TANRI ÜSTÜNE
Tasavvuf Tanrı kavramını iki bölümde inceler. Tanrının Zatı ve Tanrının tezahürleri, yani (isim ve sıfatları). Kanımca, tasavvuf ilminin insan bilincine yaptığı en büyük katkı bu ayrımı yapmış olmasıdır, insan ancak bu sayede Tanrısını bilinmezlikler girdabından çekip çıkarmayı ve anlamayı başarabilmiştir.
Tanrının Zatı, onun kendine özgü, tüm insani ölçü ve algılardan arındırılmış varlık alanıdır. Bu konumda Tanrı yaratıcı bile değildir, kendi içine kapanmış, tüm kavram ve suretlerden, tüm sıfat ve isimlerden arınmış bir Tek’liktir. Tanrının bu konumuyla ilgili en iyi değerlendirmeyi Hz. Ali yapıyor: “O öyle bir mabuttur ki, derin düşünceler onu idrak edemez, anlayış derinliklerine dalış Zat’ının özüne inemez. Onu tanımlamaya kalkışan, bir başkasına eşit kılmış sayılır, başkasına eşit kılan, ikiliğe düşmüş olur. Ona işaret eden, onu sınırlar. Nerde diyen, onu bir yerde sanır. Bir yerde diyense, başka yeri onsuz sanır. Vardır yaratılmaksızın, mevcuttur yokluktan var olmaksızın. Her şeyle biledir, beraber değil. Her şeyden gayrıdır, ayrı değil. Görendir, görülen yokken. Birdir, bir varlığa muhtaç olmaksızın…”
Görüldüğü gibi, insan Tanrının Zat’ına ilgi duyduğu sürece O’nu kavramakta zorlanır, çünkü ortada ne kavranacak, ne de görülecek bir şey vardır. Buna rağmen, Tanrının Zatını idrak konusunda çok umutsuz bir tablo çizen Hz. Ali, Tanrıyı bilme konusunda olumlu şeyler söylüyor. Kendisine, “İbadet ettiğin Allah’ı görüyor musun?” diye sorulduğunda, verdiği yanıt ilginçtir, “Görmediğim Allah’a ibadet etmem, ne var ki ben O’nu et gözüyle değil, gönül gözüyle görüyorum.” Bu ifade, Tanrının ancak sezgi yoluyla, yani kalp gözüyle kavranabileceğini gösterir. Ateistleri açmaza, giderek inkara sürükleyen şey, Tanrının Zat’ına duydukları aşırı ilgi ve ardından gelen hayal kırıklığıdır! İnsan aklının çözemediği sırlar karşısında öfke duyup inkara sapması doğaldır, peygamberler bile bu açmaza düşmekten kurtulamadı! Tanrıyı görmekte direnen Musa’ya, çalının ortasında yanan bir ateş gösterilmiş, böylece Tanrının Zatını değil, ancak tezahürlerini (yarattıklarını) görebileceği ima edilmiştir. Tanrının ne tür bir varlık olduğu konusunda öğrencilerinin ısrarlı sorularına hedef olan Buda ise, Tanrıyı görmenin bir işlerine yaramayacağını, ama O’nun isteklerini yerine getirmenin daha akıllıca olduğunu defalarca anlatmak zorunda kalmıştır.
Tasavvuf erbabı, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi diledim, bu yüzden kainatı yarattım” hadisine dayanarak Tanrının Zatının bilinemez, ama tezahürlerinin (isim ve sıfatlarının) bilinebilir olduğunu, Tanrının kademe kademe alçalarak kendi cevherinden varlık alemini yarattığını söyler. Ama bu yaratma Sünni ulemanın sandığı gibi yoktan var etme (Haşir Teorisi) şeklinde değil, Tanrının özünden fışkırma (Sudur Teorisi) ile meydana gelmiştir, yani var olan her şey Tanrıdan fışkırmıştır. Yoktan var etmek, Tanrının dışında bir yokluk kabul etmektir ki, bu da yokluğu Tanrıya ortak koşmak anlamına gelir. Eğer Tanrıdan başka bir şey yoksa, varlığın zorunlu olarak Tanrıdan fışkırması gerekir, tevhit inancının özü budur. Hz. Muhammed’den rivayet edilen bir hadis “Başlangıçta o vardı, başka hiçbir şey yoktu” der. Ondan başka bir şey yoksa, varlık yokluktan değil, zorunlu olarak Tanrının cevherinden yaratılmıştır. Hz. Ali’ye, peygamberin bu yargısıyla ilgili olarak ne düşündüğü sorulduğunda verdiği yanıt ilginçtir, “Doğrudur, hala öyledir.” Yani Hz Ali, başlangıçta Tanrıdan başka şey yoktu, şu anda da yoktur diyor, çünkü yaratılmışların varlığı Tanrıya nispetle görecedir, onlar Tanrıdan fışkırıp yine Tanrıya dönerler, yani mevcudiyetleri geçici olup kendilerine özgü bir varlıkları yoktur. “Hala öyledir” şeklindeki ifade, dolaylı yoldan insanın tanrı parçası olduğunu da ima etmektedir, çünkü insan da her şey gibi Tanrısal cevherden fışkırmıştır.
Yokluktan varlık türetmenin, Tanrı ile kul ayrımını pekiştirme amacı güttüğü aşikardır. Böylece yaratan ve yaratılan kesin hatlarla birbirinden ayrılmış, yaratılanın yaratana kulluk etmesi münasip görülmüştür! Bu görüş, giderek korkulması gereken ve cezalar yağdıran bir Tanrı anlayışına dönüşmüş, kısaca kul Yaradan’ından ayrı düşmüştür. Oysa varlığın Tanrıdan fışkırdığını ileri süren görüş, yaratan ve yaratılan ayrımını kabul etmez, arada kulluk ilişkisi olmadığı için, Tanrıdan fışkıran parça aslından korkmaz, aynı cevheri paylaştığı için onu sever, aynı özü taşıdığı için onu bilebilir! Nitekim, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” ayeti bu bilişin formülasyonundan başka bir şey değildir. Peygamber, kainatı yaratmadan önce Tanrının nerede olduğunu soranlara, “altında ve üstünde hava olmayan boşlukta idi” diyor, yani yaratılıştan evvel bir yokluğun var olmadığını ima ediyor, çünkü altında ve üstünde hava olmayan boşluk, Tanrının her şeyi kuşattığını, her şeyi kapsadığını, dolayısıyla kendi varlığının dışında hiçbir şeyin var olamayacağını ifade eder. Tanrıdan başkasının olmadığı yerde varlık da zorunlu olarak ondan fışkıracaktır. Ayrıca, yokluktan varlık çıkarmaya kalkışmak bilimsel verilere de ters düşer, çünkü bilim bir şeyin yoktan var edilemeyeceğini, var olan bir şeyin de yok edilemeyeceğini söyler.
Tanrıdan fışkırarak kainatı dolduran tüm nesneler, canlı ve cansız tüm varlıklar Tanrının tezahüründen başka bir şey değildir. Başka bir deyişle, varlıklar Tanrının dış, Tanrı ise varlıkların iç anlamıdır. İşte bu yüzden, insanoğlu varlığın hikmetine gönül gözüyle baktığında Tanrıyı bilebilir, çünkü parçanın bütünü bilmesinde bir terslik yoktur. İnsana Tanrıyı bilme konusunda özel bir misyon yüklendiğini, “Emaneti dağlara taşlara teklif ettik hiçbiri kabul etmedi, ama insan onu yüklendi” şeklindeki Kuran ayeti de onaylamaktadır.
Bir düşünür, “Eğer Tanrı yoksa, yarından tezi yok onu yaratmalıyız” diyor. Bu söz boşuna değil, çünkü insan Tanrısal niteliklere ulaşma çabasından asla vazgeçmemiştir. Aslında insanoğlu önüne bu hedefi koyduktan sonra, Tanrının varlığı ya da yokluğu önemini yitirir, önemli olan ilahi niteliklere duyulan açlıktır. Ayrıca, olmayan bir şeyin tutku halinde insan bilincinde yer etmesi de düşünülemez. Örneğin Marksistler, erdem bazında Tanrının insana vazettiğinin dışında yeni bir değer üretebilmiş değiller, onların uğrunda savaştığı ilkeleri yok sayan bir tek Tanrı buyruğu gösterilemez. İki görüş arasındaki fark metotlardadır, biri sevgiye, diğeri zora dayanır. Gelmiş geçmiş hiçbir izm, hiçbir öğreti, ilahi buyrukların çapını aşabilmiş değildir, aksine tüm öğretiler ilahi yasalardan etkilenmiştir. Günümüzdeki hukuk ve ahlak kurallarının kaynağı On Emir’dir, zaman içinde yapabildiğimiz tek şey bu emirleri çeşitlendirmek olmuştur. Ölülerimizi nasıl gömeceğimizden tutun da, hangi hayvanın etini yiyeceğimize kadar tüm kurallar Tanrısal buyruklardan alınmıştır. Günümüzde yanlış yolda ilerleyen dinlerin hala ayakta kalabilmeleri, insanın ilahi buyruklara duyduğu kadim hayranlıktan kaynaklanıyor olmalı. Kısaca, Tanrıya şiddetle ihtiyacımız var, binlerce yıllık hasretlerimizin odağında O’ndan başkasını henüz görebilmiş değiliz!
Tasavvuf Tanrı kavramını iki bölümde inceler. Tanrının Zatı ve Tanrının tezahürleri, yani (isim ve sıfatları). Kanımca, tasavvuf ilminin insan bilincine yaptığı en büyük katkı bu ayrımı yapmış olmasıdır, insan ancak bu sayede Tanrısını bilinmezlikler girdabından çekip çıkarmayı ve anlamayı başarabilmiştir.
Tanrının Zatı, onun kendine özgü, tüm insani ölçü ve algılardan arındırılmış varlık alanıdır. Bu konumda Tanrı yaratıcı bile değildir, kendi içine kapanmış, tüm kavram ve suretlerden, tüm sıfat ve isimlerden arınmış bir Tek’liktir. Tanrının bu konumuyla ilgili en iyi değerlendirmeyi Hz. Ali yapıyor: “O öyle bir mabuttur ki, derin düşünceler onu idrak edemez, anlayış derinliklerine dalış Zat’ının özüne inemez. Onu tanımlamaya kalkışan, bir başkasına eşit kılmış sayılır, başkasına eşit kılan, ikiliğe düşmüş olur. Ona işaret eden, onu sınırlar. Nerde diyen, onu bir yerde sanır. Bir yerde diyense, başka yeri onsuz sanır. Vardır yaratılmaksızın, mevcuttur yokluktan var olmaksızın. Her şeyle biledir, beraber değil. Her şeyden gayrıdır, ayrı değil. Görendir, görülen yokken. Birdir, bir varlığa muhtaç olmaksızın…”
Görüldüğü gibi, insan Tanrının Zat’ına ilgi duyduğu sürece O’nu kavramakta zorlanır, çünkü ortada ne kavranacak, ne de görülecek bir şey vardır. Buna rağmen, Tanrının Zatını idrak konusunda çok umutsuz bir tablo çizen Hz. Ali, Tanrıyı bilme konusunda olumlu şeyler söylüyor. Kendisine, “İbadet ettiğin Allah’ı görüyor musun?” diye sorulduğunda, verdiği yanıt ilginçtir, “Görmediğim Allah’a ibadet etmem, ne var ki ben O’nu et gözüyle değil, gönül gözüyle görüyorum.” Bu ifade, Tanrının ancak sezgi yoluyla, yani kalp gözüyle kavranabileceğini gösterir. Ateistleri açmaza, giderek inkara sürükleyen şey, Tanrının Zat’ına duydukları aşırı ilgi ve ardından gelen hayal kırıklığıdır! İnsan aklının çözemediği sırlar karşısında öfke duyup inkara sapması doğaldır, peygamberler bile bu açmaza düşmekten kurtulamadı! Tanrıyı görmekte direnen Musa’ya, çalının ortasında yanan bir ateş gösterilmiş, böylece Tanrının Zatını değil, ancak tezahürlerini (yarattıklarını) görebileceği ima edilmiştir. Tanrının ne tür bir varlık olduğu konusunda öğrencilerinin ısrarlı sorularına hedef olan Buda ise, Tanrıyı görmenin bir işlerine yaramayacağını, ama O’nun isteklerini yerine getirmenin daha akıllıca olduğunu defalarca anlatmak zorunda kalmıştır.
Tasavvuf erbabı, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi diledim, bu yüzden kainatı yarattım” hadisine dayanarak Tanrının Zatının bilinemez, ama tezahürlerinin (isim ve sıfatlarının) bilinebilir olduğunu, Tanrının kademe kademe alçalarak kendi cevherinden varlık alemini yarattığını söyler. Ama bu yaratma Sünni ulemanın sandığı gibi yoktan var etme (Haşir Teorisi) şeklinde değil, Tanrının özünden fışkırma (Sudur Teorisi) ile meydana gelmiştir, yani var olan her şey Tanrıdan fışkırmıştır. Yoktan var etmek, Tanrının dışında bir yokluk kabul etmektir ki, bu da yokluğu Tanrıya ortak koşmak anlamına gelir. Eğer Tanrıdan başka bir şey yoksa, varlığın zorunlu olarak Tanrıdan fışkırması gerekir, tevhit inancının özü budur. Hz. Muhammed’den rivayet edilen bir hadis “Başlangıçta o vardı, başka hiçbir şey yoktu” der. Ondan başka bir şey yoksa, varlık yokluktan değil, zorunlu olarak Tanrının cevherinden yaratılmıştır. Hz. Ali’ye, peygamberin bu yargısıyla ilgili olarak ne düşündüğü sorulduğunda verdiği yanıt ilginçtir, “Doğrudur, hala öyledir.” Yani Hz Ali, başlangıçta Tanrıdan başka şey yoktu, şu anda da yoktur diyor, çünkü yaratılmışların varlığı Tanrıya nispetle görecedir, onlar Tanrıdan fışkırıp yine Tanrıya dönerler, yani mevcudiyetleri geçici olup kendilerine özgü bir varlıkları yoktur. “Hala öyledir” şeklindeki ifade, dolaylı yoldan insanın tanrı parçası olduğunu da ima etmektedir, çünkü insan da her şey gibi Tanrısal cevherden fışkırmıştır.
Yokluktan varlık türetmenin, Tanrı ile kul ayrımını pekiştirme amacı güttüğü aşikardır. Böylece yaratan ve yaratılan kesin hatlarla birbirinden ayrılmış, yaratılanın yaratana kulluk etmesi münasip görülmüştür! Bu görüş, giderek korkulması gereken ve cezalar yağdıran bir Tanrı anlayışına dönüşmüş, kısaca kul Yaradan’ından ayrı düşmüştür. Oysa varlığın Tanrıdan fışkırdığını ileri süren görüş, yaratan ve yaratılan ayrımını kabul etmez, arada kulluk ilişkisi olmadığı için, Tanrıdan fışkıran parça aslından korkmaz, aynı cevheri paylaştığı için onu sever, aynı özü taşıdığı için onu bilebilir! Nitekim, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” ayeti bu bilişin formülasyonundan başka bir şey değildir. Peygamber, kainatı yaratmadan önce Tanrının nerede olduğunu soranlara, “altında ve üstünde hava olmayan boşlukta idi” diyor, yani yaratılıştan evvel bir yokluğun var olmadığını ima ediyor, çünkü altında ve üstünde hava olmayan boşluk, Tanrının her şeyi kuşattığını, her şeyi kapsadığını, dolayısıyla kendi varlığının dışında hiçbir şeyin var olamayacağını ifade eder. Tanrıdan başkasının olmadığı yerde varlık da zorunlu olarak ondan fışkıracaktır. Ayrıca, yokluktan varlık çıkarmaya kalkışmak bilimsel verilere de ters düşer, çünkü bilim bir şeyin yoktan var edilemeyeceğini, var olan bir şeyin de yok edilemeyeceğini söyler.
Tanrıdan fışkırarak kainatı dolduran tüm nesneler, canlı ve cansız tüm varlıklar Tanrının tezahüründen başka bir şey değildir. Başka bir deyişle, varlıklar Tanrının dış, Tanrı ise varlıkların iç anlamıdır. İşte bu yüzden, insanoğlu varlığın hikmetine gönül gözüyle baktığında Tanrıyı bilebilir, çünkü parçanın bütünü bilmesinde bir terslik yoktur. İnsana Tanrıyı bilme konusunda özel bir misyon yüklendiğini, “Emaneti dağlara taşlara teklif ettik hiçbiri kabul etmedi, ama insan onu yüklendi” şeklindeki Kuran ayeti de onaylamaktadır.
Bir düşünür, “Eğer Tanrı yoksa, yarından tezi yok onu yaratmalıyız” diyor. Bu söz boşuna değil, çünkü insan Tanrısal niteliklere ulaşma çabasından asla vazgeçmemiştir. Aslında insanoğlu önüne bu hedefi koyduktan sonra, Tanrının varlığı ya da yokluğu önemini yitirir, önemli olan ilahi niteliklere duyulan açlıktır. Ayrıca, olmayan bir şeyin tutku halinde insan bilincinde yer etmesi de düşünülemez. Örneğin Marksistler, erdem bazında Tanrının insana vazettiğinin dışında yeni bir değer üretebilmiş değiller, onların uğrunda savaştığı ilkeleri yok sayan bir tek Tanrı buyruğu gösterilemez. İki görüş arasındaki fark metotlardadır, biri sevgiye, diğeri zora dayanır. Gelmiş geçmiş hiçbir izm, hiçbir öğreti, ilahi buyrukların çapını aşabilmiş değildir, aksine tüm öğretiler ilahi yasalardan etkilenmiştir. Günümüzdeki hukuk ve ahlak kurallarının kaynağı On Emir’dir, zaman içinde yapabildiğimiz tek şey bu emirleri çeşitlendirmek olmuştur. Ölülerimizi nasıl gömeceğimizden tutun da, hangi hayvanın etini yiyeceğimize kadar tüm kurallar Tanrısal buyruklardan alınmıştır. Günümüzde yanlış yolda ilerleyen dinlerin hala ayakta kalabilmeleri, insanın ilahi buyruklara duyduğu kadim hayranlıktan kaynaklanıyor olmalı. Kısaca, Tanrıya şiddetle ihtiyacımız var, binlerce yıllık hasretlerimizin odağında O’ndan başkasını henüz görebilmiş değiliz!
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa