Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

16 Mayıs 2007 Çarşamba

ÇIPLAK İNSAN!

Bugünlerde hiçbir şey “çıplak insan” kadar ilgimi çekmiyor. Vatanlardan, milletlerden, bayraklardan, hatta dinlerden soyutlanmış, tüm toplumsal şartlanmalardan, şartlanmaların yarattığı değer yargılarından ve değer yargılarının dayattığı davranışlardan arınmış “çıplak insana” tutku derecesinde bağlılık duyuyorum.
Geçmişi didiklemeye bile gerek duymadan bir saplantı halinde sürekli onu düşünüyor, adeta onunla yatıp onunla kalkıyorum. Kaleme sarılıp “çıplak insan” hakkında bir şeyler yazmayı hep erteledim, onu en kamil haliyle hayal edebilmek için kafamda sürekli evirip çevirdim, karşı görüşleri çürütmek için kendimle didişip durdum. Zamanla, farkına bile varmadan ona iyiden iyiye bağlandığımı hissettim, bu bağlılığın nedenini dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalışacağım.
Bir dostum, “kimliklerimiz üstümüze kat kat giydiğimiz elbiselere benziyor” dedi. Doğru söyledi. Gerçekten de aile kimliğimiz, inanç kimliğimiz, milli kimliğimiz, ahlaki kimliğimiz ve onların uzantısı olan değer yargılarımız, bir kış günü üşümemek için ne bulursak üstümüze geçirdiğimiz giysilere benziyor! Bu ağır yükün altında gerçek benliğimizi unutuyor, istediğimizi söyleyemiyor, hatta gerektiği gibi düşünemiyoruz bile. Kimlik fesadına uğramış gibiyiz, kaldıramayacağımız kadar yemeği bir oturuşta midemize indirip hazımsızlık çeken oburlara benziyoruz. Bizi biz yapan öz, bu kimlik enflasyonundan sıyrılıp kendini bir türlü gösteremiyor, insan olmanın niteliklerini kimliklerimiz yüzünden sergileyemiyoruz. Sanki bir ateş çemberi içindeyiz, ne yapıp yapmayacağımızı hep kimliklerimiz söylüyor. Başka inançtan olana inanç kimliğimiz hoşgörü göstermiyor, başka ulustan olana ulusal kimliğimiz tahammül edemiyor, aile kimliğimiz ise, aile fertlerinin tüm yanlışlarını görmezden gelmemizi emrediyor. Cinsel kimliğimiz bile karşı cinsle kavgalı!
Bir kimliğe sahip olabilmek için insanların kıyasıya kavga ettiği, bu yüzden kanların oluk gibi aktığı bir dünyada kimlikleri yeren düşünceler öne sürmenin sevimli bir iş olmadığını biliyorum, ama gerçeğin en azından abes kadar kendini ifade etme hakkına sahip olduğunu da biliyorum. Kimlikler için verilen savaş, kimliklerden arınmak için verilseydi dünya daha huzurlu olurdu. Uğrunda savaşmamız gereken bir aile, bir vatan, bir çıkar ya da değer olmasaydı, bu kan gölleri oluşur muydu? Bu çağda, totemine duyduğu bağlılık yüzünden komşu kabileyi yok eden putperestten ne farkımız var? Her şey kavga nedeniyse, bizim gibi düşünmeyeni yok etmek ille de gerekliyse, çıkarımız için gerçekleri örtmek mubahsa, bizi hayvandan ayıran bir özelliğimiz yok demektir! Bu durumda, “Tanrının halifesi” olduğumuz yalanını sürekli tekrarlayıp durmak saçmalık değil mi?
Kimliklerinden arınmış insandan geriye bir şey kalmayacağı kanısı oldukça yaygındır, kimliğini yitirmiş insanın boşlukta kalacağı en yetkin ağızlardan söylenir durur. Oysa insanoğluna söylenmiş yalanların en büyüğüdür bu. Öyle olsa peygamber ve ermişler çoktan boşlukta kalırlardı, oysa hayatı yaşanmaya değer kılan tüm erdemlerin onlardan yansıdığını biliyoruz. Bize göre, gereksiz safraları attığımızda geriye sadece Tanrısal benlik kalır.
İnsanoğlunun edindiği tüm kimlikler çıkara dönüktür, başka bir deyişle manasının (ruhunun) değil, maddesinin (bedeninin) ürettiği kimliklerdir. İnsanoğlu, bedeni bir toprak parçasına mahkum olduğu için vatanı yaratmıştır, onu diğer uluslara karşı korumak için orduyu ve bayrağı yaratmıştır, canını ve malını korumak için kolluk kuvvetlerini yaratmıştır. Bedenini garantiye aldıkça manasından uzaklaşmış, zindanını kendi elleriyle örmüştür!
İnanç kimliğine gelince, o yürekler acısı bir iştir, baştan ayağa yaredir! Çünkü kadim Mısır dininden başlayarak tarih sahnesine çıkmış tüm dinler, tek bir “evrensel dinin” değişik isimler almasından başka bir şey değildir. Gelmiş geçmiş tüm peygamber ve velilerin söyledikleri hep aynı şeydir, aynı Kaynaktan yayılan mesajın değişik kişilerce değişik yerlerde seslendirilmesinden ibarettir. Hal böyleyken, sevgi titreşimleri taşıyan ilahi bir mesajın, nasıl olup da insanları birbirine düşman eden, birbirine kırdıran inançlara dönüştüğü üzerinde ibretle durulması gereken bir konudur. Açıkça belli ki, günümüzde var olan hiçbir din ilahi vahyin önerdiği din değildir, dini kullanan siyaset madrabazlarının ve ekmeğini din satarak kazanan sözüm ona din adamlarının tanınmaz hale getirdiği kabuk dinlerdir bunlar! İlahi vahyin kaynağının tek olduğunu söyledikten sonra, her peygambere ayrı bir din kurdurup insanları birbirine düşman etmek eğer iblislik değilse, hayvan aklına rahmet okutacak bir zavallılık örneğidir!
Kendinden önce geleni inkar etmiş bir tek peygamber gösterilemez. Ama ümmetler, daha doğrusu onları yönlendiren din ve siyaset adamları, kendi peygamberlerinden sonra gelen her peygamberi, her kitabı inkar etmişlerdir. Museviler İsa’nın, İseviler ise Muhammed’in peygamberliğini kabul etmez, dinleri spor kulübü tutar gibi ne idiği belirsiz bir inatlaşmaya alet ederek ümmetleri birbirine düşürmekten fayda umarlar. Bu tür inancın elzem olmadığı o kadar açıktır ki, üzerinde tartışmaya bile değmez, çünkü insana ağırlık yapmaktan başka bir işe yaramaz. Kanımızca, insanın bu çağda ilk hesaplaşması gereken kimlik inançla ilgili olanıdır. Bugün inanç diye sahiplendiğimiz kimlik, aslında insanı inançsızlığa sürükleyen ve inancı dejenere eden anlamsız bir oyundur.
Oysa “çıplak insanı” motive eden gücün din değil sevgi olduğunu biliyoruz, bu ilahi özellik onun tüm yaşantısına ve davranışlarına yön vermektedir. Çıplak insan için insanın vatanının, milletinin, dininin, ailesinin ve çevresinden edindiği değer yargılarının hiçbir önemi yoktur. O, sıradan insana baktığında sadece sevgiden nasip almış ya da alamamış bir varlık görür. Sevgiden nasiplenmiş olanı destekler, nasipsizi ise hoşgörür, çünkü sevgiden nasipsiz olan dünyaya geliş sebebine, yani öğreneceği derse uygun olduğu için öyle yaratılmıştır ve en azından diğeri kadar saygıdeğerdir. Başka bir deyişle, sevgiden nasip alış ya da alamayış bize göre bir yargı nedeniyse, ona göre ilahi bir takdir ve kozmik sistemin doğurduğu bir gerekliliktir. Tanrısal özün kendini açığa vurabilmesi için, sevgiden pay alanla alamayanın yan yana yaşaması gerekir. Bu, evren dediğimiz devasa yapıdaki hiçbir unsuru feda etmeyen, iyiyi de kötüyü de kabullenen bir tavırdır, çünkü kötüyü yok ettiği an iyinin ayakta kalamayacağını bilir. Kısaca, hoşgörüsü ahlaki bir kaygıdan değil, zıtların bir arada yaşama zorunluluğundan kaynaklanır.
Eskilerin insan-ı kamil, bizim “çıplak insan” olarak adlandırdığımız varlık aynı varlıktır. Kimliklerden arınmışlığı daha iyi vurguladığı için ona “çıplak insan” demeyi daha uygun bulduk. Koltuğumuzda oturup var olmayan bir insan türü yaratıyor değiliz, bir ütopya geliştirmeye de çalışmıyoruz. Peygamber ve ermişlerin “çıplak insan” olduklarını, seyrek de olsa dünya sahnesinde boy gösterdiklerini biliyoruz, temennimiz bu ender yaratılıştaki insanların giderek çoğalmasıdır.
Bizim için çok gerekli olan kimlikleri, çıplak insanın nasıl gereksiz bulduğunu gösteren sayısız örnek var. Konuya açıklık getirmesi için birkaçını zikretmeyi uygun buluyoruz. Bir hadiste Hz. Muhammed’in “Arap bendendir, ama ben Arap’tan değilim” dediği biliniyor. Acaba peygamber bu sözüyle, Arab’ın milli kimliğini önemsemediğini, kendini insan ailesinin bir üyesi saydığını mı belirtmek istiyordu? Yoksa Arab’ın hiçbir düşünce ve davranışını paylaşmadığını mı ima ediyordu? Açıkça belli ki, Arap kimliği taşımak peygamber için bir övünç kaynağı değil! Bir başka hadiste “Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi; kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz” diyor. Acaba peygamber bu üç şey dışında insanlara ait hiçbir nesneyi değerli bulmadığını mı ima ediyordu? Hadisteki dünyanızdan kelimesi hayli ilginç, çünkü kendinin dünyalı olmadığını, dünyaya ait şeyleri dert edinmediğini gösteren bir eda var! Yine bir başka hadiste “Eğer kötülük tümüyle yok olsaydı, Rabbiniz yeni bir kavim yaratır onlara kötülük yaptırırdı” diyor. Acaba peygamber bizim kökünü kazımak için çabaladığımız kötülüğün, ilahi sistemin olmazsa olmazlarından biri olduğunu, kötü olmadan iyinin de var olamayacağını mı söylemek istiyordu?
Hz. İsa’nın, zina yapan bir kadını recmetmeye (taşlayarak öldürme) hazırlanan kalabalığa karşı göğsünü siper edip “Aranızdan hiç günahı olmayan ilk taşı atsın” diyerek kalabalığı dağıttığını biliyoruz. Acaba Hz. İsa’nın şeriate bile meydan okuyan bu davranışında “Sizin ahlaki yargılarınız bana vız gelir, suçlu bile olsa bir insanın yaşam hakkını elinden alamazsınız” kararlılığının izleri mi var? Yoksa peygamber azgın kalabalığa, sevginin ve yaşam hakkının şeriatten daha önemli olduğunu öğretmek mi istiyordu?
Hz. Ali’nin “Bin kere mazlum olsan da, bir kere zalim olma” dediğini biliyoruz. Acaba Veliler Şahı o engin hoşgörüsüyle, haklı gerekçelere dayansa bile sevginin zulümle asla gölgelenmemesi gerektiğini, öç alma duygusunun ilahi yasalar karşısında hiçbir anlamı olmadığını mı ima ediyordu? Yunus Emre bir nefesinde “Bir dem girer mescitlere / Yüz sürer orda yerlere / Bir dem gelir deyre (kilise) girer / İncil okur ruhban okur” derken, acaba kilise ve cami arasında fark gözetmediğini, insanların inanç kimliklerinin kendini bağlamadığını mı anlatmak istiyordu?
Denebilir ki, eğer kimlikler bu denli tu kakaysa neden hayatımızdalar? Kimlikler hayatımızdalar, çünkü dünyadaki derslerimizi onlar olmadan öğrenemeyiz. Varlık sebebini henüz kavrayamamış insanın, olgunlaşmak için baş vuracağı onlardan başka araç yoktur. İnsanoğlu ancak kimlikleri çatıştığında olgunlaşabilir, zamanla doğru ve iyi olana yönelir. Kimlikler bir bakıma hayat dersini öğrenmenin ve kamil insan olmanın hem uzun, hem de çileli yoludur! Ama bu noktada bir ayrım yapmak gerekir, kimliklere mahkum olmak, onlar olmadan yaşayamamak başka şeydir, kimliklerin varlığını kabullenmek başka şey. Eğer kimliksiz yaşanamayacağını söylersek olgunlaşmanın yolunu tıkamış, kimlikleri bir kader haline getirmiş oluruz. Kimlikler aşılmak için vardır, ebediyen ayak bağı olsun diye değil! Kimi onların işlevini bir hayatta kavrar, kimi bin hayatta! Ama nihai amaç, ne yapıp edip Tanrısal cevheri örten kimliklerden kurtulmaktır, çünkü oyun böyle kurulmuştur! Kimliksiz yaşanamaz demek bulmacadır, kimlikleri fırlatıp atmaksa bulmacanın çözümüdür! Kısaca, kimlikler kimliksiz yaşamayı öğrenmek için vardır.
Eğer bulmacayı bir an evvel çözmek istiyorsak, kimliklerin sandığımız gibi bizi biz yapan değerler değil, çoğu kere başımıza bela ettiğimiz ağırlıklar olduğunu idrak etmek zorundayız. Çünkü kimliklerimiz için insanları suçlar, döver, hatta katlederiz, onlar için ülkelere savaş açar, hadsiz hesapsız acı çekeriz. Tanrısal ışık içimize girmesin diye kimlikleri kuşanır, onların hoyrat kıvrımları arasına gizleniriz. Kimliklerimize sarıldıkça kendimizi emniyette hisseder, emniyette hissettikçe daha çok kimlik ediniriz. Kısır bir döngü içinde, aymazlığımızı koza gibi örerek nefsimizin bizi davet ettiği yere, hoşgörüsüzlüğün yurduna gidip çörekleniriz.
Bugünlerde insanlık kaybettiği “cenneti” aramaya hız vermiştir! Ama çıplak insanı vizyonuna dahil etmeyen, salt kimliklerini öne çıkararak yükselmeyi amaçlayan hiçbir toplumun, hiçbir düşünce sisteminin önümüzdeki çağa damgasını vurma şansı yoktur. Altın Çağı kimliğini abartanlar değil, kimliğinden kurtulup Tanrısal benliğini keşfedenler kuracaktır.

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa