HEP SEN!
“Golgota denen yere geldikleri zaman içsin diye kendisine ödle karışık şarap verdiler. İsa onu tadınca içmek istemedi. Onu haça gerdikten sonra esvabını kura çekerek aralarında paylaştılar. Ve “Yahudilerin Kralı Budur” diye başı üzerine cürüm yaftası koydular.
“Ve altıncı saatten dokuzuncu saate kadar tüm yeryüzüne karanlık çöktü. Ve dokuzuncu saate doğru İsa: “Eli, Eli, lama sabaktani? ” yani “Allah’ım, Allah’ım beni niçin bıraktın? ” diye yüksek sesle bağırdı ve ruhunu verdi.
“Ve işte mabedin perdesi yukardan aşağıya kadar yırtılıp iki parça oldu. Yer sarsılıp kayalar yarıldı, kabirler açılıp uykuda olan nice mukaddeslerin cesetleri kıyam ettiler. Onlar kabirlerden çıkıp İsa’nın kıyamından sonra mukaddes şehre girdiler ve birçok kimselere göründüler.”
Golgota tepesinde haça gerilen o peygamber sensin! Onu haça geren de, kura çekip esvabını paylaşan da sensin! Üç saat boyunca yeryüzüne çöken zulmet sensin, mabedin boydan boya yırtılan perdesi, sarsılan yer sensin! Açılan kabir, kıyam eden ceset de sen!
* * *
“Ve vaki oldu ki, kırda oldukları zaman Kain kardeşi Habil’e karşı kalkıp onu öldürdü. Ve Rab Kain’e dedi: Kardeşin Habil nerede? Ve dedi: Ne yaptın? Kardeşinin kanı topraktan bana bağırıyor. Ve şimdi sen toprak tarafından lanet edildin, o toprak ki kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açtı, toprağı işlediğin zaman artık sana kuvvetini vermeyecektir, yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın.”
Habil’i öldüren Kain sensin, öldürülen Habil de sen! Topraktan bağıran kan sensin, Kainle konuşan Rab da sen!
* * *
“Yalçın kayalıklardan bir kartal kalktı, çalıların dibinde anasıyla oynaşan yavru tavşana doğru süzüldü. Can alıcının gölgesi üzerine düştüğünde can havliyle fırladı hayvan, ama artık çok geçti, sivri pençelerin etine gömüldüğünü hissetti. Anne tavşan art ayakları üzerine yükselip boynunu büktü ve yavrusunun ardından hüzünlü bir çığlık attı!
O tavşanı pençeleyen kartal sensin, gaga darbeleriyle lime lime edilen yavru da sensin, çığlık atan ana da sen!
* * *
Sabahın seher vaktinde bülbül, al bir gül üstüne konarak şarkı söyledi.
Sabahın seher vakti sensin, o al gül de sen! Şarkı söyleyen bülbül sensin, al gülün boy verdiği toprak da sen!
* * *
Türlü cilvelerin, akıl almaz işlerin var senin. Her yerde boy gösteren vücut senin vücudun! Ey bin yüzlü sihirbaz, dünya denen bu sahnede oyuncular kime oynamaktalar oyunlarını? Tek başına mı eğlenmektesin, yoksa yalnızlıktan bunalıp bir meşgale mi yarattın kendine? Bunca değişik kılığa bürünmenin hikmeti nedir? Binlerce yıldır çözemediğimiz bu garip bilmecenin sırrını söyle artık, bilinmezlikler içinde yitip gittik biz, sır denizlerinde kaybolduk, öylesine kaybolduk ki niçin yaşadığımızı bile bilmiyoruz.
Varlık sebebimiz konusunda varabildiğimiz en uç nokta, peygambere söylediklerinden çıkardıklarımız. Diyorsun ki, “Habibim sen olmasan kainatı yaratmazdım.” Bu sözünle peygamberin bedenini değil, şuur düzeyini kastediyorsun elbette, yani kainatı peygamberin şuuruna ulaşmış insanların yüzü suyu hürmetine yarattığını söylemek istiyorsun. Kamil insan büründüğün kılıkları en iyi bilen kişi olduğuna göre, acaba varlık sebebimiz seni bilmeye mi endeksli? Seni layıkıyla bildiğimizde yaratılışın sırrı çözülmüş mü olacak?
“Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi diledim, bu yüzden kainatı yarattım” diyorsun. Demek ki kendini bilmek için bize ihtiyacın var, demek ki kendi varlığın sana yetmiyor! Gizli hazine olarak kalsan bilinemeyecek ve sevilemeyecektin. Demek ki görece varlığımıza gereksinim duyuyorsun, bu durum kadir sıfatına gölge düşürmez mi? Düşürmez diyeceksin, çünkü bilen de bilinen de benim, kadir sıfatıma gölge düşmesi için benden ayrı bir vücudun olması gerek. Haklısın, çalan da sensin oynayan da!
Öyle görünüyor ki, tüm yaratılış bilinmek ve sevilmek için düzenlediğin bir oyundan ibaret. Oyunu başarıyla tamamlayan seni idrak edip asli cevherine dönüyor, idrak edemeyense görece vücudunda, yani evrende savrulup duruyor. Varlık sebebimiz konusunda vardığımız en uç nokta işte bu. Seni bilmek ve sevmek için, sana dönmek için evren denen bu devasa çarkta binlerce kez öğütülüp duruyoruz. Sana dönünce elimize ne geçecek diye sormuyorum, çünkü vereceğin yanıtı biliyorum, sen yoksun ki eline bir şey geçsin diyeceksin. Üstelik kendini var zannedenin sana dönme şansı hiç mi hiç yok! Ey sırların efendisi söyle bize, tüm sorun sana dönmek mi, yoksa daha ötesi de var mı?
“Golgota denen yere geldikleri zaman içsin diye kendisine ödle karışık şarap verdiler. İsa onu tadınca içmek istemedi. Onu haça gerdikten sonra esvabını kura çekerek aralarında paylaştılar. Ve “Yahudilerin Kralı Budur” diye başı üzerine cürüm yaftası koydular.
“Ve altıncı saatten dokuzuncu saate kadar tüm yeryüzüne karanlık çöktü. Ve dokuzuncu saate doğru İsa: “Eli, Eli, lama sabaktani? ” yani “Allah’ım, Allah’ım beni niçin bıraktın? ” diye yüksek sesle bağırdı ve ruhunu verdi.
“Ve işte mabedin perdesi yukardan aşağıya kadar yırtılıp iki parça oldu. Yer sarsılıp kayalar yarıldı, kabirler açılıp uykuda olan nice mukaddeslerin cesetleri kıyam ettiler. Onlar kabirlerden çıkıp İsa’nın kıyamından sonra mukaddes şehre girdiler ve birçok kimselere göründüler.”
Golgota tepesinde haça gerilen o peygamber sensin! Onu haça geren de, kura çekip esvabını paylaşan da sensin! Üç saat boyunca yeryüzüne çöken zulmet sensin, mabedin boydan boya yırtılan perdesi, sarsılan yer sensin! Açılan kabir, kıyam eden ceset de sen!
* * *
“Ve vaki oldu ki, kırda oldukları zaman Kain kardeşi Habil’e karşı kalkıp onu öldürdü. Ve Rab Kain’e dedi: Kardeşin Habil nerede? Ve dedi: Ne yaptın? Kardeşinin kanı topraktan bana bağırıyor. Ve şimdi sen toprak tarafından lanet edildin, o toprak ki kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açtı, toprağı işlediğin zaman artık sana kuvvetini vermeyecektir, yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın.”
Habil’i öldüren Kain sensin, öldürülen Habil de sen! Topraktan bağıran kan sensin, Kainle konuşan Rab da sen!
* * *
“Yalçın kayalıklardan bir kartal kalktı, çalıların dibinde anasıyla oynaşan yavru tavşana doğru süzüldü. Can alıcının gölgesi üzerine düştüğünde can havliyle fırladı hayvan, ama artık çok geçti, sivri pençelerin etine gömüldüğünü hissetti. Anne tavşan art ayakları üzerine yükselip boynunu büktü ve yavrusunun ardından hüzünlü bir çığlık attı!
O tavşanı pençeleyen kartal sensin, gaga darbeleriyle lime lime edilen yavru da sensin, çığlık atan ana da sen!
* * *
Sabahın seher vaktinde bülbül, al bir gül üstüne konarak şarkı söyledi.
Sabahın seher vakti sensin, o al gül de sen! Şarkı söyleyen bülbül sensin, al gülün boy verdiği toprak da sen!
* * *
Türlü cilvelerin, akıl almaz işlerin var senin. Her yerde boy gösteren vücut senin vücudun! Ey bin yüzlü sihirbaz, dünya denen bu sahnede oyuncular kime oynamaktalar oyunlarını? Tek başına mı eğlenmektesin, yoksa yalnızlıktan bunalıp bir meşgale mi yarattın kendine? Bunca değişik kılığa bürünmenin hikmeti nedir? Binlerce yıldır çözemediğimiz bu garip bilmecenin sırrını söyle artık, bilinmezlikler içinde yitip gittik biz, sır denizlerinde kaybolduk, öylesine kaybolduk ki niçin yaşadığımızı bile bilmiyoruz.
Varlık sebebimiz konusunda varabildiğimiz en uç nokta, peygambere söylediklerinden çıkardıklarımız. Diyorsun ki, “Habibim sen olmasan kainatı yaratmazdım.” Bu sözünle peygamberin bedenini değil, şuur düzeyini kastediyorsun elbette, yani kainatı peygamberin şuuruna ulaşmış insanların yüzü suyu hürmetine yarattığını söylemek istiyorsun. Kamil insan büründüğün kılıkları en iyi bilen kişi olduğuna göre, acaba varlık sebebimiz seni bilmeye mi endeksli? Seni layıkıyla bildiğimizde yaratılışın sırrı çözülmüş mü olacak?
“Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi diledim, bu yüzden kainatı yarattım” diyorsun. Demek ki kendini bilmek için bize ihtiyacın var, demek ki kendi varlığın sana yetmiyor! Gizli hazine olarak kalsan bilinemeyecek ve sevilemeyecektin. Demek ki görece varlığımıza gereksinim duyuyorsun, bu durum kadir sıfatına gölge düşürmez mi? Düşürmez diyeceksin, çünkü bilen de bilinen de benim, kadir sıfatıma gölge düşmesi için benden ayrı bir vücudun olması gerek. Haklısın, çalan da sensin oynayan da!
Öyle görünüyor ki, tüm yaratılış bilinmek ve sevilmek için düzenlediğin bir oyundan ibaret. Oyunu başarıyla tamamlayan seni idrak edip asli cevherine dönüyor, idrak edemeyense görece vücudunda, yani evrende savrulup duruyor. Varlık sebebimiz konusunda vardığımız en uç nokta işte bu. Seni bilmek ve sevmek için, sana dönmek için evren denen bu devasa çarkta binlerce kez öğütülüp duruyoruz. Sana dönünce elimize ne geçecek diye sormuyorum, çünkü vereceğin yanıtı biliyorum, sen yoksun ki eline bir şey geçsin diyeceksin. Üstelik kendini var zannedenin sana dönme şansı hiç mi hiç yok! Ey sırların efendisi söyle bize, tüm sorun sana dönmek mi, yoksa daha ötesi de var mı?
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa