İKİ TANRI, İKİ İNSAN
13. yüzyılda yaşamış ünlü sufilerden Azizüddin Nesefi, İnsan-ı Kamil adlı eserinde, Şia ile Ehli Sünnet mezheplerinin Tanrı anlayışını kıyaslarken şöyle diyor: “Bazılarının dediklerine göre, yüce Allah ezelde her şeyin zatı ve sıfatını, miktarını bilmiştir. İşte bu Allah’ın takdiridir, yani onun ilmi takdiridir. Bu taife Şia’dır. Bazılarının dediklerine göre ise, yüce Allah ezelde her şeyin zatı ve sıfatını, miktarını bilmiş ve istemiştir. Bu Allah’ın takdirinin manasıdır, yani onun ilmi ve iradesi takdiridir. Bu taife de Ehli Sünnet’tir.”
Bu cümleyi basitleştirirsek, Azizüddin Nesefi’nin ne demek istediğini daha iyi anlarız. Şia mezhebine göre, Tanrı ta başta yaratılan her şeyin zatını, sıfatını ve miktarını bilir. Bu onun ilminin gereğidir ve hiçbir şey Tanrının bilgisinin dışında değildir. Ehli Sünnet mezhebine göre ise, Tanrı ta başta her şeyin zatını, sıfatını ve miktarını bilir ve ister. Hiçbir şey onun ilminin ve isteğinin dışında değildir. İlk bakışta bu iki tanım arasında pek fark yok gibi görünüyor. Oysa dağlar kadar fark var! Şöyle ki, Şia’ya göre Tanrı her şeyin bilgisine sahip bir ilim sahibidir, Ehli Sünnete göreyse hem ilim sahibi, hem de istek sahibidir. Başka bir deyişle, yaratıkları hakkında hem bilgisi vardır, hem de iradesiyle onların ne yapacağını tayin eder. Tanrı birinde sadece bilenken, diğerinde hem bilen, hem de müdahale edendir. Sonuçta bu iki tanımdan iki Tanrı anlayışı ortaya çıkar. Şia’nın Tanrısı insanın hareketlerine karışmayan, ama her şeyin başlangıç ve sonunu bilen bir ilim sahibidir. Ehli Sünnet’in Tanrısı ise, yaratıklarına müdahale eden, onların ne yapacağına karar veren bir ilim sahibidir.
Nitekim Azizüddin Nesefi, aynı kitapta bir paragraf altta bu iki Tanrı anlayışına tekabül eden iki insan tipini şöyle tarif etmektedir: “Eğer O’nun ilmi O’nun takdiriyse, bu takdire göre bütün insanlar sözlerinde, hallerinde ve her şeyde muhtar olurlar. Dilediklerini yerler, istediklerini söylerler, istediklerini yaparlar. Eğer O’nun ilim ve iradesi O’nun takdiriyse, bu takdire göre bütün insanlar sözlerinde, hallerinde ve her şeyde mecbur olurlar. Allah’ın dilemiş olduğu şeyi yerler, söylerler ve yaparlar. Çünkü Allah’ın ilmi insanların ihtiyarına mani olmaz, ama Allah’ın iradesi insanların ihtiyarına engel olur.” Yani Azizüddin Nesefi demek istiyor ki, Şia’nın Tanrı anlayışına denk düşen insan hareketlerinde serbesttir. Tanrı onun ne yapıp yapmayacağını, sonunun nasıl olacağını bilir, ama şu ya da bu davranışı seçmesine, iyi ya da kötüye yönelmesine karışmaz, onu serbest bırakır. Ehli Sünnet’in Tanrı anlayışına denk düşen insan ise, hareketlerinde serbest değildir, doğruyu ve yanlışı seçerken Tanrının iradesine uyar.
Bu iki Tanrı, iki insan anlayışı İslamiyet’teki ayrılıkların ve değişik uygulamaların temelini oluşturmuştur. Ehli Sünnet alimlerine göre Tanrının iradesi olmadan yaprak bile kımıldamaz, insan ne yaparsa, Tanrı tarafından önceden belirlenen bir kadere göre yapar, kimin iyi kimin kötü olacağına o karar verir, insanın istek ve iradesinin hiçbir hükmü yoktur. Bu anlayışta insan Tanrının oyuncağı gibidir, bir robot gibi önceden belirlenen rolünü oynar ve gider. Ehli Sünnet mezhebi insana hiçbir sorumluluk yüklememiş, irade özgürlüğü tanımamıştır. Bu arada Tanrı da bazı insanlara bile bile kötülük yaptırtan, onlara eziyet eden bir zorba konumuna düşürülmüştür! Kısaca, Tanrının mutlaklığını yüceltmek pahasına insanın iradesi adeta sıfırlanmıştır. Her ne kadar Cebriye ekolu dışındaki Ehli Sünnet mezhepleri irade-i cüzi’yi (sınırlı sorumluluk) kabul etmişlerse de, değindiğimiz çerçevenin dışına pek çıkamamışlardır.
Ama Şia mezhebinin insanları irade özgürlüğüne sahip varlıklardır. İyiyi ya da kötüyü seçmekte serbesttirler. Tanrı, sorumluluğunu taşımadıkları eylemler için onları cezalandıran bir zorba değil, aksine esirgeyen ve bağışlayan adil bir varlıktır. Şia’ya göre evrende her şey kendim ettim kendim buldum mantığıyla işlemekte, insanın özgür iradesinin egemen olduğu bir yaşam tarzı hüküm sürmektedir. Şia imamlarının, özellikle Hz. Ali’nin içtihada (görüş) verdiği önem bu farklı Tanrı anlayışından kaynaklanır. Şiiler, hiçbir sorumluluk taşımayan bir robot yerine, seçimini özgür iradesiyle yapan, eylemlerinden sorumlu olan insan tipini yeğlemişler, Tanrıya ise adil bir varlığa yaklaşır gibi sevgiyle yaklaşmışlardır. Bu yüzden Alevi ve Bektaşiler, Şii olmadıkları halde insanı her şeyin merkezine koyan, Tanrıya sevgiyle yönelen insanlardır. Öte yandan, özgür iradesi, dolayısıyla seçme hürriyeti olmayan insanların cennet ya da cehenneme hangi gerekçeyle gideceği de ayrı bir konudur, özgür iradesi elinden alınanların Tanrı karşısında sorumluluğu da olamaz.
13. yüzyılda yaşamış ünlü sufilerden Azizüddin Nesefi, İnsan-ı Kamil adlı eserinde, Şia ile Ehli Sünnet mezheplerinin Tanrı anlayışını kıyaslarken şöyle diyor: “Bazılarının dediklerine göre, yüce Allah ezelde her şeyin zatı ve sıfatını, miktarını bilmiştir. İşte bu Allah’ın takdiridir, yani onun ilmi takdiridir. Bu taife Şia’dır. Bazılarının dediklerine göre ise, yüce Allah ezelde her şeyin zatı ve sıfatını, miktarını bilmiş ve istemiştir. Bu Allah’ın takdirinin manasıdır, yani onun ilmi ve iradesi takdiridir. Bu taife de Ehli Sünnet’tir.”
Bu cümleyi basitleştirirsek, Azizüddin Nesefi’nin ne demek istediğini daha iyi anlarız. Şia mezhebine göre, Tanrı ta başta yaratılan her şeyin zatını, sıfatını ve miktarını bilir. Bu onun ilminin gereğidir ve hiçbir şey Tanrının bilgisinin dışında değildir. Ehli Sünnet mezhebine göre ise, Tanrı ta başta her şeyin zatını, sıfatını ve miktarını bilir ve ister. Hiçbir şey onun ilminin ve isteğinin dışında değildir. İlk bakışta bu iki tanım arasında pek fark yok gibi görünüyor. Oysa dağlar kadar fark var! Şöyle ki, Şia’ya göre Tanrı her şeyin bilgisine sahip bir ilim sahibidir, Ehli Sünnete göreyse hem ilim sahibi, hem de istek sahibidir. Başka bir deyişle, yaratıkları hakkında hem bilgisi vardır, hem de iradesiyle onların ne yapacağını tayin eder. Tanrı birinde sadece bilenken, diğerinde hem bilen, hem de müdahale edendir. Sonuçta bu iki tanımdan iki Tanrı anlayışı ortaya çıkar. Şia’nın Tanrısı insanın hareketlerine karışmayan, ama her şeyin başlangıç ve sonunu bilen bir ilim sahibidir. Ehli Sünnet’in Tanrısı ise, yaratıklarına müdahale eden, onların ne yapacağına karar veren bir ilim sahibidir.
Nitekim Azizüddin Nesefi, aynı kitapta bir paragraf altta bu iki Tanrı anlayışına tekabül eden iki insan tipini şöyle tarif etmektedir: “Eğer O’nun ilmi O’nun takdiriyse, bu takdire göre bütün insanlar sözlerinde, hallerinde ve her şeyde muhtar olurlar. Dilediklerini yerler, istediklerini söylerler, istediklerini yaparlar. Eğer O’nun ilim ve iradesi O’nun takdiriyse, bu takdire göre bütün insanlar sözlerinde, hallerinde ve her şeyde mecbur olurlar. Allah’ın dilemiş olduğu şeyi yerler, söylerler ve yaparlar. Çünkü Allah’ın ilmi insanların ihtiyarına mani olmaz, ama Allah’ın iradesi insanların ihtiyarına engel olur.” Yani Azizüddin Nesefi demek istiyor ki, Şia’nın Tanrı anlayışına denk düşen insan hareketlerinde serbesttir. Tanrı onun ne yapıp yapmayacağını, sonunun nasıl olacağını bilir, ama şu ya da bu davranışı seçmesine, iyi ya da kötüye yönelmesine karışmaz, onu serbest bırakır. Ehli Sünnet’in Tanrı anlayışına denk düşen insan ise, hareketlerinde serbest değildir, doğruyu ve yanlışı seçerken Tanrının iradesine uyar.
Bu iki Tanrı, iki insan anlayışı İslamiyet’teki ayrılıkların ve değişik uygulamaların temelini oluşturmuştur. Ehli Sünnet alimlerine göre Tanrının iradesi olmadan yaprak bile kımıldamaz, insan ne yaparsa, Tanrı tarafından önceden belirlenen bir kadere göre yapar, kimin iyi kimin kötü olacağına o karar verir, insanın istek ve iradesinin hiçbir hükmü yoktur. Bu anlayışta insan Tanrının oyuncağı gibidir, bir robot gibi önceden belirlenen rolünü oynar ve gider. Ehli Sünnet mezhebi insana hiçbir sorumluluk yüklememiş, irade özgürlüğü tanımamıştır. Bu arada Tanrı da bazı insanlara bile bile kötülük yaptırtan, onlara eziyet eden bir zorba konumuna düşürülmüştür! Kısaca, Tanrının mutlaklığını yüceltmek pahasına insanın iradesi adeta sıfırlanmıştır. Her ne kadar Cebriye ekolu dışındaki Ehli Sünnet mezhepleri irade-i cüzi’yi (sınırlı sorumluluk) kabul etmişlerse de, değindiğimiz çerçevenin dışına pek çıkamamışlardır.
Ama Şia mezhebinin insanları irade özgürlüğüne sahip varlıklardır. İyiyi ya da kötüyü seçmekte serbesttirler. Tanrı, sorumluluğunu taşımadıkları eylemler için onları cezalandıran bir zorba değil, aksine esirgeyen ve bağışlayan adil bir varlıktır. Şia’ya göre evrende her şey kendim ettim kendim buldum mantığıyla işlemekte, insanın özgür iradesinin egemen olduğu bir yaşam tarzı hüküm sürmektedir. Şia imamlarının, özellikle Hz. Ali’nin içtihada (görüş) verdiği önem bu farklı Tanrı anlayışından kaynaklanır. Şiiler, hiçbir sorumluluk taşımayan bir robot yerine, seçimini özgür iradesiyle yapan, eylemlerinden sorumlu olan insan tipini yeğlemişler, Tanrıya ise adil bir varlığa yaklaşır gibi sevgiyle yaklaşmışlardır. Bu yüzden Alevi ve Bektaşiler, Şii olmadıkları halde insanı her şeyin merkezine koyan, Tanrıya sevgiyle yönelen insanlardır. Öte yandan, özgür iradesi, dolayısıyla seçme hürriyeti olmayan insanların cennet ya da cehenneme hangi gerekçeyle gideceği de ayrı bir konudur, özgür iradesi elinden alınanların Tanrı karşısında sorumluluğu da olamaz.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa