HOŞGÖRÜ ÜSTÜNE
Günlük hayatta adından sıkça söz ettiğimiz, ama içini iyiden iyiye boşalttığımız kavramlardan biri de hoşgörüdür. Filancanın hoşgörülü olduğunu söylerken, aslında onun “tahammüllü” biri olduğunu söylemek isteriz. Bu konudaki yargılarımız, tahammül eşittir hoşgörü tarzında kemikleşmiş gibidir. Acaba biz sahip olduğumuz hoşgörüyü yitirdik mi? Acaba sosyal ve ekonomik koşullar dayattığı için, hoşgörü modern hayattan elini eteğini mi çekti? Yoksa bir köşede unuttuğumuz hoşgörü kim vurduya mı gitti? Bize göre bu soruların hepsinin yanıtı hayırdır, çünkü hoşgörüye hiçbir zaman sahip olamadık, sadece adını andık, ama ne menem bir şey olduğunu kavrayamadık.
Tepemizde tepinen komşu çocuğuna uzun süre tahammül gösterebiliriz, gürültü ayyuka çıkınca önce tavana vurup uyarır, çocuk işi iyice azıtınca kavga etmek için komşunun kapısına dayanıveririz. Borcunu ödememekte direnen arkadaşımıza gösterdiğimiz tahammül de böyledir, parayı alamayacağımızı anladığımızda dişlerimizi göstermekten çekinmeyiz! Kısaca, hoşgörü adını verdiğimiz tahammülümüz hep bir yere kadardır ve sonuç hemen her zaman hüsrandır.
Peki nedir gerçek hoşgörü? Dünyada çok ender açan bir çiçek mi? Evet öyle, oldum olası da öyleydi. Vaktiyle fisebilillah olup da çağımızda nesli tükenen bir olgu değil, ta başından beri ender olan ve de öyle olması gereken bir şeydir hoşgörü. O her şeyden evvel bilgi gerektirir, ama bizim anladığımız anlamda bilimsel bilgi değil. Okumuş yazmış adamın cahile oranla daha hoşgörülü olduğu savı bir avuntudur, aksine tahsilli adam sıradan cahile oranla daha kendini beğenmiş ve daha uyumsuzdur. Toprakla haşir neşir olan cahil köylü, çoğu kere mürekkep yalamış adamdan daha mütevekkil, en azından daha alçakgönüllüdür.
Sözünü ettiğimiz bilgi ledün ilminin bilgisidir, hoşgörü de sadece ledün ilminin ağacında yetişen bir meyvedir! Genel olarak ledün ilmi, Tanrı sırlarını ve niteliklerini konu edinen bilgi demektir, özel olarak ise, tasavvuf erbabının Tanrının ve evrenin sırlarına yaptığı sonsuz yolculuktur. Ledün ilmine göre, yaratılış kör bir iradenin ürünü değildir, yani anlamsız ve amaçsız değildir. İyi kötü, doğru yanlış gibi zıtlar insanoğlunun olgunlaşmasını sağlamak için vardır. İyiyi salt iyi, kötüyü de salt kötü olarak algılayan görüş, kozmik sistemin asıl amacını idraklerden gizleyen bir görüştür, yani kötülük ve olumsuzluk insan hayatından sökülüp atılamaz. Olumsuzluğun yaşamdan çıkarılmasını istemek, insanın olgunlaşmasını istememektir, çünkü insan zıtlarla gelişebilir. Ancak bu bakış açısına sahip biri kötü ve olumsuzu bağışlayıp hoş görebilir. Görüldüğü gibi, hoşgörü erdem değil bir zorunluluktur, yani kozmik sistemin aksamadan işleyebilmesi için kötünün varlığını hem kabul etmek, hem de hoş görmek zorundayız. Bu idrake varmış birinin, düz mantıkla kötüyü salt kötü olarak görmesi, onu hayatın dışına atması mümkün değildir.
Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir. Bu denli zor ulaşılan hoşgörüyü sıradan insan gündelik hayatına nasıl sokacak? Doğrudur, zaten yapmaya çalıştığımız şey hoşgörüyü gündelik hayatın dışına çıkarmaktır. Sıradan insan gündelik hayatta tahammülü kullanmalı, hoşgörüyü bir avuç kamil insana bırakmalıdır, çünkü gerçek hoşgörü ledün ilmini hazmetmiş kişilerin harcıdır! Kavramları pratik hayata uydurmak için yapılan zorlamaların, insanlığın gelecekteki hedeflerini küçülttüğünü biliyoruz. Çıtayı gittikçe düşüreceğimize yükseltmeliyiz, tahammül çıtasıyla hoşgörü çıtasını aynileştirmek, kamil insana haksızlık etmektir.
Şimdi üç büyük peygamberden üç örnek vererek, kastettiğimiz gerçek hoşgörünün ne olduğunu açıklamaya çalışalım:
Hz. İsa çarmıhtadır, bilek ve ayaklarından çivilendiği için kan revan içindedir, üstelik başına geçirilen dikenli taç canını yakmaktadır. Çarmıhın etrafında toplananlar “Allah’ın oğluysan kendini kurtar bakalım” diyerek alay etmekte, yoldan gelip geçenler küfürler savurup yüzüne tükürmektedir. Maddi ve manevi işkencenin doruğa tırmandığı bu anda Tanrı elçisinin dudaklarından şu sözler dökülür: “Tanrım onları bağışla ne yaptıklarını bilmiyorlar” Peygamberin “ne yaptıklarını bilmiyorlar” diyerek ledün ilmine gönderme yapması hayli ilginç! Bu ifade de gösteriyor ki bağışlanan kişi değil, bilgisizliktir.
Hz. Musa’nın kırda rastladığı cahil bir çoban Tanrıya dua etmektedir. “Ey güzel Tanrım, şimdi yanımda olsan seni severdim, çarıklarını bağlar, koyunlarımdan taze süt sağıp sana içirirdim. Gölgede kucağıma yatırır, başındaki bitleri ayıklardım.” Bu duayı işiten Hz. Musa celallenip asasını kavradığı gibi adamın üstüne yürür, “Bre zındık, Tanrı insan mı ki kucağına yatırıp başındaki bitleri ayıklıyorsun? ” diye kükrer. Öfkesi dinince çobana nasıl dua edileceğini öğretip yola koyulur. Bir süre sonra gaipten bir ses duyar: “Ey Musa, bana içtenlikle yönelmiş kulumu benden soğuttun, aramıza duvarlar ördün, geri dön ve o çobandan özür dile, bana yine eskisi gibi dua etsin, beni onunla tekrar birleştir.” Tanrıyı insan gibi algılayan, ama art niyeti olmayan cahil bir çobanın, Tanrıya yaklaşımda gösterdiği bu içtenlik şirki bile mazur göstermiş, görünüşte Tanrıdan, ama aslında Musa’nın idrakinden ideal bir hoşgörü örneği verilmiştir.
Hz Muhammed namazdadır, tam secdeye vardığında torunları Hasan ve Hüseyin omzuna tırmanıp oynamaya başlarlar. Peygamber uzun süre secdede kalır, namaz bittikten sonra arkadaşları secdeyi neden uzattığını sorarlar, peygamber şöyle der: “Çocukların oyununu bozup kalplerini kırmak istemedim, o yüzden secdeyi uzattım.” En çok değer verdiği namazda bile çocukların kalbini kırmamak için ibadetini aksatan peygamber eşsiz bir hoşgörü örneği vermiştir. Yine Hz Muhammed, çok sevdiği amcası Hamza’yı mızrakla şehit eden Vahşi’yi ve amcasının ciğerlerini çiğ çiğ yiyen Hind’i bağışlayarak hoşgörünün sınırlarının sonsuz olduğunu göstermiştir.
Günümüz insanının hoşgörü kavramını dejenere ederek tahammül içerikli bir düzeye indirmesine göz yummak, insan zekasına yapılacak en büyük hakarettir. Kavramları eğip bükmeden, çıkar ve alışkanlıklarımıza alet etmeden ideal şekliyle ortaya koymak zorundayız. Bu yapıldıktan sonra kim neyi ne kadar başardığını ya da başaramadığını bilecek, çabalarını ona göre yönlendirecektir. Önlerine büyük vizyonlar koyamayanlar, oldukları yerde saymaya mahkumdur. Tahammülü hoşgörü diye adlandırırsak, gelmiş geçmiş tüm ermiş ve peygamberlerin hakkını yemiş oluruz.
Günlük hayatta adından sıkça söz ettiğimiz, ama içini iyiden iyiye boşalttığımız kavramlardan biri de hoşgörüdür. Filancanın hoşgörülü olduğunu söylerken, aslında onun “tahammüllü” biri olduğunu söylemek isteriz. Bu konudaki yargılarımız, tahammül eşittir hoşgörü tarzında kemikleşmiş gibidir. Acaba biz sahip olduğumuz hoşgörüyü yitirdik mi? Acaba sosyal ve ekonomik koşullar dayattığı için, hoşgörü modern hayattan elini eteğini mi çekti? Yoksa bir köşede unuttuğumuz hoşgörü kim vurduya mı gitti? Bize göre bu soruların hepsinin yanıtı hayırdır, çünkü hoşgörüye hiçbir zaman sahip olamadık, sadece adını andık, ama ne menem bir şey olduğunu kavrayamadık.
Tepemizde tepinen komşu çocuğuna uzun süre tahammül gösterebiliriz, gürültü ayyuka çıkınca önce tavana vurup uyarır, çocuk işi iyice azıtınca kavga etmek için komşunun kapısına dayanıveririz. Borcunu ödememekte direnen arkadaşımıza gösterdiğimiz tahammül de böyledir, parayı alamayacağımızı anladığımızda dişlerimizi göstermekten çekinmeyiz! Kısaca, hoşgörü adını verdiğimiz tahammülümüz hep bir yere kadardır ve sonuç hemen her zaman hüsrandır.
Peki nedir gerçek hoşgörü? Dünyada çok ender açan bir çiçek mi? Evet öyle, oldum olası da öyleydi. Vaktiyle fisebilillah olup da çağımızda nesli tükenen bir olgu değil, ta başından beri ender olan ve de öyle olması gereken bir şeydir hoşgörü. O her şeyden evvel bilgi gerektirir, ama bizim anladığımız anlamda bilimsel bilgi değil. Okumuş yazmış adamın cahile oranla daha hoşgörülü olduğu savı bir avuntudur, aksine tahsilli adam sıradan cahile oranla daha kendini beğenmiş ve daha uyumsuzdur. Toprakla haşir neşir olan cahil köylü, çoğu kere mürekkep yalamış adamdan daha mütevekkil, en azından daha alçakgönüllüdür.
Sözünü ettiğimiz bilgi ledün ilminin bilgisidir, hoşgörü de sadece ledün ilminin ağacında yetişen bir meyvedir! Genel olarak ledün ilmi, Tanrı sırlarını ve niteliklerini konu edinen bilgi demektir, özel olarak ise, tasavvuf erbabının Tanrının ve evrenin sırlarına yaptığı sonsuz yolculuktur. Ledün ilmine göre, yaratılış kör bir iradenin ürünü değildir, yani anlamsız ve amaçsız değildir. İyi kötü, doğru yanlış gibi zıtlar insanoğlunun olgunlaşmasını sağlamak için vardır. İyiyi salt iyi, kötüyü de salt kötü olarak algılayan görüş, kozmik sistemin asıl amacını idraklerden gizleyen bir görüştür, yani kötülük ve olumsuzluk insan hayatından sökülüp atılamaz. Olumsuzluğun yaşamdan çıkarılmasını istemek, insanın olgunlaşmasını istememektir, çünkü insan zıtlarla gelişebilir. Ancak bu bakış açısına sahip biri kötü ve olumsuzu bağışlayıp hoş görebilir. Görüldüğü gibi, hoşgörü erdem değil bir zorunluluktur, yani kozmik sistemin aksamadan işleyebilmesi için kötünün varlığını hem kabul etmek, hem de hoş görmek zorundayız. Bu idrake varmış birinin, düz mantıkla kötüyü salt kötü olarak görmesi, onu hayatın dışına atması mümkün değildir.
Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir. Bu denli zor ulaşılan hoşgörüyü sıradan insan gündelik hayatına nasıl sokacak? Doğrudur, zaten yapmaya çalıştığımız şey hoşgörüyü gündelik hayatın dışına çıkarmaktır. Sıradan insan gündelik hayatta tahammülü kullanmalı, hoşgörüyü bir avuç kamil insana bırakmalıdır, çünkü gerçek hoşgörü ledün ilmini hazmetmiş kişilerin harcıdır! Kavramları pratik hayata uydurmak için yapılan zorlamaların, insanlığın gelecekteki hedeflerini küçülttüğünü biliyoruz. Çıtayı gittikçe düşüreceğimize yükseltmeliyiz, tahammül çıtasıyla hoşgörü çıtasını aynileştirmek, kamil insana haksızlık etmektir.
Şimdi üç büyük peygamberden üç örnek vererek, kastettiğimiz gerçek hoşgörünün ne olduğunu açıklamaya çalışalım:
Hz. İsa çarmıhtadır, bilek ve ayaklarından çivilendiği için kan revan içindedir, üstelik başına geçirilen dikenli taç canını yakmaktadır. Çarmıhın etrafında toplananlar “Allah’ın oğluysan kendini kurtar bakalım” diyerek alay etmekte, yoldan gelip geçenler küfürler savurup yüzüne tükürmektedir. Maddi ve manevi işkencenin doruğa tırmandığı bu anda Tanrı elçisinin dudaklarından şu sözler dökülür: “Tanrım onları bağışla ne yaptıklarını bilmiyorlar” Peygamberin “ne yaptıklarını bilmiyorlar” diyerek ledün ilmine gönderme yapması hayli ilginç! Bu ifade de gösteriyor ki bağışlanan kişi değil, bilgisizliktir.
Hz. Musa’nın kırda rastladığı cahil bir çoban Tanrıya dua etmektedir. “Ey güzel Tanrım, şimdi yanımda olsan seni severdim, çarıklarını bağlar, koyunlarımdan taze süt sağıp sana içirirdim. Gölgede kucağıma yatırır, başındaki bitleri ayıklardım.” Bu duayı işiten Hz. Musa celallenip asasını kavradığı gibi adamın üstüne yürür, “Bre zındık, Tanrı insan mı ki kucağına yatırıp başındaki bitleri ayıklıyorsun? ” diye kükrer. Öfkesi dinince çobana nasıl dua edileceğini öğretip yola koyulur. Bir süre sonra gaipten bir ses duyar: “Ey Musa, bana içtenlikle yönelmiş kulumu benden soğuttun, aramıza duvarlar ördün, geri dön ve o çobandan özür dile, bana yine eskisi gibi dua etsin, beni onunla tekrar birleştir.” Tanrıyı insan gibi algılayan, ama art niyeti olmayan cahil bir çobanın, Tanrıya yaklaşımda gösterdiği bu içtenlik şirki bile mazur göstermiş, görünüşte Tanrıdan, ama aslında Musa’nın idrakinden ideal bir hoşgörü örneği verilmiştir.
Hz Muhammed namazdadır, tam secdeye vardığında torunları Hasan ve Hüseyin omzuna tırmanıp oynamaya başlarlar. Peygamber uzun süre secdede kalır, namaz bittikten sonra arkadaşları secdeyi neden uzattığını sorarlar, peygamber şöyle der: “Çocukların oyununu bozup kalplerini kırmak istemedim, o yüzden secdeyi uzattım.” En çok değer verdiği namazda bile çocukların kalbini kırmamak için ibadetini aksatan peygamber eşsiz bir hoşgörü örneği vermiştir. Yine Hz Muhammed, çok sevdiği amcası Hamza’yı mızrakla şehit eden Vahşi’yi ve amcasının ciğerlerini çiğ çiğ yiyen Hind’i bağışlayarak hoşgörünün sınırlarının sonsuz olduğunu göstermiştir.
Günümüz insanının hoşgörü kavramını dejenere ederek tahammül içerikli bir düzeye indirmesine göz yummak, insan zekasına yapılacak en büyük hakarettir. Kavramları eğip bükmeden, çıkar ve alışkanlıklarımıza alet etmeden ideal şekliyle ortaya koymak zorundayız. Bu yapıldıktan sonra kim neyi ne kadar başardığını ya da başaramadığını bilecek, çabalarını ona göre yönlendirecektir. Önlerine büyük vizyonlar koyamayanlar, oldukları yerde saymaya mahkumdur. Tahammülü hoşgörü diye adlandırırsak, gelmiş geçmiş tüm ermiş ve peygamberlerin hakkını yemiş oluruz.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa