KADER ÜSTÜNE
Hz. Ali’nin kaderle ilgili bir uyarısı var: “Kapkaranlık bir yoldur gitmeyin o yola. Pek derin bir denizdir dalmayın o denize. Tanrının sırrıdır uğraşmayın onunla!” diyor. Binlerce yıldır kader konusunda yapılan araştırmaların bir sonuca bağlanamaması, hiçbir düşünürün kaderin sırrını aralayacak bir bulguya ulaşamaması, Hz Ali’nin uyarısının hiç de yabana atılır cinsten olmadığını gösteriyor.
Ama aynı Hz. Ali’nin kader konusunda iyimser yargıları olduğu da bir gerçek. “Şam’a gidişimiz Tanrının kaza ve kaderiyle ilgili değil mi?” diye soran bir arkadaşına verdiği yanıt çok ilginç: “Yazıklar olsun sana, sen kazayı yerine gelmesi, kaderi mutlaka olması gerekli bir iş sanmaktasın. Eğer öyle olsaydı, sevap ve ceza geçersiz olur, sözün ve söz verenin ortadan kalkması gerekirdi. Oysa noksan sıfatlardan beri olan Tanrı, kullarını yapacakları işlerde serbest bırakarak kötülüklerden sakınmalarını emretmiş, kötülüğü yasaklamıştır. Emir de, yasak da kulun seçme hakkını ortadan kaldırmamış, onun kudretini yok etmemiştir. Onlara kolay olanı teklif etmiş, zor olanı buyurmamıştır. Az iyiliğe çok sevap vermiştir. Kul mağlup olduğu için isyan etmez, mecbur olduğu için itaatte bulunmaz. Tanrı peygamberleri bir oyun olsun diye göndermemiş, kitabı abes olarak indirmemiş, gökleri ve yeri, ikisi arasında yaratılanları boş yere yaratmamıştır.”
Yanıt açık ve kesin! Hz. Ali’ye göre insan bazılarının sandığı gibi Tanrının elinde oyuncak değil, aksine özgür iradesiyle hareket eden, seçme hakkı olan bir varlık. Başka bir deyişle, kaderini Tanrı değil kendi çiziyor. Peki kaderin oluşumunda Tanrının hiç mi katkısı yok? İşte düğüm burada, açıklığa kavuşturulamayan, daha doğrusu içinden çıkılamayan esrar burada! Zaten Hz Ali’yi kader konusunda birbiriyle çelişir gibi görünen iki ayrı beyanda bulunmaya zorlayan da bu esrar perdesi! Kaderin Tanrının sırrı olduğunu söylemekle, insanın kaderini kendisinin çizdiğini söylemek arasında epey fark var. Eğer insan kaderini kendisi çiziyorsa, kader konusu neden dalınmaması gereken derin bir deniz, uğraşılmaması gereken Tanrının sırrı olsun? Veliler Şahının bu denli kaba bir çelişkiye düştüğünü söylemek abes olur. Açıkça belli ki, Hz. Ali insanların akıl erdiremeyeceği sır perdesini iki nedenden ötürü aralamak istemiyor. O koşullarda bu esrarı örtmesinin elbette haklı bir nedeni var, o günün insanına bu sır açıklanamazdı.
Kaderin neden Tanrının sırrı olduğunu açıklamadaki ilk zorluk, tevhit kavramının o devrin insanına kolayca anlatılamamasından kaynaklanıyor. İslam tasavvufundaki vahdet-i vücut teorisi (vücut birliği), gerek ilahi mesajlara, gerekse pozitif bilimin son verilerine göre artık kesinlik kazanmış durumdadır. Bu teoriye göre vücut Tek’tir, o da Tanrının vücududur. Evrendeki tüm varlıkları meydana getiren hücresel, moleküler ve atomik yapı, aslında Tek’in çeşitli titreşim düzeylerindeki ışınsal tezahürleridir, maddenin en alt birimi olan atom altı partiküllerin aslının ışık olduğu pozitif bilim tarafından saptanmıştır. Bu ışınsal yapıların tezahür ederek içinden çıkıp geldiği ve değişim geçirerek tekrar ona döndüğü cevherin adı Tanrı’dır. Hz. Muhammed bu gerçeği 1400 sene evvel “Başlangıçta O vardı ve başka hiçbir şey yoktu” diyerek formüle etmiş, Hz. Ali de bu yargı hakkında fikrini soranlara “Hala öyledir” diyerek peygamberin yargısının şimdi de geçerli olduğunu, yani başlangıçta da, şu anda da var olan her şeyin Tanrının tezahürlerinden başka bir şey olmadığını ima etmişti. Çünkü var sandığımız tüm nesneler bizim algımıza göre vardır, oysa hepsi Tanrının bir var bir yok olan yansımaları, O’nun cevherinden türemiş terkiplerdir. Öyle ki, en önemsiz nesne bile Tanrıdandır, elbette insan da Tanrının tezahüründen başka bir şey değildir. İşte Hz Ali’yi, kaderin Tanrının sırrı olduğunu söylemeye zorlayan nedenlerden biri budur. Kendini Tanrısal cevherden ayırıp bağımsız bir varlık olduğunu sanan o devrin insanına, aslında Tanrının bir tezahürü olduğunu, dahası Tanrının ta kendisi olduğunu, dolayısıyla kaderini de kendinin çizdiğini Hz. Ali nasıl anlatabilirdi? Bu sırrı bir şekilde örtmesi gerekiyordu.
Şimdi denebilir ki, Tanrının cevherinden bağımsız bir varlığı olmayan insan, nasıl olur da kaderini Tanrıdan bağımsız çizebilir? Eğer tüm vücut Tanrıya aitse ne bağımsızlığımız, ne de kaderimizi çizecek irademiz var demektir. Bu itiraz, ancak Tanrının kendi cevherinden yarattığı parçalara müdahale ettiğini varsaydığımız takdirde geçerlidir. Oysa Tanrı müdahale eden değil, sadece olan’dır, her şeye istediği gibi olma iznini verendir. Evreni ayakta tutan Tanrı enerjisi işte bu yüzden nötrdür, yani varlıkların niyet ve iradelerine yanıt verecek şekilde ayarlanmıştır! En erdemsiz insan bile o nötr enerjiden istediği kadar servet ya da başarı çekebilir! Eğer yeterli irade ve istek varsa, kozmik enerji kişinin erdemli olup olmadığını sorgulamadan ona istediğini verir. Tanrının yaptığı tek iş, olanın olmasına izin vermektir. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ayetinin anlamı da budur, insanın tıpkı kendisi gibi nötr enerjiden istediğini çekip alabilmesini ve her istediği şeyi yaratabilmesini murat etmiştir. Başka bir deyişle, halifelik yaratma yeteneğini de kapsamaktadır. İşte bu yüzden insan kaderini belirleme yetki ve becerisine de sahiptir.
Peki insan bu yetkiyi nasıl kullanır? Hz. Ali’ye kader Tanrının sırrıdır dedirten ikinci neden işte bu noktada düğümleniyor. Şöyle ki, insan dünyaya gelmeden önce, öte alemdeki rehber varlıkların gözetiminde kendine bir hayat planı (kader) hazırlar. Plan varlığın dünyada öğreneceği ders ya da derslerle ilgilidir, yani olgunlaşmak için gereksinim duyduğu dersleri hayat planına koyar. Planın hazırlanmasında rehber varlıkların rolü tavsiyede bulunmaktan öte gitmez. Planı hazırlayan da, onaylayan da bedenlenecek varlıktır, yani müstakbel insandır. Eğer varlık ıstırabı ve yoksulluğu deneyimlemek istiyorsa, örneğin bir savaşın ortasında dünyaya gelmeyi seçebilir. Eğer alçakgönüllülüğü deneyimlemek istiyorsa, yoksul bir çevrede, yoksul bir aileden dünyaya gelmeyi isteyebilir. Eğer daha çabuk olgunlaşmak istiyorsa, örneğin bedensel bir özürle doğmayı seçebilir, çünkü çekeceği çile onu daha çabuk olgunlaştıracaktır.
Bundan sonrası görevli varlıklar tarafından ayarlanır, yani genetik yapı varlığın öğreneceği derse göre oluşturulur. Bu eskilerin fıtrat ya da mizaç dediği yaratılış özelliğidir. Bazılarına göre doğum anında burçların cenin üzerindeki etkisiyle, bazılarına göre genetik yapıdaki nedenlerle insanlar birbirlerinden farklı özellik ve güdülerle dünyaya gelirler. Farklılığın sebebi ne olursa olsun, gerçek olduğu kesindir, çünkü insanlar ayrı huy ve karakterde yaratılırlar. Bunlar doğuştan getirdiğimiz fıtri yeteneklerdir. Halk arasında “Huy canın altındadır” ya da “Can çıkmadan huy çıkmaz” şeklindeki deyimler, aslında bu gerçeğin ifadesinden başka bir şey değildir. Bazı insanlar sinirli, bazıları şen şakraktır. İyimserler kötümserler, girginler çekingenler, açgözlüler tokgözlüler, hırçınlar uysallar hepsi de ayrı yaratılıştadır. Bu nitelikler hayat planını (kaderi) etkileyen genetik kotlardır. Amaç, dünya okuluna gelen insanların robot gibi birbirine benzemelerini önlemektir, çünkü yaşamdaki devinim ancak bu farklılıklarla sağlanabilir, daha doğrusu insanlar birbirinden farklı oldukları zaman evrimleşebilirler. Çiçekler, hayvanlar ve ağaçlar nasıl çeşit çeşitse, insanlar da çeşit çeşit olmak zorundadır. Öte yandan, dünyaya gelecek varlığın hayat planındaki dersi öğrenip öğrenmemesi tamamen kendi iradesine bağlıdır. Tanrının insana dayattığı bir kader yoktur, hayat planını kabul eden de, ona uyup uymamayı özgür iradesiyle seçen de insandır.
Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir. İnsan kaderini kendi belirliyorsa, neden dünyada yaşarken hayat planını (kaderini) hatırlamıyor? Hatırlamıyor, çünkü doğum anındaki ilk çığlıkla birlikte “unutma perdesi” devreye giriyor ve insan bedenlenmeden önce onayladığı plandan habersiz özgürce seçimler yapmaya başlıyor. İyi ki öyle oluyor, aksi takdirde bir katil olacağını bile bile insan bu dünyada yaşayamazdı! Öyle ağır hayat planları vardır ki, hiçbir insan aklı tahammül edemez. Peki bir varlık bu denli ağır bir kaderi neden seçer? Çünkü ruh varlığı kaderini oluştururken daha çok olgunlaşmayı hedefler, bir ruh varlığının hayat planındaki güçlüklere bakış açısıyla, bedenlenmiş insanın bakış açısı tamamen farklıdır.
Görüldüğü gibi, Tanrının kaderle hiçbir ilgisi yoktur. Eğer Tanrı insanların kaderine müdahale edecek olsaydı, kimine iyilik, kimine kötülük etmiş olurdu, kimini doğuştan sakat, kimini sağlıklı, kimini yoksul, kimini de zengin yaratmış olurdu ki, bu da Tanrının adil sıfatıyla bağdaşmazdı. Eğer Hz Ali, kaderin bu yönüyle ilgili gerçekleri o devrin insanına anlatacak olsaydı, acaba kaç kişiyi inandırabilirdi? Bu yüzden, kader Tanrının sırrıdır, derin bir denizdir, dalmayın o denize demekle yetindi. Bırakın o devrin insanını, günümüz insanına bile Tanrının kaderle ilgisi olmadığını anlatmak, deveye hendek atlatmak kadar zordur!
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ali’nin Tanrının sırrıdır dediği kader açıklaması, bedenlenmeden önce öte alemde ruh varlığının onayladığı hayat planıyla (kaderle) ilgili, çünkü insan dünyada unutma perdesi yüzünden bu plandan habersiz yaşar ve kaderi sır perdesiyle örtülüdür. Hz. Ali’nin kaderle ilgili ikinci açıklaması, yani Şam’a sefere giderken arkadaşına verdiği yanıt ise, kaderin dünyadaki bölümüyle, yani hayat planına uyup uymamada kişinin özgür olduğu dünya yaşamıyla ilgili. Veliler Şahı’nın birbiriyle çelişir gibi görünen iki beyanı arasında aslında çelişki olmadığı aşikar.
Oysa Sünni İslam mezhepleri, ya kaderi baştan sona Tanrının belirlediğine, ya da insana kader konusunda kısmi bir özgürlük bahşettiğine inanırlar. Cebriye ekolü, insanın kaderini baştan sona Tanrının tayin ettiğini söyleyerek O’nu bir zalim durumuna düşürür ve Tanrının adil sıfatını hiçe sayar. Diğer Sünni ekolleri ise, irade-i cüzi’yi (sınırlı irade) kabul ederek insanın kaderini belirlerken kısmen özgür olduğunu söylerler. Bu görüşü savunanlar, bir orta yol bulduklarını sanarak kaderin oluşumunda aslan payını Tanrıya, sınırlı bir payı da insana verip ne şiş yansın ne kebap misali işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Bize göre bu görüş diğerinden daha abestir, çünkü kötü eylemlerin sorumluluğu dönüp dolaşıp yine Tanrının üstünde kalır! Sonuçta, insanın yetersizliği üzerine kurulmuş iki dinden avare bir görüştür.
Hz. Muhammed’e ait bir hadis, irade-i cüzi’yi savunanların görüşünü doğrular gibi görünse de, aslında bizim savunduğumuz tezi kanıtlayan ipuçları taşımaktadır. Yıkılmak üzere olan bir duvarın altından hızla geçen peygambere, “Neden acele ettiniz, eğer kaderinizde varsa o duvar yine de üstünüze yıkılabilirdi” diyen adama,“Allah’ın kazasından, Allah’ın kaderine sığındım” diye yanıt vermiştir, yani ben tedbirimi aldım, irademin ve aklımın gereğini yaptım, gerisini dünyaya gelmeden önce onayladığım, ama şimdi tamamen unuttuğum hayat planına (kadere) bıraktım demek istemiştir. Bu hadis de gösteriyor ki, kaderin oluşumunda insan iradesinin rolü mutlaktır.
Eğer kader konusunda durum Ehli Sünnet alimlerinin dediği gibi olsaydı, Hz. Ali’nin işaret ettiği sakıncalar ortaya çıkar, iyilik ve kötülük anlamını yitirir, söz ve sözü veren mazur gösterilebilir, peygamberler ve onlara indirilen kitaplar geçersiz olurdu. İnsan ise hiçbir sorumluluğu olmayan, hayvan mertebesinde basit bir varlık olmaktan öte gidemezdi. İnsanın özgür iradesi o denli etkindir ki, Tanrı buyruklarını dinleyip dinlememekte, hatta Tanrıya küfretmekte bile özgürdür! Tanrının, oya gibi bezeyerek en ince ayrıntısına kadar tasarlayıp vücut verdiği evrende bir despot gibi her varlığın kaderini belirlemesinin, sonucunu bildiği bir oyunu bıkıp usanmadan defalarca oynamasının hiçbir anlamı olamaz! Bu bakış açısı, Tanrıyı yaratıklarına kötülük yaptırtan, sonra da onları cezalandıran bir zalim durumuna düşürür ki, bu küfürle eşanlamlıdır. Sanki ihtiyacı varmış gibi Tanrıyı kuru bir tapıncın objesi haline getirenler, kendilerine verilen hilafet görevini ellerinin tersiyle geri çevirenlerdir.
Sonuç olarak, Hz. Ali kader hakkındaki sözleriyle idraki kıt insanları, kaderlerinden Tanrıyı sorumlu tutup O’nu bir zalim durumuna düşürmemeleri için “Girmeyin o denize, gitmeyin o yola” diye uyarıyor, elbette anlayanları ya da anlamak için çabalayanları!
Hz. Ali’nin kaderle ilgili bir uyarısı var: “Kapkaranlık bir yoldur gitmeyin o yola. Pek derin bir denizdir dalmayın o denize. Tanrının sırrıdır uğraşmayın onunla!” diyor. Binlerce yıldır kader konusunda yapılan araştırmaların bir sonuca bağlanamaması, hiçbir düşünürün kaderin sırrını aralayacak bir bulguya ulaşamaması, Hz Ali’nin uyarısının hiç de yabana atılır cinsten olmadığını gösteriyor.
Ama aynı Hz. Ali’nin kader konusunda iyimser yargıları olduğu da bir gerçek. “Şam’a gidişimiz Tanrının kaza ve kaderiyle ilgili değil mi?” diye soran bir arkadaşına verdiği yanıt çok ilginç: “Yazıklar olsun sana, sen kazayı yerine gelmesi, kaderi mutlaka olması gerekli bir iş sanmaktasın. Eğer öyle olsaydı, sevap ve ceza geçersiz olur, sözün ve söz verenin ortadan kalkması gerekirdi. Oysa noksan sıfatlardan beri olan Tanrı, kullarını yapacakları işlerde serbest bırakarak kötülüklerden sakınmalarını emretmiş, kötülüğü yasaklamıştır. Emir de, yasak da kulun seçme hakkını ortadan kaldırmamış, onun kudretini yok etmemiştir. Onlara kolay olanı teklif etmiş, zor olanı buyurmamıştır. Az iyiliğe çok sevap vermiştir. Kul mağlup olduğu için isyan etmez, mecbur olduğu için itaatte bulunmaz. Tanrı peygamberleri bir oyun olsun diye göndermemiş, kitabı abes olarak indirmemiş, gökleri ve yeri, ikisi arasında yaratılanları boş yere yaratmamıştır.”
Yanıt açık ve kesin! Hz. Ali’ye göre insan bazılarının sandığı gibi Tanrının elinde oyuncak değil, aksine özgür iradesiyle hareket eden, seçme hakkı olan bir varlık. Başka bir deyişle, kaderini Tanrı değil kendi çiziyor. Peki kaderin oluşumunda Tanrının hiç mi katkısı yok? İşte düğüm burada, açıklığa kavuşturulamayan, daha doğrusu içinden çıkılamayan esrar burada! Zaten Hz Ali’yi kader konusunda birbiriyle çelişir gibi görünen iki ayrı beyanda bulunmaya zorlayan da bu esrar perdesi! Kaderin Tanrının sırrı olduğunu söylemekle, insanın kaderini kendisinin çizdiğini söylemek arasında epey fark var. Eğer insan kaderini kendisi çiziyorsa, kader konusu neden dalınmaması gereken derin bir deniz, uğraşılmaması gereken Tanrının sırrı olsun? Veliler Şahının bu denli kaba bir çelişkiye düştüğünü söylemek abes olur. Açıkça belli ki, Hz. Ali insanların akıl erdiremeyeceği sır perdesini iki nedenden ötürü aralamak istemiyor. O koşullarda bu esrarı örtmesinin elbette haklı bir nedeni var, o günün insanına bu sır açıklanamazdı.
Kaderin neden Tanrının sırrı olduğunu açıklamadaki ilk zorluk, tevhit kavramının o devrin insanına kolayca anlatılamamasından kaynaklanıyor. İslam tasavvufundaki vahdet-i vücut teorisi (vücut birliği), gerek ilahi mesajlara, gerekse pozitif bilimin son verilerine göre artık kesinlik kazanmış durumdadır. Bu teoriye göre vücut Tek’tir, o da Tanrının vücududur. Evrendeki tüm varlıkları meydana getiren hücresel, moleküler ve atomik yapı, aslında Tek’in çeşitli titreşim düzeylerindeki ışınsal tezahürleridir, maddenin en alt birimi olan atom altı partiküllerin aslının ışık olduğu pozitif bilim tarafından saptanmıştır. Bu ışınsal yapıların tezahür ederek içinden çıkıp geldiği ve değişim geçirerek tekrar ona döndüğü cevherin adı Tanrı’dır. Hz. Muhammed bu gerçeği 1400 sene evvel “Başlangıçta O vardı ve başka hiçbir şey yoktu” diyerek formüle etmiş, Hz. Ali de bu yargı hakkında fikrini soranlara “Hala öyledir” diyerek peygamberin yargısının şimdi de geçerli olduğunu, yani başlangıçta da, şu anda da var olan her şeyin Tanrının tezahürlerinden başka bir şey olmadığını ima etmişti. Çünkü var sandığımız tüm nesneler bizim algımıza göre vardır, oysa hepsi Tanrının bir var bir yok olan yansımaları, O’nun cevherinden türemiş terkiplerdir. Öyle ki, en önemsiz nesne bile Tanrıdandır, elbette insan da Tanrının tezahüründen başka bir şey değildir. İşte Hz Ali’yi, kaderin Tanrının sırrı olduğunu söylemeye zorlayan nedenlerden biri budur. Kendini Tanrısal cevherden ayırıp bağımsız bir varlık olduğunu sanan o devrin insanına, aslında Tanrının bir tezahürü olduğunu, dahası Tanrının ta kendisi olduğunu, dolayısıyla kaderini de kendinin çizdiğini Hz. Ali nasıl anlatabilirdi? Bu sırrı bir şekilde örtmesi gerekiyordu.
Şimdi denebilir ki, Tanrının cevherinden bağımsız bir varlığı olmayan insan, nasıl olur da kaderini Tanrıdan bağımsız çizebilir? Eğer tüm vücut Tanrıya aitse ne bağımsızlığımız, ne de kaderimizi çizecek irademiz var demektir. Bu itiraz, ancak Tanrının kendi cevherinden yarattığı parçalara müdahale ettiğini varsaydığımız takdirde geçerlidir. Oysa Tanrı müdahale eden değil, sadece olan’dır, her şeye istediği gibi olma iznini verendir. Evreni ayakta tutan Tanrı enerjisi işte bu yüzden nötrdür, yani varlıkların niyet ve iradelerine yanıt verecek şekilde ayarlanmıştır! En erdemsiz insan bile o nötr enerjiden istediği kadar servet ya da başarı çekebilir! Eğer yeterli irade ve istek varsa, kozmik enerji kişinin erdemli olup olmadığını sorgulamadan ona istediğini verir. Tanrının yaptığı tek iş, olanın olmasına izin vermektir. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ayetinin anlamı da budur, insanın tıpkı kendisi gibi nötr enerjiden istediğini çekip alabilmesini ve her istediği şeyi yaratabilmesini murat etmiştir. Başka bir deyişle, halifelik yaratma yeteneğini de kapsamaktadır. İşte bu yüzden insan kaderini belirleme yetki ve becerisine de sahiptir.
Peki insan bu yetkiyi nasıl kullanır? Hz. Ali’ye kader Tanrının sırrıdır dedirten ikinci neden işte bu noktada düğümleniyor. Şöyle ki, insan dünyaya gelmeden önce, öte alemdeki rehber varlıkların gözetiminde kendine bir hayat planı (kader) hazırlar. Plan varlığın dünyada öğreneceği ders ya da derslerle ilgilidir, yani olgunlaşmak için gereksinim duyduğu dersleri hayat planına koyar. Planın hazırlanmasında rehber varlıkların rolü tavsiyede bulunmaktan öte gitmez. Planı hazırlayan da, onaylayan da bedenlenecek varlıktır, yani müstakbel insandır. Eğer varlık ıstırabı ve yoksulluğu deneyimlemek istiyorsa, örneğin bir savaşın ortasında dünyaya gelmeyi seçebilir. Eğer alçakgönüllülüğü deneyimlemek istiyorsa, yoksul bir çevrede, yoksul bir aileden dünyaya gelmeyi isteyebilir. Eğer daha çabuk olgunlaşmak istiyorsa, örneğin bedensel bir özürle doğmayı seçebilir, çünkü çekeceği çile onu daha çabuk olgunlaştıracaktır.
Bundan sonrası görevli varlıklar tarafından ayarlanır, yani genetik yapı varlığın öğreneceği derse göre oluşturulur. Bu eskilerin fıtrat ya da mizaç dediği yaratılış özelliğidir. Bazılarına göre doğum anında burçların cenin üzerindeki etkisiyle, bazılarına göre genetik yapıdaki nedenlerle insanlar birbirlerinden farklı özellik ve güdülerle dünyaya gelirler. Farklılığın sebebi ne olursa olsun, gerçek olduğu kesindir, çünkü insanlar ayrı huy ve karakterde yaratılırlar. Bunlar doğuştan getirdiğimiz fıtri yeteneklerdir. Halk arasında “Huy canın altındadır” ya da “Can çıkmadan huy çıkmaz” şeklindeki deyimler, aslında bu gerçeğin ifadesinden başka bir şey değildir. Bazı insanlar sinirli, bazıları şen şakraktır. İyimserler kötümserler, girginler çekingenler, açgözlüler tokgözlüler, hırçınlar uysallar hepsi de ayrı yaratılıştadır. Bu nitelikler hayat planını (kaderi) etkileyen genetik kotlardır. Amaç, dünya okuluna gelen insanların robot gibi birbirine benzemelerini önlemektir, çünkü yaşamdaki devinim ancak bu farklılıklarla sağlanabilir, daha doğrusu insanlar birbirinden farklı oldukları zaman evrimleşebilirler. Çiçekler, hayvanlar ve ağaçlar nasıl çeşit çeşitse, insanlar da çeşit çeşit olmak zorundadır. Öte yandan, dünyaya gelecek varlığın hayat planındaki dersi öğrenip öğrenmemesi tamamen kendi iradesine bağlıdır. Tanrının insana dayattığı bir kader yoktur, hayat planını kabul eden de, ona uyup uymamayı özgür iradesiyle seçen de insandır.
Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir. İnsan kaderini kendi belirliyorsa, neden dünyada yaşarken hayat planını (kaderini) hatırlamıyor? Hatırlamıyor, çünkü doğum anındaki ilk çığlıkla birlikte “unutma perdesi” devreye giriyor ve insan bedenlenmeden önce onayladığı plandan habersiz özgürce seçimler yapmaya başlıyor. İyi ki öyle oluyor, aksi takdirde bir katil olacağını bile bile insan bu dünyada yaşayamazdı! Öyle ağır hayat planları vardır ki, hiçbir insan aklı tahammül edemez. Peki bir varlık bu denli ağır bir kaderi neden seçer? Çünkü ruh varlığı kaderini oluştururken daha çok olgunlaşmayı hedefler, bir ruh varlığının hayat planındaki güçlüklere bakış açısıyla, bedenlenmiş insanın bakış açısı tamamen farklıdır.
Görüldüğü gibi, Tanrının kaderle hiçbir ilgisi yoktur. Eğer Tanrı insanların kaderine müdahale edecek olsaydı, kimine iyilik, kimine kötülük etmiş olurdu, kimini doğuştan sakat, kimini sağlıklı, kimini yoksul, kimini de zengin yaratmış olurdu ki, bu da Tanrının adil sıfatıyla bağdaşmazdı. Eğer Hz Ali, kaderin bu yönüyle ilgili gerçekleri o devrin insanına anlatacak olsaydı, acaba kaç kişiyi inandırabilirdi? Bu yüzden, kader Tanrının sırrıdır, derin bir denizdir, dalmayın o denize demekle yetindi. Bırakın o devrin insanını, günümüz insanına bile Tanrının kaderle ilgisi olmadığını anlatmak, deveye hendek atlatmak kadar zordur!
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ali’nin Tanrının sırrıdır dediği kader açıklaması, bedenlenmeden önce öte alemde ruh varlığının onayladığı hayat planıyla (kaderle) ilgili, çünkü insan dünyada unutma perdesi yüzünden bu plandan habersiz yaşar ve kaderi sır perdesiyle örtülüdür. Hz. Ali’nin kaderle ilgili ikinci açıklaması, yani Şam’a sefere giderken arkadaşına verdiği yanıt ise, kaderin dünyadaki bölümüyle, yani hayat planına uyup uymamada kişinin özgür olduğu dünya yaşamıyla ilgili. Veliler Şahı’nın birbiriyle çelişir gibi görünen iki beyanı arasında aslında çelişki olmadığı aşikar.
Oysa Sünni İslam mezhepleri, ya kaderi baştan sona Tanrının belirlediğine, ya da insana kader konusunda kısmi bir özgürlük bahşettiğine inanırlar. Cebriye ekolü, insanın kaderini baştan sona Tanrının tayin ettiğini söyleyerek O’nu bir zalim durumuna düşürür ve Tanrının adil sıfatını hiçe sayar. Diğer Sünni ekolleri ise, irade-i cüzi’yi (sınırlı irade) kabul ederek insanın kaderini belirlerken kısmen özgür olduğunu söylerler. Bu görüşü savunanlar, bir orta yol bulduklarını sanarak kaderin oluşumunda aslan payını Tanrıya, sınırlı bir payı da insana verip ne şiş yansın ne kebap misali işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Bize göre bu görüş diğerinden daha abestir, çünkü kötü eylemlerin sorumluluğu dönüp dolaşıp yine Tanrının üstünde kalır! Sonuçta, insanın yetersizliği üzerine kurulmuş iki dinden avare bir görüştür.
Hz. Muhammed’e ait bir hadis, irade-i cüzi’yi savunanların görüşünü doğrular gibi görünse de, aslında bizim savunduğumuz tezi kanıtlayan ipuçları taşımaktadır. Yıkılmak üzere olan bir duvarın altından hızla geçen peygambere, “Neden acele ettiniz, eğer kaderinizde varsa o duvar yine de üstünüze yıkılabilirdi” diyen adama,“Allah’ın kazasından, Allah’ın kaderine sığındım” diye yanıt vermiştir, yani ben tedbirimi aldım, irademin ve aklımın gereğini yaptım, gerisini dünyaya gelmeden önce onayladığım, ama şimdi tamamen unuttuğum hayat planına (kadere) bıraktım demek istemiştir. Bu hadis de gösteriyor ki, kaderin oluşumunda insan iradesinin rolü mutlaktır.
Eğer kader konusunda durum Ehli Sünnet alimlerinin dediği gibi olsaydı, Hz. Ali’nin işaret ettiği sakıncalar ortaya çıkar, iyilik ve kötülük anlamını yitirir, söz ve sözü veren mazur gösterilebilir, peygamberler ve onlara indirilen kitaplar geçersiz olurdu. İnsan ise hiçbir sorumluluğu olmayan, hayvan mertebesinde basit bir varlık olmaktan öte gidemezdi. İnsanın özgür iradesi o denli etkindir ki, Tanrı buyruklarını dinleyip dinlememekte, hatta Tanrıya küfretmekte bile özgürdür! Tanrının, oya gibi bezeyerek en ince ayrıntısına kadar tasarlayıp vücut verdiği evrende bir despot gibi her varlığın kaderini belirlemesinin, sonucunu bildiği bir oyunu bıkıp usanmadan defalarca oynamasının hiçbir anlamı olamaz! Bu bakış açısı, Tanrıyı yaratıklarına kötülük yaptırtan, sonra da onları cezalandıran bir zalim durumuna düşürür ki, bu küfürle eşanlamlıdır. Sanki ihtiyacı varmış gibi Tanrıyı kuru bir tapıncın objesi haline getirenler, kendilerine verilen hilafet görevini ellerinin tersiyle geri çevirenlerdir.
Sonuç olarak, Hz. Ali kader hakkındaki sözleriyle idraki kıt insanları, kaderlerinden Tanrıyı sorumlu tutup O’nu bir zalim durumuna düşürmemeleri için “Girmeyin o denize, gitmeyin o yola” diye uyarıyor, elbette anlayanları ya da anlamak için çabalayanları!
1 Yorum:
Her halükarda sorumlu yine ALLAH'tır.Misal veriyorum bir insanın ruhu dünyaya sakat ve fakir gelmek istedi.Bunu isteyen her açıdan azad olmuş tek gayesi ALLAH olan ruh(acı çekmez ,gam çekmez vs nedir bilmez.)Dünyada bedenden bağımsız olarak çok zor bir kader istemiş olabilir.Lakin ALLAH bu kaderin insanın bedenine bu kadar ağır geleceğini bilmesine rağmen neden müdahale etmedi!Bu bir Çocuğu ÖSS sınavına sokup sonucu onaylamak gibi.Bence ALLAH'IN muradı bu idi!Sizi yanıltan şeyde bu aslında ALLAH'ın muradı bunları yapanın aslında kendimiz olduğunu düşünmemiz.Misal kişi ruhunun kendisinden bağımsız verdiği karar yüzünden bırak olgunlaşmayı hem dünyasını hemde ahiretini mahvedebilir.Çünkü seçimi yapan ruhtur ama cefasını çekecek olan nefs ve bedendir.Bu durumda ruh insanın hem dünya hemde ahiret hayatının mahvolmasına sebep olmaktadır.
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa