OYUNCULAR VE MIZIKÇILAR!
Derler ki iyisi kötüsü, akıllısı aptalı, zengini yoksulu var, derler ki çeşit çeşit insanoğlu! Sakın inanma, işin aslı o ki sadece iki türlü insan, oyuncular ve mızıkçılar, gerisi laf, gerisi toz duman!
Oyuncu, adına “yaşam” denen bir oyun oynar, tıpkı önüne konan oyuncaklarla çocuğun oynadığı gibi. Alıp satar, kurup yıkar, dövüşüp barışır rolü gereği, ne var ki onun oyuncakları biraz daha büyüktür ve gerçeğe benzer! Amansız bir hırsla sarılır oyuna, keyfine vara vara oynamaktır işi. Kah doktordur, kah mühendis, kah fırıncıdır, kah dilenci. O kadar dalmıştır ki oyuna, zamanın ellerinden kayıp gittiğinin farkına bile varmaz. Oyunu kimin kurduğunu, niçin oynadığını, ne anlama geldiğini düşünmek istemez, madem bir oyun şansı verilmiştir öyleyse oynayacaktır. Oyun başarılı olsun diye elinden geleni yapar, kazanmak için iter kakar, bedeni rahat etsin diye kırar döker, gerekirse öldürür. Derken o bildik son, o her şeye noktayı koyan ölüm kapıya dayanır, Azrail tırpanı vurmadan önce kaygıya düşer oyuncu, bunca yıl biriktirdiği oyuncakları kime bırakacak, hele şu yok olma duygusundan nasıl kurtulacak? Yapabileceği tek şey oyuncaklarını en yakınlarına bırakıp çekip gitmektir. Bir iki nesil sonra esamisi bile okunmaz oyuncunun, ardından yeni oyuncular dünya sahnesini doldurur.
Mızıkçı ise, “yaşam” denen oyuna pek iltifat etmez, oyuncaklarını beğenmeyen çocuklara benzer o. Diğerleri gibi uslu uslu oynamayı içine sindiremez bir türlü, durmadan sorular sorup mızıkçılık eder. Bu oyunu kim oynatıyor, niçin oynatıyor, ölümden sonra insan ne yapıyor, bazıları açken neden bazıları tok yatıyor, Tanrı neden iyinin yanında kötüyü de yaratıyor, ölümün anlamı nedir, neden doğulur neden ölünür? Sorular böylece uzayıp gider. Dayatılanı değil, kurallarını kendi koyduğu oyunu oynar mızıkçı. Bir bakıma her zaman aykırı, her zaman gerçeği arayandır. Mal biriktirerek kalıcılık sağlamanın anlamsızlığını bildiğinden dünya malına değer vermez, ölüme mahkum bir bedenin rahatı için hemcinslerini itip kakmanın, küstürmenin anlamsızlığını kavradığından insanı insan yapan hasletlere yönelir. Hoşgörülü ve bağışlayıcı olur, sevgi ve bilgiye sıkı sıkıya bağlı kalır. Sonunda öyle bir idrake erişir ki, artık tüm ayrıntılar değerini yitirir, sıradan insanın kavrayamayacağı inceliklerle dolu bir yol uzanır önünde. Topallayan atın, kanadı kırık kuşun ıstırabını yüreğinde duyar. Zalimin önünde başı diktir, ama kundaktaki bebeğin önünde secdeye varıp ağlamaya başlar, ulaşmak istediği yer o bebeğin saflığıdır çünkü. Aşırı incelmiş, adeta haddeden geçmiştir, maddesinden arınmış saf ruh olmuştur. Yoksullukla tehdit edilemez, zaten yoksuldur. İşkenceyle yola getirilemez, çünkü imanı acıyı yenecek güçtedir. Ölümle korkutulamaz, zaten ölmeden önce ölmüştür. Karanlıkta ışık, yılgınlık içinde umuttur o.
Sıradan insan, yani oyuncular çoğunluktadır, kendilerine biçilen rolü oynar ve giderler, dünya denen oyuncak onlara hoşça vakit geçirsinler diye verilmiştir. Mızıkçılar ise azınlıktır, bilgi ve sevginin yolunu açan, esrarı yaran onlardır, hayatı abes bir oyun olmaktan onlar kurtarır, evren onların yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Şimdi denecektir ki, sonuçta mızıkçı da oyuncu değil mi? Evet onlar da oyuncudur, ama oyunu neden oynadığını bilen şuurlu bir oyuncu. Kısaca, yemekteki tuz gibi, maddede manadır onlar.
Derler ki iyisi kötüsü, akıllısı aptalı, zengini yoksulu var, derler ki çeşit çeşit insanoğlu! Sakın inanma, işin aslı o ki sadece iki türlü insan, oyuncular ve mızıkçılar, gerisi laf, gerisi toz duman!
Oyuncu, adına “yaşam” denen bir oyun oynar, tıpkı önüne konan oyuncaklarla çocuğun oynadığı gibi. Alıp satar, kurup yıkar, dövüşüp barışır rolü gereği, ne var ki onun oyuncakları biraz daha büyüktür ve gerçeğe benzer! Amansız bir hırsla sarılır oyuna, keyfine vara vara oynamaktır işi. Kah doktordur, kah mühendis, kah fırıncıdır, kah dilenci. O kadar dalmıştır ki oyuna, zamanın ellerinden kayıp gittiğinin farkına bile varmaz. Oyunu kimin kurduğunu, niçin oynadığını, ne anlama geldiğini düşünmek istemez, madem bir oyun şansı verilmiştir öyleyse oynayacaktır. Oyun başarılı olsun diye elinden geleni yapar, kazanmak için iter kakar, bedeni rahat etsin diye kırar döker, gerekirse öldürür. Derken o bildik son, o her şeye noktayı koyan ölüm kapıya dayanır, Azrail tırpanı vurmadan önce kaygıya düşer oyuncu, bunca yıl biriktirdiği oyuncakları kime bırakacak, hele şu yok olma duygusundan nasıl kurtulacak? Yapabileceği tek şey oyuncaklarını en yakınlarına bırakıp çekip gitmektir. Bir iki nesil sonra esamisi bile okunmaz oyuncunun, ardından yeni oyuncular dünya sahnesini doldurur.
Mızıkçı ise, “yaşam” denen oyuna pek iltifat etmez, oyuncaklarını beğenmeyen çocuklara benzer o. Diğerleri gibi uslu uslu oynamayı içine sindiremez bir türlü, durmadan sorular sorup mızıkçılık eder. Bu oyunu kim oynatıyor, niçin oynatıyor, ölümden sonra insan ne yapıyor, bazıları açken neden bazıları tok yatıyor, Tanrı neden iyinin yanında kötüyü de yaratıyor, ölümün anlamı nedir, neden doğulur neden ölünür? Sorular böylece uzayıp gider. Dayatılanı değil, kurallarını kendi koyduğu oyunu oynar mızıkçı. Bir bakıma her zaman aykırı, her zaman gerçeği arayandır. Mal biriktirerek kalıcılık sağlamanın anlamsızlığını bildiğinden dünya malına değer vermez, ölüme mahkum bir bedenin rahatı için hemcinslerini itip kakmanın, küstürmenin anlamsızlığını kavradığından insanı insan yapan hasletlere yönelir. Hoşgörülü ve bağışlayıcı olur, sevgi ve bilgiye sıkı sıkıya bağlı kalır. Sonunda öyle bir idrake erişir ki, artık tüm ayrıntılar değerini yitirir, sıradan insanın kavrayamayacağı inceliklerle dolu bir yol uzanır önünde. Topallayan atın, kanadı kırık kuşun ıstırabını yüreğinde duyar. Zalimin önünde başı diktir, ama kundaktaki bebeğin önünde secdeye varıp ağlamaya başlar, ulaşmak istediği yer o bebeğin saflığıdır çünkü. Aşırı incelmiş, adeta haddeden geçmiştir, maddesinden arınmış saf ruh olmuştur. Yoksullukla tehdit edilemez, zaten yoksuldur. İşkenceyle yola getirilemez, çünkü imanı acıyı yenecek güçtedir. Ölümle korkutulamaz, zaten ölmeden önce ölmüştür. Karanlıkta ışık, yılgınlık içinde umuttur o.
Sıradan insan, yani oyuncular çoğunluktadır, kendilerine biçilen rolü oynar ve giderler, dünya denen oyuncak onlara hoşça vakit geçirsinler diye verilmiştir. Mızıkçılar ise azınlıktır, bilgi ve sevginin yolunu açan, esrarı yaran onlardır, hayatı abes bir oyun olmaktan onlar kurtarır, evren onların yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Şimdi denecektir ki, sonuçta mızıkçı da oyuncu değil mi? Evet onlar da oyuncudur, ama oyunu neden oynadığını bilen şuurlu bir oyuncu. Kısaca, yemekteki tuz gibi, maddede manadır onlar.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa