkü hiçbiri yeterli teolojik bilgiyle donatılmamıştı. İbrahim ve benzerleri, Mısır geleneğinden gelen Melkisedek gibi bilgelerden kulaktan dolma bazı bilgiler edinerek çölü arşınlamış, ama teoloji kuracak gücü kendilerinde bulamamışlardı.
İsa’daki yumuşaklığa ve barışseverliğe bakarak, Musa’nın şeriatını fazla katı ve kuralcı bulanlar yanılmaktadır. Yarı barbar bir kavmi, yepyeni bir şeriatın içinde tutabilmek bilgi ve beceri isteyen bir iştir, vadedilmiş toprak ülküsü bile bu dehanın derinliğini gösterir. Ancak bu ülkü sayesinde İsrail kavminin beklentileri sürekli diri tutularak şeriat kuralları işlerlik kazanabilmiştir. İnsanlık, tevhit inancının iskeletini kuran Musa’ya çok şey borçludur.
İsa’nın avantajı, alt yapısı tamamlanmış bir ‘din evine’ gelmek olmuştur. Gelir gelmez olağanüstü zekasıyla şeriat evinde neyin eksik olduğunu kavramış ve hemen işe koyulmuştur. 1300 senedir katı şeriat kurallarıyla yönetilen insanlar, Roma lejyonlarının da baskısıyla iyiden iyiye bunalmış, özgüvenlerini yitirmişlerdi. İsa’nın yeteri kadar şiddet ve katılık içeren bu ortama sevgiyle yönelmesi, beklentileri iyi değerlendirdiğini gösterir. O günlerde evrensel din epey somurtkan, yaşam koşulları ise hayli çetindi. Bu durumda, insanları sevginin gücüyle rahatlatmak en uygun yoldu.
Aslında İsa’nın evrensel dine yapacağı katkı sekiz asır evvel İşaya peygamber tarafından haber verilmiş, dahası sevgi peygamberini desteklemekle görevli peygamberin (Yahya’nın) İsa’nın yolunu açacağı bile bildirilmişti. Öyle ki, İsa’ya sadece düğmeye basmak kaldı! Hazırlık o kadar aşikardı ki, sevgi peygamberini tarih sahnesine çıkaracak olanlar, onun İsrail kavminin hangi boyundan geleceğini, ne yapacağını bile önceden belirlemişlerdi. İşaya, sekiz asır evvel şu kehanette bulunuyordu: “Ve Yesse’nin kütüğünden filiz çıkacak ve kökünden bir meyve verecek ve dünyaya ağzının değneğiyle vuracak ve kötüyü dudaklarının soluğu ile öldürecek…ve kurt kuzu ile beraber oturacak ve kaplan oğlakla beraber yatacak.” Bu kehanet, İsa’nın dünyaya kılıçla değil, sevgi sözcükleriyle hükmedeceğini, kurtla kuzunun yan yana oturacağı bir barış ve kardeşlik ortamı yaratacağını sekiz asır öncesinden dünyaya ilan ediyordu.
Musa’nın iskeletini çatıp kurallarını koyduğu evrensel din, İsa peygamberle sevgi unsuruna kavuştu. Tevrat şeriatının katılığını kendine kalkan yapan ruhban sınıfının, İsa’nın dine getirdiği yeni soluktan rahatsız olması, bunu sık sık İsa’ya saldırarak göstermesi, hatta onu şeriatı inkar etmekle suçlaması tamamen kendi çıkarlarını korumaya yönelikti. İsa’nın bu suçlamalara verdiği yanıt çok anlamlıdır: “Ben şeriatı yıkmaya değil, yapmaya geldim.” Bu sözler, şeriat evinde tamamlanması gereken eksikler olduğunu, bizzat uygulayıcısının ağzından dile getirmekteydi.
Musa’nın kuralları ve İsa’nın sevgi dolu öğretisiyle güçlenen tevhit inancı, bir süre sonra eksik bir unsurun sinyallerini vermeye başladı. Kilise babalarının yanlış yorumlarıyla iş çığırından çıkmış, İncil’in sevgi öğretisinin dışına taşmıştı. Sevgi ve coşku o denli aşırıydı ki, onu dengelemek için aklın devreye girmesi gerekiyordu. Eski ve Yeni Ahitteki adı İnsanoğlu olmasına rağmen, İsa ‘Allah’ın Oğlu’ olarak takdim edilmeye başlanmış, kilise duvarları bu dogmayı destekleyen fresklerle süslenir olmuştu. Öte yandan; İsa’nın, havarilerin ve kilise babalarının ikon ve heykelleri, putperestliğe dönüşün sinyalini verir gibiydi!
Akıl unsurunu evrensel dine monte eden Muhammed’in ilk işi, bu tehlikeli gidişe dur demek oldu. Tanrının seçilmiş bir oğul edinmediği, bu tür iddialarda bulunmanın sapkınlık olduğu yolunda sürekli uyarılarda bulunan peygamber, resim yapmayı yasaklayarak hiç olmazsa kendi ümmeti içinde muhtemel bir putperestliğe set çekti. Hıristiyan kilisesi, başlangıçtaki yoğun çabalarına rağmen resim ve heykel yapımını önleyememiş, bu işin bir zümrenin gelir kaynağı haline gelmesine engel olamamıştı. Muhammed, tarihteki bazı uygulamalardan halkın önce sevdiği kişilerin resim ve heykellerini yaptığını, bir süre sonra da onlara tapmaya başladığını biliyordu. İslam’daki resim yasağının çok radikal bir tasarruf olduğunu söyleyerek peygamberi sanat düşmanlığıyla suçlayanlar, yasağın putperestliği önlemek için konduğunu bilselerdi, herhalde daha insaflı olurlardı.
Kuran ayetleriyle hadislerde, ilim ve aklı ön plana çıkaran söylemlerin çokluğu, Muhammed’in akla ne denli önem verdiğinin kanıtıdır. Bunlardan birkaçını sıralamakta yarar var: Akıl sahiplerine ve düşünenlere birçok ibretler vardır - İlim müminin yitiğidir, bulduğu yerde alır - İlim Çin’de bile olsa gidip alınız - Bir anlık tefekkür, bin yıllık ibadetten yeğdir - Alimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından kıymetlidir - Allah aklını işletmeyenin üstüne pislik yağdırır. Muhammed’i kehanette bulunmadığı, mucize göstermediği için küçümsemeye kalkanlar, peygamberin bu sözüm ona eksiğini evrensel dine monte etmeye çalıştığı akılcılıkta aramalılar. Onun başarmaya çalıştığı şey ne kehanet, ne de mucizeydi, tevhit inancında yeteri kadar kehanet, yeteri kadar mucize zaten vardı. Olmayan ya da eksikliği hissedilen tek şey akıldı. “Ben ahlakı tamamlamak için ba’solundum” şeklindeki hadis, evrensel dindeki eksiği çok iyi kavradığının kanıtıdır. Hadisteki ahlak kelimesi ise, doğrudan doğruya evrensel dine yapılan bir göndermedir. Kısaca, Musa’nın iskeletini kurduğu, İsa’nın sevgi unsuruyla donattığı ahlak, Muhammed’le akıl unsuruna kavuşturulup kemale erdirilmiştir.
Bu noktada, dünyadaki tüm din adamlarına ve ilahiyatçılara sorulması gereken şudur: Vahyin kaynağı TEK midir, yoksa ÜÇ mü? Eğer kaynak TEK ise, din de TEK olmak zorundadır. Eğer vahyin kaynağı ÜÇ ise, dünyada ÜÇ ayrı din olmasında bir terslik yoktur, yani üç ayrı tanrıdan üç ayrı din indirilmiş demektir. Ama tevhit inancı kaynağın TEK olduğunda ısrarcıdır, indirilen kitaplar da, gönderilen peygamberler de bunu doğrulamaktadır. Çünkü gelen hiçbir peygamber kendinden önceki kitabı ve peygamberi inkar etmemiş, aksine yüceltmiştir. Öyleyse, üç ayrı din kurdurup insanları birbirine boğazlatan üç ayrı tanrıyı kim yarattı? Peygamberler ve kitaplar birbirlerini onayladıkları halde, neden ümmetler bir önceki dini ve peygamberi inkar ettiler? Neden Museviler İsevileri, İseviler ise Muhammedileri dışladılar? Ya durum yukarda tespit ettiğimiz gibidir, yani tek Allah’ın dini de tektir, ya da insanlık üç ayrı tanrının varlığını kabul edip üç ayrı din kurarak putperestliğe yönelmiştir!
Öte yandan, hak din bizimkidir, diğerleri sahtedir demek hiçbir şey dememektir. Çünkü hak dine mensup olduğunu iddia eden, inkar ettiği dinin kaynağını sorgulamaktan acizdir, elinde iddiasını kanıtlayacak hiçbir delil yoktur. Bizzat Tanrı doğrulamadığı sürece hangi dinin sahte, hangisinin gerçek olduğu kuru bir iddia olarak kalmaya mahkumdur. Bu noktada tek ölçü, birbirini izleyen peygamber ve kitapların beyanlarıdır, bu beyanlar birbirini yalanlıyor mu, yoksa doğruluyor mu? Yukarda da belirttiğimiz gibi, hem peygamberler, hem de kitaplar kaynağın tek olduğunda hemfikirdirler. Öyleyse her din hak dindir, daha doğrusu her biri evrensel dinin bir aşamasıdır.
Sonuç olarak, kadim Mısır’dan başlayıp Muhammed’de son bulan tevhit inancı, KURAL, SEVGİ, AKIL üçgeninde evrimleşerek amacına ulaşmıştır. Muhammed’in son peygamber olduğunu söylemesi, bir anlamda evrensel dinin evriminin sona erişinin de ilanıdır. Kısaca, mevcut dinler öyle sanıldığı gibi üç ayrı din değil, evrensel tek bir dindir. Evrensel Kelam’ın binlerce yıl süren evrimini göremeyip ayrıntılara takılanlar onun özünü asla kavrayamazlar. Kendi dinlerini ön plana çıkarıp diğerlerini küçümseyenler, Tanrının insanları birleştirmek için değil bölmek için peygamber ve kitap gönderdiğini sananlar, spor kulübü tutar gibi din tutanlar Tanrının hikmetinden nasipsiz olanlardır. Gönderilen her kitap, her peygamber insanlığı bir üst basamağa taşıma amacı gütmüştür. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık Evrensel Dinin üç ayağıdır, KURAL, SEVGİ, AKIL’dan oluşan bir sacayağı! Bir gün, tevhit inancının özünü kavramış evrensel çocuklar, dünya denen gezegenin kaderine hükmedecektir.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa