Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

16 Temmuz 2007 Pazartesi

DİNLER YOK, DİN VAR

Edouard Schure, “İnsanlığı Aydınlatan Büyük İnisiyeler- Dinlerin Gizli Tarihi” adlı eserinde, tek ve çok tanrılı tüm dinlerin aynı prensipten kaynaklandığını anlatmakta, tek tanrılı dinin Musa ile başlamayıp daha eskilere dayandığını kanıtlamaktadır. Schure’un öne sürdüğü kanıtlar o denli doyurucu ki, insan soyut tanrı anlayışının kökeninin M.Ö. en az 4.000 yılına kadar indiğine, kadim Mısır mabetlerinde özel inisiyasyonla (tarikate alıp eğitme) seçilmiş kişilere öğretildiğine ikna oluyor. Hatta Schure’un söylediğine göre, bu tarih Brahmanik tradisyonlara (gelenek) dayanılarak M.Ö. 50.000’li yıllara bile götürülebilir! Ne var ki, elde bu iddiayı destekleyecek yeterli kanıt yok. Kızıl ırkın efsanevi Atlantis kıtasında yarattığı uygarlık tüm kanıtlarıyla birlikte sulara gömüldüğü için, uygarlıktan günümüze ancak Maya ve Aztek gibi kalıntılar ulaşabilmiş. Bir rivayete göre, ünlü Sfenks bile bu uygarlığın Mısır’a bıraktığı bir yadigarmış!
Schure’un yaptığı tahlillerden çıkan sonuca göre, eski Mısır tarihini Firavunların şekillendirdiği bir zaman yığını sanmak daha işin başında yanılmak demek. Çünkü Firavunlar eski Mısır teolojisinin koruyucusu ve uygulayıcısıydılar. Bu konuda ilk yasayı koyan Firavun Menes’ti. Menes’in kurduğu organizasyonda eğitim bir danışmana, adalet bir diğerine, yönetimse iki danışmana bırakılmıştı. Firavun bu organizasyonun tepesinde Osiris mabetlerinin ve yönetimin temsilcisi olarak bulunuyor, koordinatörlük yapıyordu. Başka bir deyişle, Firavun taç sahibi bir inisiye (dini rehber) idi. Osiris mabetleri bilim, teknik ve inançla donatılmış kültür merkezleri konumundaydı, tüm Mısır’ın kalbi orada atıyordu.
M.Ö. 1.780’lere doğru Mısır barbar Hiksosların (Çoban Krallar) istilasına uğradı. Yeni efendiler, kaba saba putperestliklerini ve düşük ahlaklarını Mısır’a dayattılarsa da başarılı olamadılar. Osiris mabetlerinin bilgeleri, putperest efendilerin Apis Öküzü tanrısını kabul eder gibi görünüp, mabetlerin gizli köşelerinde kendi inançlarını yaklaşık iki asır boyunca yaşattılar ve o zamana kadar geliştirdikleri bilimlerine kıskançlıkla sahip çıktılar. Sonunda bu karanlık devri en az zayiatla atlatmayı başardılar. Osiris rahiplerinin oldukça uzun süren bu kutsal direnişi hangi güç ve ruhla sürdürebildikleri üzerinde durulması gereken bir konudur. Uzun süre kendi içine kapanıp kat kat perdelerle örtülerek, ketumiyet yeminleri ettirilerek korunan bu sır acaba neydi?
Hermes Trismajist’in koyduğu kurallar ve Tanrı anlayışıydı elbette. Hermes (Thot) hem rahip, hem kral, hem de ilahtı. Bu yüzden Yunanlılar ona “üç kere büyük” anlamına gelen Trismajist diyorlardı. Hermes, Işık-Kelam Doktrini ya da Evrensel Kelam Doktrininin yaratıcısı ve ilk rahibiydi. Bu doktrine göre, Tanrı her ne kadar İsis-Osiris-Horus şeklinde trinite (üçlü) olarak takdim ediliyorsa da, aslında Tek’ti. Ana-Baba-Oğul üçlüsü Mısır dininin halka dönük yüzünü simgeliyor, böylece somut bir putperestlik görüntüsü veriyordu. Oysa Osiris mabetlerinin rahipleri onun gerçekte bir tek şeyi, Tanrıyı vurguladığını biliyorlardı. Halka soyut bir Tanrı kavramını izah etmenin zorluğu, Osiris rahiplerini bu yola itmiş olabilir. Nitekim çok daha sonra aynı üçlemenin Hıristiyanlıkta Baba- Oğul- Kutsal Ruh şeklinde kullanıldığına tanık oluyoruz. Eski Hint’te, Yunan’da ve Mısır’da uygulanan hep aynı şeydi, dinin halka dönük yüzünde daha kolay anlaşılsın diye birden fazla figür kullanılıyor, ama din koyucular bunların tek Tanrıya tekabül ettiğini biliyorlardı.
Bu savın basit kanıtı, Hermes’in Tanrıyı tarif ederken öğrencisi Asklepios’a söylediği şu sözlerde açıkça görülmektedir: “Düşüncelerimizin hiçbiri Tanrı kavramını kuşatamadığı gibi, hiçbir lisan da onu tasvir edemez. Gayri maddi, görünmez ve şekilsiz olanı duyularımız kavrayamaz. Ezeli ve ebedi olan şu sınırlı zaman kavramıyla ölçülemez. Demek ki Tanrı dile ve söze sığmaz olandır. Tanrı bir ve Tektir. Öz olarak mevcut olan, cevher olarak yaşayandır, gökte ve yerde doğurulmamış olan yegane yaratıcıdır. Hem Baba, hem Ana, hem de Oğul olarak hayat bahşeder, yaratır. O sürekli mevcuttur. Bu üç ayrı kişilik ilahi tabiatın birliğini, bütünlüğünü bölmek şöyle dursun, aksine onun sonsuz, sınırsız mükemmelliğini pekiştirir.” İşte Mısır rahiplerinin üzerine titrediği, barbarlardan köşe bucak sakladığı sır buydu!
Dünyanın öte ucunda, Aryenlerin istila ettiği İran ve Hindistan’da aynı düşünceye dayalı din (Güneş-Kelam Doktrini) gelişip insanlığa Rama, Krişna, Zerdüşt, Buda, Tao, Konfüçyüs gibi isimler armağan ederken, Mısır’ın tek tanrıcı ilim mabetleri de Musa, Orfe, Fisagor, Eflatun, İsa ve Muhammed gibi isimleri insanlık alemine kazandırmaya devam ettiler. Orfe henüz delikanlıyken aniden ülkesi Yunanistan’ı terk edip ortadan kayboluvermişti. Önce Semadirek Adasına, oradan da Mısır’a geçip Menfis rahiplerine katılmış ve yirmi yıl süren bir eğitimden sonra ülkesine dönerek irşada başlamıştı. Fisagor ise önce Babil’e gidip büyü sanatını öğrenmiş, sonra Mısır’daki Neit-İsis mabedinden birinci dereceden rahip (Adept) sıfatıyla ülkesine dönmüştü. Fisagor’u daha sonra Mısır’da öğrendiği ilmi İtalya’daki Kroton kentinde yayarken görüyoruz. Antik Yunan felsefesinin övüncü Eflatun da Mısır mabetlerinin tezgahından geçenlerden biriydi. Fisagor gibi birinci dereceden rahip (Adept) olmasa bile, üçüncü dereceden bir rahip olarak İsis mabetlerinde eğitilmişti. Öte yandan İsa, Mısır terbiyesi almış Musa’nın taraftarlarınca kurulan Esseniyen Tarikatinde özel eğitimden geçirilmişti. Hz. Muhammed’in de Musa ve İsa kanalıyla Mısır inisiyasyonuna tabi olduğu söylenir.
Bu bilgilerden çıkan sonuca göre, dünyada dini önder yetiştiren iki merkez vardır. Hint ve Mısır. Her iki merkez de tüm dünya dinlerine analık etmiş, aynı prensipleri temel alarak halka dönük yüzünde çok tanrılı, ama özünde tek tanrılı bir teolojiyi savunmuştur. Şimdi denecektir ki, ilkeler ve merkezler aynıysa, dünyada neden bu kadar çok din var? Bu soruya din vazedenlerin farklılığını öne sürerek cevap vermek mümkün değildir, çünkü onlar hiçbir zaman farklı olmamış, hiçbir zaman birbirlerini yalanlayan şeyler söylememişlerdir. Aksine, aynı ilkeleri savunduklarını, birbirlerine büyük saygı duyduklarını üzerine basa basa defalarca tekrarlamışlardır.
Örneğin M.Ö. 6. yüzyılda Zerdüşt, “Ben yeni bir din öğretmiyorum, eskisini ıslah ediyorum” diyor. Hz. İsa Matta İncilinde “Sanmayın ki şeriati ve peygamberleri yıkmaya geldim, ben yıkmaya değil yapmaya geldim” diyor. Ondan 6 yüzyıl sonra Hz. Muhammed “Ben ahlakı tamamlamak için ba’solundum (yaratıldım)” diyor. Gelen her peygamber, kendinden öncekini inkar etmek şöyle dursun, dini tamamlamak için gönderildiğini söylüyor. Öyleyse kusur kimde? Elbette kemikleşmiş din kurumlarında, daha doğrusu kendi dininin diğerlerinden üstün olduğunu savunan ve insanları birbirine düşman eden din adamlarında. Dinleri çıkarları için arpalık haline getiren din yobazlarıyla, ihtiraslarına alet eden siyaset madrabazları el ele vererek Evrensel Kelamın özünü çarpıtmış, onları insanlığı kucaklayan bir araç olarak değil, ayrılık tohumları eken bir tuzak gibi kullanmışlardır.
İnsanoğlunun binlerce yıl nice bedel ödeyerek geliştirdiği kardeşlik kavramı, din ve siyaset tacirlerinin ayakları altında çarçur edilmiştir. İnsanlığa kin ve nifak tohumları ekmede Hıristiyan, Müslüman ve Musevi din adamları adeta yarış halindedir. Onların, dinin birkaç değil bir olduğunu, hepsinin aynı kaynaktan geldiğini unutturmak için ellerinden geleni artlarına koymadıkları, insanları takım tutar gibi din tutmaya özendirdikleri biliniyor. Bu tür insanlar için söylenecek tek şey var, inandıkları peygamber ve kitabın hışmına uğrasınlar! Dürüst din adamlarını bu bedduadan tenzih ederiz.

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa