Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

7 Mayıs 2007 Pazartesi

ACININ KAYNAĞI

Çömezin yüzüne keyifli bir gülümseme yayılıverdi, aylardır kolladığı fırsatı yakalamanın verdiği rahatlıkla seğirti. İşte üstat oradaydı, bahçedeki iğreti tahta masaya kollarını dayamış, sanki ömründe ilk kez görüyormuş gibi çiçek açmış erik ağacını seyre dalmıştı.
Bu nadir anların kıymetini en iyi bilenlerden biriydi çömez, üstat genellikle görmez, duymaz ve konuşmazdı. Gözlerini saatlerce, bazen günlerce sabit bir noktaya dikip düşüncelere dalar, içine kapandığı sürece bir ceset gibi duyarsız olurdu. Birkaç kez bu derin uykudan onu uyandırmaya yeltenmiş, ama hiçbir tepki alamamışlardı. Eğer üstadın gözleri sabit bir noktaya kitlenmiş, gözlerindeki derinlik artmışsa, bu dünyada olmadığını geçmiş deneyimlerinden bilirlerdi, oysa şimdi en azından erik ağacıyla ilgileniyor gibiydi. Çömez getirdiği çorba kasesini ve iki dilim ekmeği masaya bırakıp bir adım geri çekildi. Üstadın gözlerini erik ağacından ayırıp kendini fark etmesini bekledi, ama ihtiyar oralı bile değildi, başını çevirmeden fısıldadı:
- Ne bekliyorsun?
- Efendim bir şey sormak için izninizi istiyorum.
Bilge çok yavaş bir hareketle sırtını arkasındaki ağaca dayayıp,
- Sor bakalım, dedi.
Üstadın hareketlerindeki yavaşlığa hayrandı, bazen bir kaplumbağayı imrendirecek kadar yavaşlatabiliyordu hareketlerini. Kolları bir tüy gibi inip kalkıyor, dudakları çok yavaş kımıldıyordu. Böyle anlarda onu seyretmek, zamanın yavaşladığını hissetmek gibi bir şeydi, sanki o zamanın içinde değil de, zaman onun içindeydi! Üstadın soran gözlerini üzerinde hissedince birden düşüncelerinden sıyrıldı ve damdan düşer gibi sordu:
- Efendim acının kaynağı nedir, biz neden acı çekiyoruz?
Uzun bir sessizlik oldu. Bilgenin şu anda böyle şeylerle uğraşmaya hiç niyetli olmadığı her halinden belliydi. Erik ağacıyla ilgilenmekten vazgeçmiyor, çiçeklerle donanmış her dalı sanki içine sindirir gibi uzun uzun seyrediyordu. Normal bir insanın beş, bilemedin on dakika seyrettikten sonra bıkacağı bu erik ağacında ne buluyordu sanki? Neden her şeyi sıra dışıydı bu adamın?
- Bir suçlu mu arıyorsun, diye mırıldandı bilge.
Çömez suçüstü yakalanmış gibi panikledi, demek üstat aklından geçenleri sezmişti. Kıpkırmızı kesildi, bir şeyler söylemek, özür dilemek istiyordu.
- Düşündüklerini değil, sorduğun soruyu kastediyorum, dedi bilge.
- Hayır efendim suçlu aramıyorum, acının kaynağını merak ettim sadece.
- Sana bu soruyu sorduran sebep neyse acının kaynağı da odur!
- Yani bilgisizliğim mi?
- Hayır idraksizliğin, idraki olmayanın bilgisi de olmaz. Bilgi bir sonuçtur, sebep değildir.
- Bana acının kaynağını açıklasanız bilgilenmiş olmaz mıyım?
- Hayır olmazsın, sadece ezberlemiş olursun, çünkü acının kaynağını idrak eden sen değilsin. Kaynağı bulan benim, bilgiyi satan da benim, senin bu işte hiçbir dahlin yok.
Diyelim ki bugün acının kaynağını benden öğrendin, yarın sevincin kaynağını kendin bulabilecek misin, yoksa yine benim kapımı mı çalacaksın? Unutma ki ben ölünce her şeyin kaynağını sana soracaklar.
Çömez utancından başını önüne eğip bekledi. Üstat haklıydı, taşıma suyla değirmen dönmezdi elbet. Yanıtları kendi bulmalıydı, ama üstadın sözünü ettiği idraki nasıl kazanacaktı, acaba idrak sahibi olmayı öğretemez miydi? Çömezin aklından geçenleri anlamış gibi yumuşak bir sesle söze başladı bilge,
- Bak oğul, bilgi sahibi olmak için bir öğretmene gidebilirsin, ama idrak sahibi olmak için kendi benliğine başvurmak zorundasın. Başkalarının düşüncelerini toplamak yerine, yanlış sonuçlara varmak pahasına kendi idrakine güvenmelisin, çünkü idrakin temelinde Kaynağın farkındalığı vardır, yani Tanrısal özün farkındalığı. Doğruyu yanlıştan, gerçeği illüzyondan ayıran bir yetenektir o, Tanrısal bilginin aracısız, sezgisel yolla kavranışıdır. Hata yapmaktan korkma, yeter ki idrak etmeye başla, sonunda mutlaka doğruyu bulursun. Diyelim ki yanlış bir sonuca vardın, işte ben o zaman gerekliyim, yanlışı düzeltmen için bir işaret verebilirim. Dikkat et işaret dedim, bilgi demedim, çünkü bilgiyi sen idrak etmelisin. Neden dersen, bilginin idrakinde ihale olmaz, işin üstesinden ancak yüksek benliğin, yani farkındalığın gelebilir. Ne demek istediğimi anladın mı?
- Yüksek benlik ve farkındalık hariç ne demek istediğinizi anladım efendim.
- Demek ikisi hariç her şeyi anladın, geride anlaman gereken bir şey kalmadı ki zaten! Bak oğlum, yüksek benlik, bedeni ve küçük benliği (ego) yöneten bireysel ruhun en yetkin parçasıdır, onsuz ayakta bile duramazsın. Yüksek benlik, farkındalığı kullanarak kozmik havuzdaki her tür bilgiye ulaşabilir, ama önce yüksek benliğin nasıl devreye sokulacağını öğrenmen, dahası buna niyet etmen gerek. Meditasyonun ve duanın amacı yüksek benliği devreye sokmaktır, şimdi anladın mı?
- Anladım efendim. Demin, sana bu soruyu sorduran sebep neyse acının kaynağı da odur dediniz, bu idrakimin kıt olduğu anlamına mı geliyor?
- Hayır, idrak yeteneğini kullanmadığın anlamına geliyor. Her insan o yetenekle donatılmıştır, ama kimi kullanır kimi de kullanmaz, sen kullanmayanlardansın!
- Anlattıklarınızdan, idrakle bilgi arasında dağlar kadar fark olduğunu anlıyorum, bu tespitim doğru mu?
- Evet doğru. İnsan ancak kendi bulduğu şeyi idrak edebilir, başkasının bulduğu şeyi ise öğrenebilir. İdrakte vukuf vardır, bilgide teslimiyet. İdrak, sezgi ve düşünceyle kazanılan bilginin akıl süzgecinden geçirilmesiyle elde edilir ve bireyseldir. Bilgi ise, başkaları tarafından bulunmuş sonuçların öğrenilmesidir ve kolektiftir. İdrak, gerçeği kavramada tamamen sübjektif niteliklere dayanır, bilgi ise objektif yasalardan söz eder. İnsanlık henüz idrakin esrarını kavrayabilmiş değil. Burada sözünü ettiğimiz bilgi beşeri bilgidir, ilahi bilgiyle ilgisi yoktur.
Çömezin bakışlarındaki şaşkın ifadeyi gören bilge aniden durdu. Belli ki çocuğun kafası iyice karışmıştı, tekrar asıl konuya döndü,
- Şimdi gelelim acının kaynağına. Önce şunu bilmelisin ki, yaratılışta her şey zıddıyla kaimdir, yani yaratılış karşıtların birliği üzerine bina edilmiştir. Zıddını bağrında taşımayan hiçbir şey yoktur. Güzel bir beden sonunda leşe dönüşür, gece gündüze dönüşür, bugün yarına dönüşür ve acı sevince dönüşür, yani birbirine karşıt gibi, iki gibi görünen aslında tek bir şeydir. Paranın iki yüzü, yazısı ve turası vardır, ama aslında tek bir paradır. Deniz vardır, dalga vardır, ama deniz başka dalga başkadır diyebilir misin? Bir yönüyle denizdir, diğer yönüyle dalga, ama her ikisi tek bir beden içindedir. Buraya kadar tamam mı?
- Tamam efendim.
- İşte acı ve sevinç de böyledir, bir yönüyle acıdır, diğer yönüyle sevinç, ama ikisi de aslında tek bir şeydir. Bir bakarsın acı sevince dönüşmüş, bir de bakarsın sevinç acıya dönüşmüş. Onları karşıt gibi görmek idrak eksikliğidir, Bütün’ün farkındalığını yitirmektir. Bu yanılgıya yol açan egodur, çünkü insanoğlu acıyı dışlayıp sevinci sahiplenir, biri olmadan diğerinin olamayacağını idrak edemez. İster ki nasibine hep sevinç düşsün, acı düşmesin. Egonun bu ısrarlı tercihi çözümsüzlüktür, yani yaşamın dondurulmasıdır. Salt acılardan oluşan bir dünya ne kadar abesse, salt sevinçlerden oluşan bir dünya da o kadar abestir. Çünkü o durumda ne sevincin sevinç olduğu, ne de acının acı olduğu kavranabilir. Bir şeyin acı verici olduğunu ancak sevinç ölçeğine vurarak, ya da sevinç verici olduğunu ancak acıyla kıyaslayarak anlayabiliriz. Karşıtların olmadığı tek yer Hiçlik alemidir, orası Tanrının yurdudur! Bu saptamayı yaptıktan sonra, acının kaynağının bu gerçeği idrak edememek olduğunu da anlarsın. İnsanlar, iki karşıt olgu (acı ve sevinç) gibi tezahür edenin aslında tek bir şey olduğunu kabullenmek istemezler, deyim yerindeyse dikensiz gül isterler. İşte acıya yol açan bu idrak eksikliğidir, şimdi anladın mı?
- Anladım efendim, ama insanların bu basit gerçeği neden kavrayamadıklarını, işaret ettiğiniz bağlantıyı neden kuramadıklarını anlayamıyorum.
- Kuramazlar, çünkü insan gibi düşünür, Tanrı gibi düşünmezler. Kozmik sisteme tümüyle bakmak yerine, bir iki noktasına takılıp kalırlar. İtiraf etmelisin ki, ben bu açıklamayı yapmadan önce sen de onlar gibiydin. Devasa bir makineyi çalıştıran diyelim ki yüz çark var, bunlardan birkaçını gösterip makineyi onların çalıştırdığını söyleyebilir misin? Oysa yüz çarkın her birinin ayrı bir işlevi var, ancak her biri kendi görevini yaptığı zaman makine çalışabilir. Şimdi bir makine düşün ki iki çarkı olsun, birinin adı sevinç diğerininki acı, bunlardan birini devreden çıkarırsan ne olur?
- Makine durur efendim.
- Evet durur, demek ki acı ve sevinç birlikte varolmak zorunda. Ben sevinci istiyorum acıyı istemiyorum demek imkansızı istemektir. Bunun anlamı, ben sistemin denge ve uyum içinde olmasını istemiyorum, kaos istiyorum demektir. Buradan çıkan sonuç şudur: Herkes acı ve sevinçten payına düşeni kabullenmek zorundadır, birine yapışıp diğerini itmek sistemi felç eder. Makinenin iki çarkını da kabullenmeyen kişi idraksizdir.
- Bir ara orası Hiçlik alemidir, Tanrının yurdudur dediniz, bunun anlamı nedir?
- Hiçlik bize nispetledir, algı ve yargılarımızın işlevini yitirdiği yerdir orası!
Karşıtlar aslına dönmüş, çatışma bitmiştir. Orada ne acı, ne de sevinç vardır, ne doğru ne yanlış, ne güzel ne de çirkin! Tanrının yurdu demek, çokun Tek’e dönüştüğü yaratılıştan önceki asli vatan demektir. İdraki o mertebeyi kavrayacak kadar gelişmiş insanın gözünde tüm karşıtlar aynı değerdedir, acıyla sevinç aynı ağırlıktadır, kötüyle iyinin hiçbir farkı yoktur. Onun indinde insanlık, Tanrının bahçesindeki iki ayrı ağaçtan beslenen varlıklar gibidir. Acının ağacından beslenen de, sevincin ağacından beslenen de aynı bahçede yan yana yaşam dediğimiz işi kotarmaktadır. Bilge kişinin karşıtlar arasında tercih yapma hakkı yoktur. Bu yüzden kötüye karşı hoşgörülü, acıya karşı dayanıklı olmayı içine sindirmiş, sistemin aksamadan işlemesi için bunun gerekli olduğunu kavramıştır.
- Ama insanlara nasihat ederken tercih yapıyorlar, kötüye karşı iyiyi savunuyor, insanların acı çekmesini istemiyorlar.
- Öyle davranmak zorundalar, çünkü insanların idraki kıt! Sıradan insanın,
karşıtların ardındaki birliği göremediğini bildikleri için gerçek düşüncelerini gizlerler.
- Tanrıyı Yokluk ve Hiçlik olarak nitelendirdiniz, yokluktan varlık nasıl çıkabilir?
- Demek ki şimdiye kadar anlattıklarımdan hiçbir şey anlamadın. Geceden gündüz, acıdan sevinç nasıl çıkıyorsa, yokluktan varlık da öyle çıkar. Her şey ancak zıddıyla kaimdir demedik mi? Yokluk olmadan varlık düşünülemez. Eğer hatırlarsan, yokluk ve hiçlik bize nispetledir demiştim. Biz bir şeyin var olduğunu anlamak için önce onun yok olduğunu düşünmek zorundayız, çünkü aklımız kıyas sistemiyle çalışır. Kısası olmayan uzun, güzeli olmayan çirkin ne ifade eder? Etse etse ataleti ifade eder. Bu yüzden varlığı anlamak için yokluğa muhtacız. Ama bu yokluk asla Tanrıya nispetle bir yokluk değildir. Onun Zat'ında varlık- yokluk, doğru- yanlış, iyi- kötü gibi kavramların hiçbir anlamı yoktur. Orada varlık yoktur ki karşıtlar olabilsin! Sözünü ettiğimiz mertebe Tanrının “Zat” mertebesidir, kendi Zat’ından başka hiçbir şeyin olmadığı bir keyfiyet yani. Dikkat et, bu mertebe sadece bizim için yokluk ve hiçliktir, Tanrıya nispetle yokluk ve hiçlik olamaz, eğer olursa ikilik olur. Bir Tanrı, bir de yokluk olur ki, onun adı putperestliktir! Öyle değil mi?
- Evet efendim haklısınız, ama bunu kavramak pek kolay değil.
- Kolay olduğunu söylemedim ki, ama tek kurtuluş yolu olduğu kesin. İnsanoğlu ancak idrakini genişlettiği zaman hayatı kendine zehir eden dertlerden kurtulabilir. İşaya peygamberin “Bakacak bakacak görmeyecekler, duyacak duyacak anlamayacaklar” derken kastettiği şey işte budur. Eğer insan baktığını göremiyor, duyduğunu anlayamıyorsa, daha uzunca bir süre acıların örsünde dövülecek demektir!
- Efendim ben baktığımı görebiliyor, duyduğumu anlayabiliyorum, ama yine de varlık ve yokluk konusunda zorlanıyorum.
Bilgenin yüz hatlarında acı bir tebessüm belirdi, parmağını uzatıp biraz evvel seyrettiği erik ağacını gösterdi:
- Demek baktığını görebiliyorsun? Peki bak bakalım şurada ne görüyorsun?
- Çiçek açmış güzel bir erik ağacı görüyorum efendim.
- O kadarını bir kedi bile görebilir, başka ne görüyorsun?
- Başka bir şey göremiyorum.
- Oysa ben gövdesinden dallarına doğru yürüyen öz suyunu görebiliyor, kalp atışlarını bile duyabiliyorum. Dahası, çevresindeki varlıklarla uyum içinde aktığını da sezebiliyorum, demek ki bakmadan bakmaya fark var, sadece baş gözüyle değil, gönül gözüyle de bakmayı öğrenmelisin. Eh kolay iş değil, bıkıp usanmadan deneyeceksin.
Şaşkın bakışlarla erik ağacını seyreden çömezin dalıp gittiğini gören bilge sesini yükselterek devam etti:
- Tekrar konumuza dönelim. Öyleyse acıyla sevince sıradan insanlar gibi birbirinden kopuk duygular olarak bakmamalı, yaratılışın olmazsa olmazları olduğunu idrak etmelisin. Bu bakış açısı, seni sevinçler karşısında aşırı iyimserliğe, acılar karşısında aşırı kötümserliğe düşmekten koruyacaktır. İnsanoğlu acı ve sevinçten payına düşeni tevekkülle kabullenirse, tıpkı şu ağaç gibi doğayla kavga etmeden yaşayabilir. Aksi takdirde yaşam, acıların insanı mutsuz ettiği, sevinçlerin ise yapay mutluluk sağladığı anlamsız bir oyun olmaktan öte gidemez. Kısaca, insanın yapacağı en saygıdeğer iş kozmik uyumu yakalayabilmektir. Acılardan kurtulmanın yolu, acıya Tanrının gözleriyle bakmaktır!
- Öğütlerinizi tutacağımdan emin olabilirsiniz efendim, beni aydınlattığınız için teşekkür ederim.
- Benim işim aydınlatmak değil, ben sadece yolu gösteririm, aydınlanacak olan sensin. Hadi git artık.
Çömez üstadın önünde saygıyla eğildikten sonra boşalan çorba kasesini alıp yürüdü. Bilge sırtını yavaşça ağaca yaslayıp gözlerini yumdu, erik ağacında vızıldayan arıların sesini dinlemeye koyuldu.

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa