Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

11 Şubat 2008 Pazartesi

BİLİM VE METAFİZİK

Bilim ve metafizik, birbirine zıt varlık alanlarını inceleyen bilgi edinme yolları olarak bilinegelmiştir. Bilim, insanın beş duyusuyla algılanabilen, deneyi yapılabilen fizik dünyaya yönelirken, metafizik insan duyularıyla algılanamayan, dolayısıyla deneyi de yapılamayan fizik ötesi varlık alanını konu edinir. Doğal olarak her ikisinin bilgi edinme metotları da farklıdır, bilim teorilerini pratikle doğrulamaya özen gösterirken, metafizik daha çok sezgi, ilham ve vahiy gibi aşkın (transandant), yani varlığın maddi yapısını aşan yöntemler kullanır. Hem incelenen alanın, hem de metotların farklılığı, bilim ve metafiziği günümüzde düşman kardeşler konumuna getirmiştir. Biz bu didişmeden insanlığın karlı çıkacağı inancında değiliz. Bilim adamlarının sistemli metafizik düşmanlığının altında “tarihi bir kuyruk acısının” izi olduğunu düşünüyor, konuyu daha iyi anlamak için biraz gerilere gitmekte yarar görüyoruz.
Günümüz bilimi, başlangıçta ortaçağ metafiziğine ve onu temsil eden ortaçağ felsefesine bir tepki olarak gelişmeye başladı. Aralıksız bin yıl (MS.IV-XIV) insan düşüncesi üzerine bir karabasan gibi çöken ortaçağ metafiziği, her tür özgür düşünceyi yasakladı ve ezdi. Dinin emrine verilen felsefe, kilise babalarının vardığı sonuçları doğrulayan bir “hık deyici” konumuna düşürüldü. İsa’nın sevgi dolu öğretisinden katı dogmalarla yüklü bir umacı yaratmayı başaranlar, engizisyon mahkemelerini çalıştırarak binlerce insanı kovuşturup cezalandırdılar. Giordano Bruno diri diri yakıldı, Galilei Galileo düşüncelerini inkar ederek canını zor kurtarabildi. Bugün bilim adamlarının metafizik karşısında takındığı alaycı ve inkarcı tavırda, o kıyım günlerinin payı olsa gerek! Ne var ki bu meşru, ama modası geçmiş öfke onları haklı çıkarmaya yetmemekte, kendilerini bir zamanlar dar görüşlülükle suçladıkları cellatlarının durumuna düşürmektedir. Şu farkla ki, dinsel bağnazlığın yerini bugün bilimsel katılık almıştır.
Günümüz biliminin tavrı ne olursa olsun, metafizik de insan düşüncesinin bir ürünüdür, öyle sanıldığı gibi tepeden tırnağa tu kaka da değildir. Özellikle antikçağ metafiziği o denli güçlüdür ki, ortaçağ karanlığından kurtulmaya can atan Rönesans aydınlarının ilk yaptıkları iş, antikçağ metafiziğini derinlemesine incelemek olmuştur. Araştırdıkça Sokrat ve Eflatun’da daha evvel göremedikleri incelikler keşfetmiş, özellikle Aristo’nun düşüncelerinin kilise babalarınca nasıl çarpıtıldığının farkına varmışlardır. Rönesans (yeniden doğuş) deyiminin kendisi bile, antikçağ metafiziği üzerindeki incelemelerin yenilenmesi, yeniden doğması anlamına gelir. Öte yandan, Rönesans’ı izleyen ve 18. yüzyılda doruğuna ulaşan Aydınlanma Felsefesi de metafizik kurgulara yabancı değildir. Berkeley, Kant, Schopenhauer ve Hegel gibi filozoflar yeni metafizik teoriler geliştirmişlerdir. Özellikle Hegel metafiziğe diyalektik bir boyut kazandırarak, her şeyin zıddıyla gelişebileceğini söyleyen idealist diyalektiğin temellerini atmıştır, gerçi Hegel diyalektiğin metafizik karşıtı bir yöntem olduğunu söylemişse de, felsefesinin kalkış noktası ruh (geist) olduğu ve maddeden bağımsız bir düşünce tarzı sergilediği için sonuçta idealist bir filozof olarak kalmıştır. Görüldüğü gibi, metafizik yöntem antikçağdan günümüze kadar olan yolu düşe kalka da olsa, kendi içinde bir evrim geçirerek kat etmiştir. Bu haliyle metafizik değişmeyenin bilgisi ya da donmuş kalıplar yığını değil, antikçağ öncesini de hesaba katarsak, tam altı bin yıllık bir düşünce serüveninin, ilk maddenin ne olduğunu sorgulayarak işe başlayıp diyalektik yönteme değin uzanan bir evrimin ürünüdür.
Elle tutulup gözle görülemeyen, deneyi yapılamayan şeyleri yok sayma bilim adamlarının fantezilerinden biridir! Bu mantıktan yola çıkarsak, 1590’da Hans ve Zacharias kardeşler mikroskobu icat etmeseydiler, bugün mikropların varlığını inkar etmek gerekecekti. Aynı şekilde güçlü teleskoplar yapılmasaydı, evrenin uzak köşelerindeki yıldızlar yok farz edilecekti. Bilim adamları bu ve benzeri örneklerden ders almış gibi görünmüyor, iki-üç yüzyıllık bulguların sarhoşluğuna kapılarak fizik ötesi alana kapılarını sımsıkı kapamaya, insan yeteneklerinin binlerce yılda biriktirdiği mirası reddetmeye devam ediyorlar. Diyelim ki Tanrının varlığı, ruhun mahiyeti, ölümden sonra hayat gibi konularla ilgili metafizik bulgular, yöntemlerini aştığı için bilimin ilgisini çekmiyor, ya herkesin gözü önünde olup biten metafizik kaynaklı somut olaylara ne demeli? Örneğin, televizyonda adamın biri kolunda zehirli akrep gezdiriyor, ama hayvan onu sokmuyor, adam bu işe şerbetli olduğunu, kendi ocağına mensup kişilerin de akrepten etkilenmediğini söylüyor. Yine televizyonda Rufai ayini yapılıyor, ayine katılanlar ellerindeki şişleri vücutlarının muhtelif yerlerine batırıp öbür taraftan çıkartarak burhan (delil) gösteriyorlar, bir dirhem kan akmıyor, acı duymuyorlar. Uri Geller adındaki İsrailli genç, elinde tuttuğu çatal ve kaşıkları bakışlarıyla, hiçbir fizik güç kullanmadan bükebiliyor. Filipinlerde neşter kullanmadan parmaklarıyla ameliyat yapan insanlar ekranlarda boy gösteriyor. Mevlevi ayinlerinde semazenler saatlerce eksenleri etrafında dönebiliyor ve bundan etkilenmiyorlar. Bilimin bu somut olaylar karşısındaki tavrı ya inkar kalesine sığınmak ya da işin içinde hile olduğunu söylemek! Kanımızca bu da bir tür yobazlık, hem de bilimsel yobazlık, din yobazının yaptığından daha saygıdeğer değil, daha küçük düşürücü, çünkü bilimsellik adına yapılmakta. Oysa bilim adamının yapması gereken şey, bu olguların varlığını kabul etmek ve nasıl meydana geldiklerini araştırmaktır.
Sayıları az olmakla birlikte, bazı bilim adamlarının metafizik metotlara gereken özeni gösterdikleri biliniyor. Yakınlarda ölen dünyanın önde gelen teorik fizikçilerinden David Bohm ( 1917-1992) “Her şeyi oluş hareketi içindeki bölünmez bütünlüğün bir parçası olarak görmeyi” tavsiye ediyor, maddede bir “ilk zeka” bulunduğunu söylüyordu. Ona göre tezahür eden olay ve nesneler rastgele değil, saklı realite düzeylerinden izafi olarak birleşmiş bütünler halinde ve yaratıcı bir şekilde gerçekleşiyordu. Bohm bu alana “saklı düzen” adını veriyor, ruh ve madde ayrımının bir zandan ibaret olduğunu ileri sürüyordu. Yaptığı deneylerde, atom altı parçacıkların birbirleriyle haberleştiklerini, bir plazma içindeki elektronların birey gibi davranmayı bırakıp bir bütünün parçasıymış gibi davrandıklarını keşfetmişti. Bohm bu görüşleriyle, evrende saklı bir düzen olduğunu, var oluşun temelinde bir “varlık birliğinin” bulunduğunu anlatmak istiyordu. Bohm’un görüşü, mistisizmdeki vahdet-i vücut teorisiyle bire bir örtüşmektedir. Ayrıca Bohm, atom altı parçacıkların gizli düzeninden yola çıkarak, insan toplulukları arasındaki çatışmaların, bu toplulukların kendilerini birbirlerinden farklı görmelerinden kaynaklandığını, insanlar “varlık bütünlüğünü” keşfettikleri zaman çatışmaların da sona ereceğini söylüyordu.
Bize göre gerçek tıpkı aysberg (buzdağı) gibidir. Aysbergin suyun üzerinde kalan kısmı, yani elle tutulup gözle görülebilen bölümü, bilimin inceleme alanıdır ve bilim adamlarına bırakılmalıdır. Suyun altında kalan kısmı, yani elle tutulup gözle görülemeyen bölümüyse metafiziğin inceleme alanıdır, filozoflara ve tasavvuf erbabına bırakılmalıdır. Aysbergin üstü bilimsel metotlarla, altı ise metafizik metotlarla incelenmeli, bulgulardan karşılıklı yararlanma yoluna gidilmelidir. Metafizikçilerin somut dünyayı küçümsemeleri ne kadar yanlışsa, bilim adamlarının fizik ötesini yok saymaları da o denli yanlıştır. Gerçek her iki kesimin vardığı sonuçların insanlığın yararına kullanılmasıyla ortaya çıkacak, uygarlık büyük bir ivme kazanacak, teori, deney, sezgi ve ilhamla donanmış insan harikalar yaratacaktır. Bilim adamları, metafizik bulgular konusundaki küçümser tavırlarını bir yana bırakarak, bugün yürümekte oldukları yolun geçmişte sezgi ve hayal gücü sahiplerince yarılıp açıldığını unutmamalıdırlar. Einstein gibi ünlü bir bilgine “Yaptığımız şey, Tanrının evvelce çizdiği çizgilerin üzerinden geçmektir” dedirten zorunluluğun ne olduğunu derin derin düşünmeli, bilimin kat ettiği mesafenin, varlık alanının sonsuzluğu karşısında bir hiç olduğunu artık anlamalıdırlar. Ve bilmelidirler ki, vaktiyle peygamber ve ermişler varlık denizine dalarak aysbergin görünmeyen bölümünden işlenmesi gereken çok değerli inciler çıkarmışlardır. Ruh ve madde Bütün’ün iki tezahürüdür, bunlardan birini yok saymak ne bilime, ne de metafiziğe bir şey kazandırır. İnsan ne salt maddeden oluşmuş bir robot, ne de salt ruhtan oluşmuş bir hayaldir. “Tanrının iki eliyle yarattığı” (ruh ve madde) bir bütündür, bu yüzden yetenekleri de iki yönlüdür, maddeyi bilen yetenekleri (akıl, duyu, deney) ve manayı bilen yetenekleri (sezgi, ilham, vahiy). Her iki yeteneğin karşılıklı yardımlaşarak kullanılması halinde gerçeği yakalamak çok daha kolay olacaktır.
Konuyla ilgili olarak bazı prof etiketli bilim adamlarının bile sıkça düştüğü bir yanılgıyı vurgulamak isteriz. Söz Tanrı ve inançtan açıldığında, bu kişiler Tanrının varlığının bilim tarafından doğrulanamayacağını, fakat inanan insanlara saygı göstermek gerektiğini, çünkü bu alanın bilimin değil inancın konusu olduğunu söyleyerek akıllarınca bilgiçlik taslarlar! Bu tavrın altında gizlenen alay ve inkarı sezmemek mümkün değil. Bu baylar farkına varmadan aslında bilimin aczini itiraf etmekteler. Tanrının varlığı ya da yokluğu konusunda bir çalışmaları varmış da, kullandıkları metotlar sanki yeterliymiş de, bu tür bir araştırmaya gerek duymuyorlarmış gibi davranırlar. Hayır beyler, Tanrı hala inanç konusu olarak kalıyorsa, bu sizin çaresizliğinizden ve kullandığınız metotların yetersizliğindendir, gücünüz yetse Tanrı inanç konusu olarak kalır mıydı? Öyleyse tek yol Tanrıyı yok saymak, siz de zaten onu yapıyorsunuz, gücü yetenlere de itibar etmiyor, aksine küçümsüyorsunuz. Psikoloji ilminiz ruhi davranışları inceliyor, ama ruhu ıskalıyor! Ruhun tezahürlerini (davranış) kabul ediyorsunuz, ama ruhu yok farz ediyorsunuz. Neden? Çünkü metotlarınız elvermiyor, çünkü ruhu kavramak için başka şeylere ihtiyacınız var, sezgi gibi, ilham gibi. Onları kullanınca da bilimsellik iddianızı yitiriyorsunuz, nasıl çıkacaksınız bu açmazdan? Elbette insanoğlunun tüm yeteneklerini kullanarak, bilim dışı kazanımlara sırt çevirmeyerek çıkacaksınız.
Bilimin metotlarını aşıyor diye, insanlık Tanrı ve ruh konusunda düşünmeye son mu verecek? Yaşamın anlamını, ölümün esrarını araştırmayacak mı? Evrendeki uyum ve düzenin hangi amaca hizmet ettiğini, dahası bu evrenin neden var olduğunu merak etmeyecek mi? Canını her şeyden esirgeyen insanın, yüksek idealler uğruna seve seve ölüme hangi gerekçeyle gittiğini bilmek istemeyecek mi? Bencillik yaşam kuralı olmuşken, dayanılmaz acılar çekerek insan-ı kamil olmanın hangi irade tarafından dayatıldığını anlamak istemeyecek mi? Bilim bu soruların yanıtlarını verebildiği gün, insanlığın metafiziğe ihtiyacı kalmayacaktır. Ama bu tür soruları gereksiz ve önemsiz saydıkça, tek kanadı kırılmış kuş gibi asla uçmayı beceremeyecektir. Bu durumda yapabileceği tek şey, maddenin imkanlarını sonuna kadar tüketerek amaçsız ve ruhsuz bir uygarlık yaratmaktır! Görevimiz insanı küçültüp tek boyutlu hale getirmek değil, aksine yüceltmektir. Madde boyutunun yanına mana boyutunu da katabilirsek, insanoğlu iki kanadı sağlam kuşlar misali gerçeğe kanat açabilir.

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa