İNANMAK MI, BİLMEK Mİ?
Dinler ne çekmişse inanmanın objesi olmaktan çekmiştir, çünkü inanmak sanmaktır, sanmak da bilgi titrekliğidir! Ancak bilinemeyen şeye inanılır, aklın ve mantığın süzgecinden geçirilmeden öylece kabul edilir. Aslında inanç dediğimiz şey kitlelere dayatılan bir sürü ideolojisidir, sanıldığı gibi sağlıklı bir yol değildir, her zaman içinde şüphe tohumları taşır.
İnanma olgusu çok geniş bir yelpazeyi kapsar. İnanmak, inandığını sanmak, kendini inanmaya zorlamak ve inanıyormuş gibi yapmak! Günümüz dinlerinde, bu yelpazedeki olguların derece derece ortaya çıktığını görürüz. İnananlar; kendi halinde, etliye sütlüye karışmayan, fazla derinine inmeden ibadetini Tanrı için yapan ve bundan çıkar sağlamayı düşünmeyen insanlardır. Sayıca çok az olmaları, din kurumlarının başarısızlığının kanıtıdır. İnandığını sananlar; yeterli teolojik bilgisi olmadığı halde, sıradan insanın ibadetini küçümseyen, vahyi kendi meşrebine göre yorumlayıp dindarlara tepeden bakmayı alışkanlık haline getirenlerdir. Kendini inanmaya zorlayanlar; hayatta aradığını bulamadığı için içindeki boşluğu dinle doldurmayı uman, inanıp inanmama ekseninde mekik dokuyan kararsızlardır. İnanıyormuş gibi yapanlar ise; dini kişisel çıkar ve hırsı için ticaret aracı haline getirenlerdir. İnanç yelpazesinin en tehlikeli, en kalabalık kesimi bunlardır. İnsanlık onuruyla bağdaşmayan eylemleri din adına yapıyormuş gibi davranır, Tanrıyı bile çıkarlarına alet etmekten çekinmezler!
Dinlerin bu kadar değişik inanç türü içermesi aslında bilgi eksikliğinden kaynaklanır. İnanma dinin konusu olduğu sürece, herkes zannına ve mizacına göre bir din oluşturacak ve yukarda saydığımız olumsuzluklar sürüp gidecektir. Ünlü mutasavvıf Şeyh Bedrettin, Varidat adlı eserinde sözünü ettiğimiz inanç türlerine değinerek şöyle der: “Sıradan kimselerin ibadeti bir alışkanlıktır. Bir inanç yoluna ilk giren yolcuların ibadetleri de umuş ve korkuya dayanır. Yolun ortasına gelenler yüce duraklara varmak, olgunluk kazanmak için ibadete koyulurlar. Yolun sonuna varanlar ise, şeriatin sınırlarını koruma düşüncesiyle kulluk ederler.” Görüldüğü gibi, inanmanın arz ettiği çeşitlilik ve kofluk Bedrettin’i de rahatsız etmektedir.
Peki çözüm nedir? Din inanmanın konusu olmayacaksa neyin konusu olacak? Elbette bilginin, ama ne tür bilgi? Bunun yanıtını da yine Şeyh Bedrettin’in yarım bıraktığımız satırlarından izleyelim: “Buna karşılık içe kapanışın, dünya tutkularından kurtulmak için çalışmanın ve Tanrıya yönelmenin, Tanrısal BİLGİNİN, Tanrı bilgeliklerini ve güçlerini görmenin sonu yoktur. Bu yüzden, içe kapanışın, dünya tutkularından sıyrılmak için çalışmanın da sonu yoktur.” Dikkat edilirse Bedrettin geleneklere, umuş ve korkulara dayanan, şeriatin sınırlarını korumak için yapılan ibadetlerden yana değil, içe kapanışla elde edilen Tanrısal bilgiden yana. Bu tür bilgi pozitif bilimlerin metotlarıyla, yani akıl ve deneyle değil, sezgi yoluyla elde edilen dolaysız bilgidir. Pozitif bilimlerin pek rağbet etmediği, fazla metafizik bulduğu sezgisel bilgi, insanlık tarihi boyunca ne kadar geçerli ve gerekli olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Pozitif bilim ne kadar inkar etse de, tüm keşif ve icatların temelinde sezgiye dayalı bilgi yatar. Bunun en çarpıcı örneğini Jules Verne’de görüyoruz, onun sezgileri olmasaydı, insanlık bugün uzaya araç gönderemezdi.
Yine Şeyh Bedrettin’den sezgiye dayalı bilginin üstünlüğünü izleyelim: “Düşünce bakımından akla bağlanmak, ona güvenmek geçicidir, çünkü gönlün gerçekleri görmesini önler ve insanı saptırır. Her akıl için iki yön vardır. Biri düşünceye, görüşe dayanan anlayış, öteki ise gönlün arıtılmasına bağlı anlayış. Aklın sezgi yoluyla kavrayışı daha doğru, daha güvenli, daha kesindir ve yanılmayı önler. Görüşe, düşünceye dayanan akla düş kurmalar karışır, o yolda yanılmalar çok olur. Sezgi yolu ise gönlü arıtmayı, Tanrıya yönelmeyi, peygambere uymayı, onların yolunda gitmeyi gerekli kılar. Düşünce yolunda gönül arınması olmadığı için azgınlık ve yanılma vardır. Gerçeği arayan kimsenin peygamberlerin yoluna girmesi, içe kapanması, dünya tutkularından sıyrılması, bulanık düşüncelere kapılıp akla bağlanmaması gerekir. Sonunda bulanıklık, karanlık ortadan kalkar, gerçek tüm çıplaklığıyla görünür.”
Sezgiye dayalı bilginin yanılmazlığı, günümüzdeki bazı bilim adamlarının, özellikle de teorik fizikçilerin tespitleriyle doğrulanmıştır. Fritjof Capra, David Bohm gibi fizikçiler, atom altı dünyada yapılan deneylerin, tasavvufun sezgiyle vardığı verileri doğruladığını, evrenin tek ve parçalanmaz bir bütün olduğunu, maddenin atomlarının düzensiz ve amaçsız değil, belli bir prensibe göre hareket ettiğini, bu prensibin, Tanrısal özün maddenin en alt biriminde yansımasından başka bir şey olmadığını söylemekteler.
Bu tespitlerin ışığında yapılacak ilk şey, sezgiye dayalı bilgiyi dinin dayanağı haline getirmektir. Böylece din sanılara dayalı bir inanç çeşitliliği olmaktan kurtulacak, istismar edilemez bir bilgi kaynağına dönüşecektir. Aslında bu yöntem çok eski çağlardan beri kısıtlı bir çevrede uygulanmakta, tasavvufi tarikatların dergahlarında Tanrıya inanmak değil, Tanrıyı bilmek öğretilmekteydi. Hiçbir tasavvuf erbabı yoktur ki Tanrıya inanıyorum desin, onlar Tanrıya inanmaz, Tanrıyı bilirler. Hz. Muhammed’den nakledilen bir hadis şöyle der: “İçinizde en çok Allah’ı BİLEN benim, Ondan en çok korkan da benim.” Görüldüğü gibi peygamber Allah’a inanan demiyor, Allah’ı bilen diyor, demek ki Allah’ı bilmek mümkün. Allah’a inanmanın eskiden bir mazereti vardı, çünkü kolayca soyutlama yapabilmek, hele bilimsel verilere ulaşabilmek geçmişte zordu. Ama günümüzün modern insanı hem soyutlama yapabilme, hem de bilimin verilerine ulaşma açısından daha avantajlı, Allah’ı bilmek için her türlü imkanla donatılmış durumda.
Kanımca, cumhuriyet rejiminin yaptığı en anlamsız iş, dergahları kapatarak Tanrıyı bilmenin yollarını tıkamasıdır. Tanrıya inanma yerleri (cami, havra, kilise) alabildiğine faaliyet gösterip dini istismar ederken, Tanrıyı bilme yerlerinin kapısına kilit vurulması, bu ülke insanının uğradığı en büyük talihsizlik olmuştur. Tanrıya inanma yerlerinin bir tasavvuf dergahı gibi çalıştığını, yani Tanrıyı bilmenin yollarını öğrettiğini varsayın, bunun yüzlerce yıl aralıksız yapıldığını düşünün, bugün durum nice olurdu? En azından ehli kitabın yarısı Tanrıyı sandığı gibi algılayan değil, adamakıllı bilen kişilerden oluşmaz mıydı? Bu tür bilgiyle donanmış insanı, kör inançlarını kullanarak yönlendirmek, siyasi hesaplar için kullanmak mümkün olur muydu? Tanrıyı bilen kişilere insan katlettirip çoluk çocuk yaktırabilir miydiniz? İnançlarını kolaylıkla oy sandıklarına kanalize edebilir miydiniz? Elbette hayır. Tanrıyı bilen insan, kendine reva gördüğünüz bu iğrençlikler karşısında yüzünüze tükürüverirdi! Eğer Tanrıyı bilme yerleri kapatılmamış olsaydı, Tanrıya inanma yerleri de kendilerine çeki düzen verirlerdi.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa