ÖZGÜRLÜK ÜSTÜNE
Çömez notlarına ayaküstü bir kez daha göz gezdirip kapıyı tıklattı, içerden o yumuşak “gel” sesini duyar duymaz içeri girdi. Mürşit her zamanki gibi sedirde bağdaş kurmuş oturuyordu, kalın camlı gözlüklerini özenle sildikten sonra gelene yanındaki sandalyede yer gösterdi. Cafer tedirgin bir hareketle notlarına davranıp,
- Efendim, dedi, özgürlük konusunda emrettiğiniz araştırmayı yaptım, notlar aldım, dilerseniz okuyayım.
Mürşit işaret parmağını olumsuz anlamda sallayarak,
- Hayır, dedi, o elindeki tomarı okumak epey zaman alır, en iyisi yazdıklarını özetle.
Çömez aceleyle son sayfayı açıp okumaya başladı:
- Yürürlükteki yasaların veya toplum kurallarının sınırları içinde, hiçbir baskıya uğramadan istediği gibi hareket eden, yabancı bir gücün baskı ve boyunduruğu altında olmaksızın düşünce ve eylemlerini seçebilen kişi özgürdür.
Kağıttan başını kaldırır kaldırmaz mürşidin delici bakışlarıyla karşılaştı. Hep öyle yapardı, düşünmeden tek laf etmez, düşündüğü sürece karşısındakinin gözlerinin ta içine bakardı. Cafer elinde olmadan ürperdi, bu esrarengiz bakışların kafatasını delip geçtiğini, çok uzaklarda bir yerlere saplandığını hisseder gibi oldu, gözlerini kırpıştırıp başını önüne eğdi. Çaresiz bekleyecekti, yaptığı tarifin üstadın pek hoşuna gitmediği belliydi, sonunda mürşit fısıldar gibi konuştu:
- Desene delilerden özgür kimse yok şu dünyada, yaptığın tarife çok uyuyor, hiçbir baskıya uğramadan diledikleri gibi hareket edebiliyor, ağızlarına geleni söylüyorlar.
Çömez hemen itiraz etti:
- Ama efendim, deliler çok aşırı ve kuraldışı bir örnek, üstelik onlar toplum kurallarına da yürürlükteki yasalara da hep ters düşerler.
- Haklısın oğul deliler aşırı bir örnek. Peki hepimizin piri sayılan Ahmet Yesevi’ye ne dersin? Biliyorsun, Yesevi peygambere hürmeten 63 yaşına gelince bir mezar kazdırıp içinde yaşamaya başladı. Zorunlu haller dışında tüm günlerini o mezarda geçirirdi, yani hareket yeteneğini tümüyle kısıtlamış, nerdeyse sıfırlamıştı. Sence Yesevi özgür değil miydi? Ben derim ki çok sınırlı hareket kabiliyetine rağmen, çağdaşlarının en özgür olanı oydu.
- Ama efendim Yesevi hareket yeteneğini kendi iradesiyle kısıtladı, kimse onu zorlamadı. Burada baskı sözkonusu değil, tam tersine özgür bir seçim var, yani Yesevi kendince doğru olan yaşam tarzını kendi seçti.
Cümlesini bitirir bitirmez düşünmeye başladı. Üstat ne yapmak istiyordu? Önce deliler sonra Yesevi, havadan sudan örneklerdi bunlar, tartıştıkları konuyla hiçbir ilgileri yoktu. Üstat bunları bilmesin olmazdı, yoksa beni deniyor mu diye düşündü. Üstadın içtenlikli, yumuşak sesiyle kendine geldi:
- Peki Cafer, başka bir örnek veriyor ve Hz. İsa diyorum. Biliyorsun Hz. İsa çarmıha gerilmeye götürülürken yoğun baskı altındaydı, üstelik yabancı gücün boyunduruğundaydı. Konuşmasına, fikirlerini söylemesine de izin verilmiyordu, yani senin şu tarifindeki tüm olumsuzluklar gerçekleşmişti. Sence Hz. İsa o anda özgür müydü, yoksa köle mi?
Çömez sarsıldı, böyle bir örnek beklemiyordu, bir şeyler söylemek için davrandı, ama aklına hiçbir şey gelmiyordu, kendini tuzağa düşmüş gibi hissetti, son bir gayretle,
- Efendim, dedi, Hz. İsa da seçimini özgür iradesiyle yaptı, tıpkı Yesevi olayında olduğu gibi. Havarilerine üç gün sonra öldürüleceğini bildirdiğine göre, olayları bizzat kendisinin yönlendirdiği, sonunu kendi eliyle hazırladığı söylenebilir.
Üstadın yüz hatlarına belli belirsiz bir gülümseme yayıldı:
- Bu sefer yanıldın Cafer, dedi. Hz İsa sandığın gibi özgür iradesiyle ölümü seçmedi, ama ölümün kaçınılmaz olduğunu gördü. Bunlar farklı şeyler, olayların gidişatından mukadder sonu görmek başka, ölümü seçmek başka. Sonuç aynı gibi görünüyor ama değil, bil ki yaşamak varken hiçbir insan ölümü seçmez. Neden dersen yaşamak kutsal bir haktır, işte bu yüzden intihar insana yasaklanmıştır. Kaldı ki, İsa gibi kemal mertebelerinin zirvesindeki biri kendi iradesiyle ölümü seçemez, eğer seçiyorsa başka çaresi kalmadığı, özgür olmayı ancak öyle sürdürebileceği içindir! Çünkü bu tür insanlar, kendilerine verilen görevi yerine getirmek için ölümle dirim arasında ayrım yapmazlar, sonucun ne olacağı, olayların onları yaşama mı, yoksa ölüme mi sürükleyeceği umurlarında değildir. Onlar için özgür olmanın bir tek kıstası vardır, misyonun gereğini yerine getirmek. Hz İsa yola çıkarken bu işte çarmıhın da olduğunu biliyordu. İster çarmıha gerilsin, isterse başına buyruk dolaşsın onun özgürlüğüne halel gelmez.
Sözün burasında bir an duraklayıp araştıran gözlerle müridine baktı, çömezde hiçbir itiraz belirtisi yoktu, sükunetle devam etti:
- Konumuzla ilgili çarpıcı bir örnek daha var. Biliyorsun Hallac-ı Mansur “Enel Hak” dediği için ölüme mahkum edildi. İnfaz vahşiceydi, önce dövüldü, sonra elleri ve ayakları kesildi, en sonunda başı kesilerek bedeni yakıldı ve külleri Dicle’ye savruldu. Hallac da zorba bir gücün baskısı altındaydı, kendini savunmasına fırsat verilmediği gibi, ölüm kararı çıkartmak için mahkeme üyelerine baskı bile yapıldı. Bu görüntülere bakarak Hallac’ın özgür olmadığını söylemek mümkün mü? Elbette değil, elleri ve ayakları kesik halde darağacında bekletilirken bir arkadaşının sorduğu “Tasavvuf nedir?” sorusuna verdiği yanıt ilginçtir: “Tasavvufun ilk mertebesi şu anda gördüğün şeydir, yarın göreceklerin ise son mertebesidir.” Ne denli baskı altında olursa olsun, böyle bir adamın özgür olmadığını kim söyleyebilir? İnançları uğruna gözünü kırpmadan ölüme gittiği için onu bayrak yapmadık mı kendimize?
Tekrar durakladı, kendini hayranlıkla dinleyen çömeze baktı. Gözleri buğulanmış, yüz hatları gerilmişti, Hallac lafı açıldığında hep duygulanırdı, bir süre yüzüne o eski tebessümün gelip oturması için bekledi,
- Bak Cafer, dedi, bu örneklerden muradımız işin püf noktasına gelmekti. Tarifini yaptığın özgürlük bizim soyumuz için geçerli değil. Neden mi? Çünkü biz özgürlük deyince mananın özgürlüğünü anlarız, maddenin değil! Önemli olan maddi yapının, yani bedenin özgürlüğü değil, özün, içsel olanın, kısaca ruhun özgürlüğüdür. Sıradan insan, eğer demir parmaklıklar arkasındaysa kendini özgür saymaz, eğer bedeni esirse, baskı altındaysa özgür olmadığını söyler. Ama biz aynı koşullarda özgürüzdür, çünkü özgürlüğümüz bedenimizde değil ruhumuzdadır. Sıradan insan, bedeninin selametini sağlayabilmek için inançlarından taviz verebilir, hatta her özgürlüğün bir bedeli olduğunu söyleyerek hareketini mazur bile gösterebilir. Oysa biz asla bu yola başvurmayız, gerekirse bedelini öder, yani canımızı verir özgürlüğümüzü koruruz, tıpkı Hz. İsa ve Hallac gibi! Çevrene dikkatle baktığın zaman ne dediğimi anlarsın. Örneğin şu işçi, karnını doyurduğu için ruhuna da sahip çıkan patronuna ses etmez. Şu memur, günlük nafakası için amirinin hakaretlerine boyun eğer. Şu dilenci, üç beş kuruş için kapı kapı dolaşıp kendini aşağılatır. Şu çanak yalayıcı, velinimetinin teveccühünü kazanmak için her rezilliği sineye çeker. Şimdi bu adamlar özgür müdür? Hayır oğul, bu adamlar kendini özgür sanan kölelerdir, bedenlerinin rahatı için ruhlarına eziyet eden zavallılardır! Bu sözlerimden bedenin özgürlüğü önemli değildir gibi bir anlam çıkarma, elbette bedenin özgürlüğü de önemlidir, ama ruhun özgürlüğünün yanında lafı bile olmaz. Çünkü özgür bir ruh esir bedeni kurtarabilir, ama köle bir ruhun esir bedeni kurtardığı görülmemiştir! Sonuç olarak, sıradan insan ya özgürdür ya köle, bizim soyumuz ise ya özgürdür ya ölü! İnsanı insan yapan ruhunun özgürlüğüne verdiği önemdir, aksi takdirde hayvandan ne farkımız kalır? Bedeni en özgür yaratık hayvandır, çünkü kayıt altında değildir, ama şuuru olmadığı için manevi özgürlükten nasipsizdir. Kısaca, bizim özgürlük anlayışımız avamın özgürlük anlayışıyla bir değildir, birçok can pahasına kazanılmış bir özgürlüktür. Onu ansiklopedilerin tozlu sayfalarında değil, insan-ı kamilin ibret verici yaşantısında araman gerekir. Hz. Hüseyin 72 kişiyle on bin kişilik orduya kafa tutarken neyi korumak istiyordu? Seyit Nesimi diri diri derisini neden yüzdürttü? Şeyh Bedrettin ve Pir Sultan Abdal, rahat etmek varken niçin darağacını tercih ettiler? Elbette insanı iyiye, güzele ve aydınlığa taşımak, özgür düşüncenin önündeki engelleri yıkmak için.
Üstad soluklandı, bir süre düşündü ve devam etti:
-Sevgili oğlum, buraya kadar anlattıklarım işin eylem yanıyla, yani özgürlüğün bedelini büyük çoğunluğun ödemeye istekli olmamasıyla ilgili şeylerdi. Söylediğim gibi sadece insan-ı kamil bu bedeli ödemeye talip! Şimdi gelelim işin fikri yönüne. Dünyada milyarlarca insan var, bunların hemen hemen hepsi kendini özgür sanıyor, ama aslında özgür olan bir avuç insan. Neden böyle? Çünkü büyük çoğunluk hayatı sorgulamadan, kendine dayatıldığı gibi yaşıyor, rüzgara kapılmış yaprak gibi günlük hayatın gelgitleri arasında sürüklenip duruyor, hayvandan tek farkı alet yapıyor ve kullanıyor olması. Doğuyor, büyüyor, çoluk çocuğa karışıyor, belli bir işte çalışıyor, ihtiyarlıyor ve ölüyor. Bu hayatı niçin yaşadığını, nasıl yaşaması gerektiğini, anlamının ne olduğunu bilmiyor, bilmek de istemiyor. Bu insan fikri anlamda nasıl özgür olabilir, insan olmanın gereklerini nasıl yerine getirebilir? Oysa insan-ı kamil dayatılanı değil, yapılması gerekeni yapıyor, niçin yaratıldığını, nasıl yaşaması gerektiğini, hayatın anlamının ne olduğunu sorguluyor ve gereğini de yerine getiriyor. Sıradan insanın yaşadığı şekliyle hayatın bir anlamı olmadığını, sadece değersiz bir oyun olduğunu biliyor. Dünya malı için canavar kesilmenin insan onuruna yakışmayacağını bildiğinden, böyle bencil bir oyuna kendini kaptırmıyor. Hayata sıradan olmayan değerler yüklüyor, yırtıcı değil fedakar, kibirli değil alçakgönüllü, kindar değil bağışlayan oluyor. İşte gerçek anlamda özgür dediğimiz insan bu insan!
Mürşit sustu, anlatılanları sindirebildi mi diye müridine baktı. O titrek, sıkıntılı çömez gitmiş, sanki yerine kendine güvenen bir insan gelmişti, minnet dolu gözlerle üstadına bakarak,
- Efendim, dedi, beni aydınlattığınız için teşekkür ederim. Doğrusu özgürlüğün anlamının bu kadar derin olduğunu bilmiyordum. Evet, anlattıklarınızı hiçbir kitapta bulmam mümkün değil. Huzurunuzda, bize böylesine muhteşem bir miras bıraktıkları için insan-ı kamil soyuna şükranlarımı sunmak isterim.
Kalkıp üstadın eline davrandı, içten gelen bir istekle uzatılan eli öptü. Artık gitmeliydi, izin isteyip kapıya yöneldi.
Çömez notlarına ayaküstü bir kez daha göz gezdirip kapıyı tıklattı, içerden o yumuşak “gel” sesini duyar duymaz içeri girdi. Mürşit her zamanki gibi sedirde bağdaş kurmuş oturuyordu, kalın camlı gözlüklerini özenle sildikten sonra gelene yanındaki sandalyede yer gösterdi. Cafer tedirgin bir hareketle notlarına davranıp,
- Efendim, dedi, özgürlük konusunda emrettiğiniz araştırmayı yaptım, notlar aldım, dilerseniz okuyayım.
Mürşit işaret parmağını olumsuz anlamda sallayarak,
- Hayır, dedi, o elindeki tomarı okumak epey zaman alır, en iyisi yazdıklarını özetle.
Çömez aceleyle son sayfayı açıp okumaya başladı:
- Yürürlükteki yasaların veya toplum kurallarının sınırları içinde, hiçbir baskıya uğramadan istediği gibi hareket eden, yabancı bir gücün baskı ve boyunduruğu altında olmaksızın düşünce ve eylemlerini seçebilen kişi özgürdür.
Kağıttan başını kaldırır kaldırmaz mürşidin delici bakışlarıyla karşılaştı. Hep öyle yapardı, düşünmeden tek laf etmez, düşündüğü sürece karşısındakinin gözlerinin ta içine bakardı. Cafer elinde olmadan ürperdi, bu esrarengiz bakışların kafatasını delip geçtiğini, çok uzaklarda bir yerlere saplandığını hisseder gibi oldu, gözlerini kırpıştırıp başını önüne eğdi. Çaresiz bekleyecekti, yaptığı tarifin üstadın pek hoşuna gitmediği belliydi, sonunda mürşit fısıldar gibi konuştu:
- Desene delilerden özgür kimse yok şu dünyada, yaptığın tarife çok uyuyor, hiçbir baskıya uğramadan diledikleri gibi hareket edebiliyor, ağızlarına geleni söylüyorlar.
Çömez hemen itiraz etti:
- Ama efendim, deliler çok aşırı ve kuraldışı bir örnek, üstelik onlar toplum kurallarına da yürürlükteki yasalara da hep ters düşerler.
- Haklısın oğul deliler aşırı bir örnek. Peki hepimizin piri sayılan Ahmet Yesevi’ye ne dersin? Biliyorsun, Yesevi peygambere hürmeten 63 yaşına gelince bir mezar kazdırıp içinde yaşamaya başladı. Zorunlu haller dışında tüm günlerini o mezarda geçirirdi, yani hareket yeteneğini tümüyle kısıtlamış, nerdeyse sıfırlamıştı. Sence Yesevi özgür değil miydi? Ben derim ki çok sınırlı hareket kabiliyetine rağmen, çağdaşlarının en özgür olanı oydu.
- Ama efendim Yesevi hareket yeteneğini kendi iradesiyle kısıtladı, kimse onu zorlamadı. Burada baskı sözkonusu değil, tam tersine özgür bir seçim var, yani Yesevi kendince doğru olan yaşam tarzını kendi seçti.
Cümlesini bitirir bitirmez düşünmeye başladı. Üstat ne yapmak istiyordu? Önce deliler sonra Yesevi, havadan sudan örneklerdi bunlar, tartıştıkları konuyla hiçbir ilgileri yoktu. Üstat bunları bilmesin olmazdı, yoksa beni deniyor mu diye düşündü. Üstadın içtenlikli, yumuşak sesiyle kendine geldi:
- Peki Cafer, başka bir örnek veriyor ve Hz. İsa diyorum. Biliyorsun Hz. İsa çarmıha gerilmeye götürülürken yoğun baskı altındaydı, üstelik yabancı gücün boyunduruğundaydı. Konuşmasına, fikirlerini söylemesine de izin verilmiyordu, yani senin şu tarifindeki tüm olumsuzluklar gerçekleşmişti. Sence Hz. İsa o anda özgür müydü, yoksa köle mi?
Çömez sarsıldı, böyle bir örnek beklemiyordu, bir şeyler söylemek için davrandı, ama aklına hiçbir şey gelmiyordu, kendini tuzağa düşmüş gibi hissetti, son bir gayretle,
- Efendim, dedi, Hz. İsa da seçimini özgür iradesiyle yaptı, tıpkı Yesevi olayında olduğu gibi. Havarilerine üç gün sonra öldürüleceğini bildirdiğine göre, olayları bizzat kendisinin yönlendirdiği, sonunu kendi eliyle hazırladığı söylenebilir.
Üstadın yüz hatlarına belli belirsiz bir gülümseme yayıldı:
- Bu sefer yanıldın Cafer, dedi. Hz İsa sandığın gibi özgür iradesiyle ölümü seçmedi, ama ölümün kaçınılmaz olduğunu gördü. Bunlar farklı şeyler, olayların gidişatından mukadder sonu görmek başka, ölümü seçmek başka. Sonuç aynı gibi görünüyor ama değil, bil ki yaşamak varken hiçbir insan ölümü seçmez. Neden dersen yaşamak kutsal bir haktır, işte bu yüzden intihar insana yasaklanmıştır. Kaldı ki, İsa gibi kemal mertebelerinin zirvesindeki biri kendi iradesiyle ölümü seçemez, eğer seçiyorsa başka çaresi kalmadığı, özgür olmayı ancak öyle sürdürebileceği içindir! Çünkü bu tür insanlar, kendilerine verilen görevi yerine getirmek için ölümle dirim arasında ayrım yapmazlar, sonucun ne olacağı, olayların onları yaşama mı, yoksa ölüme mi sürükleyeceği umurlarında değildir. Onlar için özgür olmanın bir tek kıstası vardır, misyonun gereğini yerine getirmek. Hz İsa yola çıkarken bu işte çarmıhın da olduğunu biliyordu. İster çarmıha gerilsin, isterse başına buyruk dolaşsın onun özgürlüğüne halel gelmez.
Sözün burasında bir an duraklayıp araştıran gözlerle müridine baktı, çömezde hiçbir itiraz belirtisi yoktu, sükunetle devam etti:
- Konumuzla ilgili çarpıcı bir örnek daha var. Biliyorsun Hallac-ı Mansur “Enel Hak” dediği için ölüme mahkum edildi. İnfaz vahşiceydi, önce dövüldü, sonra elleri ve ayakları kesildi, en sonunda başı kesilerek bedeni yakıldı ve külleri Dicle’ye savruldu. Hallac da zorba bir gücün baskısı altındaydı, kendini savunmasına fırsat verilmediği gibi, ölüm kararı çıkartmak için mahkeme üyelerine baskı bile yapıldı. Bu görüntülere bakarak Hallac’ın özgür olmadığını söylemek mümkün mü? Elbette değil, elleri ve ayakları kesik halde darağacında bekletilirken bir arkadaşının sorduğu “Tasavvuf nedir?” sorusuna verdiği yanıt ilginçtir: “Tasavvufun ilk mertebesi şu anda gördüğün şeydir, yarın göreceklerin ise son mertebesidir.” Ne denli baskı altında olursa olsun, böyle bir adamın özgür olmadığını kim söyleyebilir? İnançları uğruna gözünü kırpmadan ölüme gittiği için onu bayrak yapmadık mı kendimize?
Tekrar durakladı, kendini hayranlıkla dinleyen çömeze baktı. Gözleri buğulanmış, yüz hatları gerilmişti, Hallac lafı açıldığında hep duygulanırdı, bir süre yüzüne o eski tebessümün gelip oturması için bekledi,
- Bak Cafer, dedi, bu örneklerden muradımız işin püf noktasına gelmekti. Tarifini yaptığın özgürlük bizim soyumuz için geçerli değil. Neden mi? Çünkü biz özgürlük deyince mananın özgürlüğünü anlarız, maddenin değil! Önemli olan maddi yapının, yani bedenin özgürlüğü değil, özün, içsel olanın, kısaca ruhun özgürlüğüdür. Sıradan insan, eğer demir parmaklıklar arkasındaysa kendini özgür saymaz, eğer bedeni esirse, baskı altındaysa özgür olmadığını söyler. Ama biz aynı koşullarda özgürüzdür, çünkü özgürlüğümüz bedenimizde değil ruhumuzdadır. Sıradan insan, bedeninin selametini sağlayabilmek için inançlarından taviz verebilir, hatta her özgürlüğün bir bedeli olduğunu söyleyerek hareketini mazur bile gösterebilir. Oysa biz asla bu yola başvurmayız, gerekirse bedelini öder, yani canımızı verir özgürlüğümüzü koruruz, tıpkı Hz. İsa ve Hallac gibi! Çevrene dikkatle baktığın zaman ne dediğimi anlarsın. Örneğin şu işçi, karnını doyurduğu için ruhuna da sahip çıkan patronuna ses etmez. Şu memur, günlük nafakası için amirinin hakaretlerine boyun eğer. Şu dilenci, üç beş kuruş için kapı kapı dolaşıp kendini aşağılatır. Şu çanak yalayıcı, velinimetinin teveccühünü kazanmak için her rezilliği sineye çeker. Şimdi bu adamlar özgür müdür? Hayır oğul, bu adamlar kendini özgür sanan kölelerdir, bedenlerinin rahatı için ruhlarına eziyet eden zavallılardır! Bu sözlerimden bedenin özgürlüğü önemli değildir gibi bir anlam çıkarma, elbette bedenin özgürlüğü de önemlidir, ama ruhun özgürlüğünün yanında lafı bile olmaz. Çünkü özgür bir ruh esir bedeni kurtarabilir, ama köle bir ruhun esir bedeni kurtardığı görülmemiştir! Sonuç olarak, sıradan insan ya özgürdür ya köle, bizim soyumuz ise ya özgürdür ya ölü! İnsanı insan yapan ruhunun özgürlüğüne verdiği önemdir, aksi takdirde hayvandan ne farkımız kalır? Bedeni en özgür yaratık hayvandır, çünkü kayıt altında değildir, ama şuuru olmadığı için manevi özgürlükten nasipsizdir. Kısaca, bizim özgürlük anlayışımız avamın özgürlük anlayışıyla bir değildir, birçok can pahasına kazanılmış bir özgürlüktür. Onu ansiklopedilerin tozlu sayfalarında değil, insan-ı kamilin ibret verici yaşantısında araman gerekir. Hz. Hüseyin 72 kişiyle on bin kişilik orduya kafa tutarken neyi korumak istiyordu? Seyit Nesimi diri diri derisini neden yüzdürttü? Şeyh Bedrettin ve Pir Sultan Abdal, rahat etmek varken niçin darağacını tercih ettiler? Elbette insanı iyiye, güzele ve aydınlığa taşımak, özgür düşüncenin önündeki engelleri yıkmak için.
Üstad soluklandı, bir süre düşündü ve devam etti:
-Sevgili oğlum, buraya kadar anlattıklarım işin eylem yanıyla, yani özgürlüğün bedelini büyük çoğunluğun ödemeye istekli olmamasıyla ilgili şeylerdi. Söylediğim gibi sadece insan-ı kamil bu bedeli ödemeye talip! Şimdi gelelim işin fikri yönüne. Dünyada milyarlarca insan var, bunların hemen hemen hepsi kendini özgür sanıyor, ama aslında özgür olan bir avuç insan. Neden böyle? Çünkü büyük çoğunluk hayatı sorgulamadan, kendine dayatıldığı gibi yaşıyor, rüzgara kapılmış yaprak gibi günlük hayatın gelgitleri arasında sürüklenip duruyor, hayvandan tek farkı alet yapıyor ve kullanıyor olması. Doğuyor, büyüyor, çoluk çocuğa karışıyor, belli bir işte çalışıyor, ihtiyarlıyor ve ölüyor. Bu hayatı niçin yaşadığını, nasıl yaşaması gerektiğini, anlamının ne olduğunu bilmiyor, bilmek de istemiyor. Bu insan fikri anlamda nasıl özgür olabilir, insan olmanın gereklerini nasıl yerine getirebilir? Oysa insan-ı kamil dayatılanı değil, yapılması gerekeni yapıyor, niçin yaratıldığını, nasıl yaşaması gerektiğini, hayatın anlamının ne olduğunu sorguluyor ve gereğini de yerine getiriyor. Sıradan insanın yaşadığı şekliyle hayatın bir anlamı olmadığını, sadece değersiz bir oyun olduğunu biliyor. Dünya malı için canavar kesilmenin insan onuruna yakışmayacağını bildiğinden, böyle bencil bir oyuna kendini kaptırmıyor. Hayata sıradan olmayan değerler yüklüyor, yırtıcı değil fedakar, kibirli değil alçakgönüllü, kindar değil bağışlayan oluyor. İşte gerçek anlamda özgür dediğimiz insan bu insan!
Mürşit sustu, anlatılanları sindirebildi mi diye müridine baktı. O titrek, sıkıntılı çömez gitmiş, sanki yerine kendine güvenen bir insan gelmişti, minnet dolu gözlerle üstadına bakarak,
- Efendim, dedi, beni aydınlattığınız için teşekkür ederim. Doğrusu özgürlüğün anlamının bu kadar derin olduğunu bilmiyordum. Evet, anlattıklarınızı hiçbir kitapta bulmam mümkün değil. Huzurunuzda, bize böylesine muhteşem bir miras bıraktıkları için insan-ı kamil soyuna şükranlarımı sunmak isterim.
Kalkıp üstadın eline davrandı, içten gelen bir istekle uzatılan eli öptü. Artık gitmeliydi, izin isteyip kapıya yöneldi.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa