NEFRET YAPAY BİR DUYGUDUR!
Tanrının iki tür tasarrufu vardır, yaratma ve yok etme! Ebedi süreçte cereyan eden bir çeşit dağıtma ve toplama işlemidir bu. Başka bir deyişle, varlık alemi Tanrısal cevherin zincirleme tezahüründen ve tezahürlerin aslına dönüşünden başka bir şey değildir. Ne var ki yaratılış yaratan ve yaratılan diye ikiye bölünmez, yaratılan her şey Tanrının cevherinden fışkırmıştır. Kısaca, vücut tektir, eskilerin vahdet-i vücut dedikleri şey yani.
Yaratılışın amacı Tanrının bilinmesini ve sevilmesini sağlamaktır, bu yüzden yaratılış baştan sona bir bilgi ve sevgi eylemidir. Eğer Tanrı zatının sınırları içinde kalacak olsaydı bilinemez ve sevilemezdi. İslam peygamberine atfedilen bir hadis, bu gerçeği çarpıcı şekilde şöyle dile getirir: “Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi ve sevilmeyi diledim, bu yüzden kainatı yarattım.”
Peki asla dönüş nedir? Tanrıdan fışkıran canlı cansız tüm varlıklar kemale erdikten sonra asıllarına, yani Tanrısal cevhere geri dönerler. Bu yolculuğun belirli bir süresi yoktur, kemal sonsuz bir süreçtir. Bir bakıma asla dönüş, fışkırmanın tersidir, yani bir çekim hareketidir, Tanrının cazibesine kapılmak, O’nun tarafından soğurulmaktır!
Cevhere dönüşe eşlik eden duygunun nefret olamayacağı aşikardır, Tanrıdan sevgiyle fışkıranın yine sevgiyle aslına dönmesi gerekir. Bu yüzden, bilgi ve sevgiyle yoğrulmamış hiçbir parça (insan) aslına dönemez, yani negatif duygulardan arınması gerekir. İslam tasavvufunda kirden pastan arınmış bu parçaya insan-ı kamil denir. Demek ki Tanrı dağıtma ve toplama işleminde aynı ölçüleri kullanmaktadır, her iki tasarrufunun belirleyici unsuru da bilgi ve sevgidir.
Öyleyse nefretin insan yaşamındaki yeri nedir? Sevgiyle yaratılıp sevgiyle aslına döndürülen varlıkta nefret gibi olumsuz bir duygu nasıl oluşur? İşte ezeli sır buradadır! Tanrının Zat’ında olumsuz bir duygunun barınamayacağı açıktır, tıpkı olumlu bir duygunun barınamayacağı gibi, Zat alanı her tür bölünmeden ve ikilikten arınmıştır. Zıtların varlığı bir yana, orada varlığın kokusu bile yoktur!
Aslında nefret Tanrıdan kaynaklanmaz, Tanrının ne özünde, ne de amaçları arasında nefret gibi bir duyguya yer var. Tanrı kendi mülkünde neden bir kanser hücresi yaratsın? İşin aslı şu ki, nefret var gibi görünen bir yoktur! Şimdi denebilir ki, yaşamdaki bunca örnek ortada dururken, nefretin var gibi görünen bir yok olduğunu kabul etmek mümkün mü? Kabullenmek güç olsa da, nefretin insan zihninin yarattığı bir illüzyon olduğunu söylemek zorundayız. Tanrısal ışığı yeterince alamayan insan bilinci var gibi görünen yokları yaratır. Işığın yokluğu karanlığı, bilginin yokluğu cehaleti, sevginin yokluğu korkuyu, korku da kendi çocuklarını, yani nefreti, merhametsizliği, hoşgörüsüzlüğü vb. yaratır. Kısaca, bir şeyin aslı insan bilincine uğramadığı zaman, zihin o boşluğu onun gölgesiyle doldurur. Nefret de bir gölgedir, sevgi insan bilincine egemen olduğunda çekip gider.
Bu noktada can alıcı soru şudur: Tanrının sevgiyle yarattığı bir dünyada negatif gölgelere ne gerek var? Çünkü Tanrıya dönüş, yani olgunlaşma gölgeler olmadan sağlanamaz, insan bilinci ancak zıtlarla dersini öğrenebilir. Parça (insan) Bütün’ün yeteneklerini taşımadığı, algısı yaratılışın nitelikleriyle sınırlı olduğu için zıtlarla düşünmek ve eylemek zorundadır. İnsanoğlu sevgiyi algılamak için nefreti, mutluluğu tatmak için acıyı kullanır. İdrak darlığı yüzünden, parçanın Bütün’e ulaşmak için kullandığı bir yöntemdir bu. Kısaca, insan Tanrıya dönüşün ancak sevgi ve bilgiyle mümkün olduğunu öğreninceye kadar negatif gölgelerle boğuşmak zorundadır. Dolayısıyla, nefret insanı sevecenliğe taşıyan bir kamçıdır denebilir! Başka bir deyişle, nefret “dolaylı sevgidir.” İnsan binlerce kez nefret-sevecenlik döngüsünü yaşayarak sevgiye, o yolla da Tanrıya ulaşır.
Zıtların olmadığı bir alemde hayatiyet de olmaz, yaşam denen oyunun kotarılması için zıtların varlığı gereklidir. Aksi takdirde tezahürden önceki duruma, Tanrının bölünme ve ikilikten arınmış olduğu “büyük sessizliğe” dönülmüş olur, yani yaratılış sona erer. Üstelik, sevecenlik ve nefret öyle sanıldığı gibi birbirinden bağımsız duygular da değildir, aralarında aşılmaz engeller yoktur, sevgideki aşırılığın bazen nefret kisvesine bürünmesi bu yüzdendir. Terk edilen sevgilinin eski aşığına duyduğu nefret, ihanete uğradığını sanan sevginin feryadı değil midir? En çok nefretin, vaktiyle en çok sevilen kişiye duyulduğu çok görülmüştür. Özellikle duygusal insanlar, nefret köprüsünden geçmeden sevgiye ulaşamazlar, tıpkı iman sahibi olmak için küfrün ateşinde yananlar gibi! Nefretin karanlığında biraz arzu, biraz kıskançlık, biraz gıpta, bolca da maskelenmiş sevgi vardır!
Sevginin nefrete, nefretin sevgiye dönüşebilmesi, gölgeyle cevher arasındaki yakın ilişkinin kanıtıdır. Nefretin sevgiden bağımsız bir varlığı olsaydı, dönüşüm imkansız hale gelirdi. Sonuç olarak, nefret denen yapay duygunun, Tanrının kullandığı bir “ökse” olduğunu söylemek abartma sayılmaz. Tanrı bu negatif duyguları kullanarak yaratıklarını eğitmekte, onları Zat’ına çağırmaktadır.
Tanrının iki tür tasarrufu vardır, yaratma ve yok etme! Ebedi süreçte cereyan eden bir çeşit dağıtma ve toplama işlemidir bu. Başka bir deyişle, varlık alemi Tanrısal cevherin zincirleme tezahüründen ve tezahürlerin aslına dönüşünden başka bir şey değildir. Ne var ki yaratılış yaratan ve yaratılan diye ikiye bölünmez, yaratılan her şey Tanrının cevherinden fışkırmıştır. Kısaca, vücut tektir, eskilerin vahdet-i vücut dedikleri şey yani.
Yaratılışın amacı Tanrının bilinmesini ve sevilmesini sağlamaktır, bu yüzden yaratılış baştan sona bir bilgi ve sevgi eylemidir. Eğer Tanrı zatının sınırları içinde kalacak olsaydı bilinemez ve sevilemezdi. İslam peygamberine atfedilen bir hadis, bu gerçeği çarpıcı şekilde şöyle dile getirir: “Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi ve sevilmeyi diledim, bu yüzden kainatı yarattım.”
Peki asla dönüş nedir? Tanrıdan fışkıran canlı cansız tüm varlıklar kemale erdikten sonra asıllarına, yani Tanrısal cevhere geri dönerler. Bu yolculuğun belirli bir süresi yoktur, kemal sonsuz bir süreçtir. Bir bakıma asla dönüş, fışkırmanın tersidir, yani bir çekim hareketidir, Tanrının cazibesine kapılmak, O’nun tarafından soğurulmaktır!
Cevhere dönüşe eşlik eden duygunun nefret olamayacağı aşikardır, Tanrıdan sevgiyle fışkıranın yine sevgiyle aslına dönmesi gerekir. Bu yüzden, bilgi ve sevgiyle yoğrulmamış hiçbir parça (insan) aslına dönemez, yani negatif duygulardan arınması gerekir. İslam tasavvufunda kirden pastan arınmış bu parçaya insan-ı kamil denir. Demek ki Tanrı dağıtma ve toplama işleminde aynı ölçüleri kullanmaktadır, her iki tasarrufunun belirleyici unsuru da bilgi ve sevgidir.
Öyleyse nefretin insan yaşamındaki yeri nedir? Sevgiyle yaratılıp sevgiyle aslına döndürülen varlıkta nefret gibi olumsuz bir duygu nasıl oluşur? İşte ezeli sır buradadır! Tanrının Zat’ında olumsuz bir duygunun barınamayacağı açıktır, tıpkı olumlu bir duygunun barınamayacağı gibi, Zat alanı her tür bölünmeden ve ikilikten arınmıştır. Zıtların varlığı bir yana, orada varlığın kokusu bile yoktur!
Aslında nefret Tanrıdan kaynaklanmaz, Tanrının ne özünde, ne de amaçları arasında nefret gibi bir duyguya yer var. Tanrı kendi mülkünde neden bir kanser hücresi yaratsın? İşin aslı şu ki, nefret var gibi görünen bir yoktur! Şimdi denebilir ki, yaşamdaki bunca örnek ortada dururken, nefretin var gibi görünen bir yok olduğunu kabul etmek mümkün mü? Kabullenmek güç olsa da, nefretin insan zihninin yarattığı bir illüzyon olduğunu söylemek zorundayız. Tanrısal ışığı yeterince alamayan insan bilinci var gibi görünen yokları yaratır. Işığın yokluğu karanlığı, bilginin yokluğu cehaleti, sevginin yokluğu korkuyu, korku da kendi çocuklarını, yani nefreti, merhametsizliği, hoşgörüsüzlüğü vb. yaratır. Kısaca, bir şeyin aslı insan bilincine uğramadığı zaman, zihin o boşluğu onun gölgesiyle doldurur. Nefret de bir gölgedir, sevgi insan bilincine egemen olduğunda çekip gider.
Bu noktada can alıcı soru şudur: Tanrının sevgiyle yarattığı bir dünyada negatif gölgelere ne gerek var? Çünkü Tanrıya dönüş, yani olgunlaşma gölgeler olmadan sağlanamaz, insan bilinci ancak zıtlarla dersini öğrenebilir. Parça (insan) Bütün’ün yeteneklerini taşımadığı, algısı yaratılışın nitelikleriyle sınırlı olduğu için zıtlarla düşünmek ve eylemek zorundadır. İnsanoğlu sevgiyi algılamak için nefreti, mutluluğu tatmak için acıyı kullanır. İdrak darlığı yüzünden, parçanın Bütün’e ulaşmak için kullandığı bir yöntemdir bu. Kısaca, insan Tanrıya dönüşün ancak sevgi ve bilgiyle mümkün olduğunu öğreninceye kadar negatif gölgelerle boğuşmak zorundadır. Dolayısıyla, nefret insanı sevecenliğe taşıyan bir kamçıdır denebilir! Başka bir deyişle, nefret “dolaylı sevgidir.” İnsan binlerce kez nefret-sevecenlik döngüsünü yaşayarak sevgiye, o yolla da Tanrıya ulaşır.
Zıtların olmadığı bir alemde hayatiyet de olmaz, yaşam denen oyunun kotarılması için zıtların varlığı gereklidir. Aksi takdirde tezahürden önceki duruma, Tanrının bölünme ve ikilikten arınmış olduğu “büyük sessizliğe” dönülmüş olur, yani yaratılış sona erer. Üstelik, sevecenlik ve nefret öyle sanıldığı gibi birbirinden bağımsız duygular da değildir, aralarında aşılmaz engeller yoktur, sevgideki aşırılığın bazen nefret kisvesine bürünmesi bu yüzdendir. Terk edilen sevgilinin eski aşığına duyduğu nefret, ihanete uğradığını sanan sevginin feryadı değil midir? En çok nefretin, vaktiyle en çok sevilen kişiye duyulduğu çok görülmüştür. Özellikle duygusal insanlar, nefret köprüsünden geçmeden sevgiye ulaşamazlar, tıpkı iman sahibi olmak için küfrün ateşinde yananlar gibi! Nefretin karanlığında biraz arzu, biraz kıskançlık, biraz gıpta, bolca da maskelenmiş sevgi vardır!
Sevginin nefrete, nefretin sevgiye dönüşebilmesi, gölgeyle cevher arasındaki yakın ilişkinin kanıtıdır. Nefretin sevgiden bağımsız bir varlığı olsaydı, dönüşüm imkansız hale gelirdi. Sonuç olarak, nefret denen yapay duygunun, Tanrının kullandığı bir “ökse” olduğunu söylemek abartma sayılmaz. Tanrı bu negatif duyguları kullanarak yaratıklarını eğitmekte, onları Zat’ına çağırmaktadır.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa