TANRIYI TANIMLAMAK
İnsanoğlunun asla başaramadığı şeylerden biri de Tanrıyı tanımlamaktır. Elle tutulup gözle görülemeyeni, havsalaya sığmayanı, hiçbir şeye benzemeyeni tanımlamak elbette kolay değil. Aslında açmaz kelimelerin yetersizliğinden, sınırlı kavramlarla sınırsızı tarif etme çabasından kaynaklanıyor. Örneğin “Tanrı Bir’dir” deseniz, çokluğun sahibi kim diye sorarlar. “Tanrı Tek’tir” deseniz, çiftler ne olacak derler. “Tanrı Yüce’dir” deseniz, cüceleri kim yarattı derler. “O” deseniz, bu öksüz kalır. “Yaradan” deseniz, yaratmayan ona ait değil mi derler. “Kadir-i Mutlak” deseniz, kadir olmayanı ne yapalım diye sorarlar! Çünkü Tanrı kendisine yakıştırdığımız sıfatların zıddının da sahibidir, yani hem tek hem çoktur, hem yüce hem cücedir, hem o hem de budur.
Öyle bir kelime bulmalısınız ki hiçbir şey dışarıda kalmamalı, varlığı tümüyle kuşatmalı, ama nereden bulacaksınız o kelimeyi? Bu yüzden, kadim Lemuryalılar Tanrı hakkında asla konuşmaz, o konuda tek laf etmezlerdi. Korktuklarından değil, kelimelerin işe yaramadığını bildiklerinden! İnsanın icat ettiği hiçbir kelime Tanrı kavramını kucaklayamaz.
İnsanlık tarihi boyunca bu çetin işi başarabilmiş çok az insan var. Onlardan biri sıra dışı bir tarif yaparak bilmeceyi çözebilmiş! Bu nadir insan Hz. Ali’dir, “ilim şehrinin kapısı” Ali! İlim şehrinin kapısı olmak elbette onur verici bir paye, ama hak edilmemiş bir paye değil, hele övgü bizzat peygamberden geliyorsa daha anlamlı.
Hz. Ali’nin Tanrı tanımı şöyle: “O öyle bir mabuttur ki, derin düşünceler onu idrak edemez, anlayış derinliklerine dalış zatının özüne varamaz. O’na bir sınır yoktur ki sıfatını sınırlayabilsin, bir nitelik yaratılmamıştır ki zatına layık olsun. Yoktur O’na sayılı bir an, yoktur O’nun için ertelenmiş bir zaman. O’nu nitelemeye kalkışan bir başkasına eşitlemiş sayılır, eşitleyen ikiliğe düşmüş olur, ikiliğe düşen parçalamış olur, parçalayan O’nu tanımamış olur. O’na işaret eden, O’nu sınırlar, sınırlayan sayıya döker. Nerde diyen, O’nu bir yerde sanır, bir yerde diyense başka yeri Onsuz sanır. Vardır yaratılmaksızın, mevcuttur yokluktan var olmaksızın. HER ŞEYLE BİLEDİR, BERABER DEĞİL . HER ŞEYDEN GAYRIDIR, AYRI DEGİL . Görendir görülen yokken. Birdir, bir varlığa muhtaç olmaksızın…”
Tanımın olağanüstülüğü büyük harflerle yazdığımız cümlede gizli, yani “Her şeyle biledir, beraber değil. Her şeyden gayrıdır, ayrı değil” cümlesinde. Tarifin tüm ruhu bu cümlede toplanmış gibi, diğerleri yargıyı pekiştirmek için kullanılan cilaya benziyor! İlk bakışta, Hz. Ali’nin laf cambazlığı yaptığı, öylesine bir tekerleme söylediği izlenimine kapılıyor insan. Ama değil, biraz derin düşününce ilahi bir zekanın karşısında şapka çıkarmak zorunda kalıyorsunuz. Tanrının her şeyle beraber olması, ama birlikte olmaması; her şeyden gayrı olması, ama ayrı olmaması ne anlama gelir? Bu ne biçim iştir ki, bir şey her şeyle hem beraber olacak, hem olmayacak. Bir şey her şeyden hem gayrı olacak, hem de ayrı olmayacak, bu mümkün mü? Tam paradoks!
Oysa sınırlı kelimeler kullanarak sınırsız olanı tanımlamanın tek yolu bu. Paradoksun gizemli yapısını kullanıp Tanrının ne olmadığını söyleyerek ne olduğunu açıklamanın tek yolu, çünkü hiçbir kelime Tanrının ne olduğunu açıklayamaz. Hz. Ali, Tanrı her şeyle beraber değildir, her şeyden gayrıdır diyerek onun ne olmadığını açıklamakla kalmıyor, aynı zamanda onu yaratılmış hiçbir şeye denk sayamayacağımızı da dile getirmiş oluyor. Kısaca, tarifin tenzih (reddetme) bölümü Tanrıyı yaratılmış her şeyden soyutluyor. Sonra tarifin teşbih (benzetme) kısmına geçip, aslında Tanrı her şeyle birliktedir, onlardan ayrı değildir diyerek tenzih - teşbih döngüsü tamamlanıyor. Yani, yaratılmış hiçbir şey “Ben Tanrıyım” diyemez, çünkü Tanrı yarattıklarından münezzehtir, ama O’nun cevherinden yaratıldığı için her şey Tanrıdan bir parçadır, bu yüzden Tanrı parçalarından ayrı olamaz demeye getiriyor. Kısaca, Tanrı önce yarattığı her şeyden soyutlanıyor, sonra yarattıklarıyla tekrar birleştiriliyor. Böylece hem Tanrının “Zat” mertebesi korunmuş, hem de yaratıklarıyla bağı koparılmamış oluyor. Bir anlamda, önce Tanrıyı her tür kavramdan soyutlayarak yokluk’a ulaşılıyor, ardından benzetme yoluyla varlıkla ilişkisi tekrar kuruluyor.
Bu ilahi tarifin başardığı tek şey Tanrıyı tanımlamak değil elbette, Hz. Ali çok daha fazlasını yapıyor. Her yaratılmışın Tanrısal cevher taşıdığını söyleyerek insanın da Tanrı parçası olduğunu, dolayısıyla “Ben Tanrı’yım” diyebileceğini ima ediyor! Tasavvufi ekollerin hemen hepsinin şecerelerini Hz. Ali’ye dayandırmaları boşuna değil, çünkü “ilim şehrinin kapısı” onlara “Enel Hak” deme ayrıcalığını bahşediyor! Tanrının her şeyle birlikte olmasının, onlardan ayrı olmamasının bir anlamı da bu! Şah-ı Merdan’ın tarifinden yola çıkarak var olan her şey “Ben Tanrıyım” diyebilir, çünkü Tanrının cevherinden yaratılmıştır. Ama hiçbir varlık “Sen Tanrısın” diyemez, çünkü Tanrıya ortak koşmuş, put yaratmış olur, dahası kendi Tanrılığını inkar etmiş, ilahlık payesini bir başkasına devretmiş olur. İşte bu yüzden, İslami düşüncenin omurgasını oluşturan tasavvufi ekoller Hz. Ali’ye ne kadar teşekkür etseler, ne kadar bağlılık duysalar azdır. Eğer Veliler Şahı insanın Tanrısallığına vurgu yapmasaydı, İslam çoktan katı dogmalar yığını haline gelirdi.
İnsanoğlunun asla başaramadığı şeylerden biri de Tanrıyı tanımlamaktır. Elle tutulup gözle görülemeyeni, havsalaya sığmayanı, hiçbir şeye benzemeyeni tanımlamak elbette kolay değil. Aslında açmaz kelimelerin yetersizliğinden, sınırlı kavramlarla sınırsızı tarif etme çabasından kaynaklanıyor. Örneğin “Tanrı Bir’dir” deseniz, çokluğun sahibi kim diye sorarlar. “Tanrı Tek’tir” deseniz, çiftler ne olacak derler. “Tanrı Yüce’dir” deseniz, cüceleri kim yarattı derler. “O” deseniz, bu öksüz kalır. “Yaradan” deseniz, yaratmayan ona ait değil mi derler. “Kadir-i Mutlak” deseniz, kadir olmayanı ne yapalım diye sorarlar! Çünkü Tanrı kendisine yakıştırdığımız sıfatların zıddının da sahibidir, yani hem tek hem çoktur, hem yüce hem cücedir, hem o hem de budur.
Öyle bir kelime bulmalısınız ki hiçbir şey dışarıda kalmamalı, varlığı tümüyle kuşatmalı, ama nereden bulacaksınız o kelimeyi? Bu yüzden, kadim Lemuryalılar Tanrı hakkında asla konuşmaz, o konuda tek laf etmezlerdi. Korktuklarından değil, kelimelerin işe yaramadığını bildiklerinden! İnsanın icat ettiği hiçbir kelime Tanrı kavramını kucaklayamaz.
İnsanlık tarihi boyunca bu çetin işi başarabilmiş çok az insan var. Onlardan biri sıra dışı bir tarif yaparak bilmeceyi çözebilmiş! Bu nadir insan Hz. Ali’dir, “ilim şehrinin kapısı” Ali! İlim şehrinin kapısı olmak elbette onur verici bir paye, ama hak edilmemiş bir paye değil, hele övgü bizzat peygamberden geliyorsa daha anlamlı.
Hz. Ali’nin Tanrı tanımı şöyle: “O öyle bir mabuttur ki, derin düşünceler onu idrak edemez, anlayış derinliklerine dalış zatının özüne varamaz. O’na bir sınır yoktur ki sıfatını sınırlayabilsin, bir nitelik yaratılmamıştır ki zatına layık olsun. Yoktur O’na sayılı bir an, yoktur O’nun için ertelenmiş bir zaman. O’nu nitelemeye kalkışan bir başkasına eşitlemiş sayılır, eşitleyen ikiliğe düşmüş olur, ikiliğe düşen parçalamış olur, parçalayan O’nu tanımamış olur. O’na işaret eden, O’nu sınırlar, sınırlayan sayıya döker. Nerde diyen, O’nu bir yerde sanır, bir yerde diyense başka yeri Onsuz sanır. Vardır yaratılmaksızın, mevcuttur yokluktan var olmaksızın. HER ŞEYLE BİLEDİR, BERABER DEĞİL . HER ŞEYDEN GAYRIDIR, AYRI DEGİL . Görendir görülen yokken. Birdir, bir varlığa muhtaç olmaksızın…”
Tanımın olağanüstülüğü büyük harflerle yazdığımız cümlede gizli, yani “Her şeyle biledir, beraber değil. Her şeyden gayrıdır, ayrı değil” cümlesinde. Tarifin tüm ruhu bu cümlede toplanmış gibi, diğerleri yargıyı pekiştirmek için kullanılan cilaya benziyor! İlk bakışta, Hz. Ali’nin laf cambazlığı yaptığı, öylesine bir tekerleme söylediği izlenimine kapılıyor insan. Ama değil, biraz derin düşününce ilahi bir zekanın karşısında şapka çıkarmak zorunda kalıyorsunuz. Tanrının her şeyle beraber olması, ama birlikte olmaması; her şeyden gayrı olması, ama ayrı olmaması ne anlama gelir? Bu ne biçim iştir ki, bir şey her şeyle hem beraber olacak, hem olmayacak. Bir şey her şeyden hem gayrı olacak, hem de ayrı olmayacak, bu mümkün mü? Tam paradoks!
Oysa sınırlı kelimeler kullanarak sınırsız olanı tanımlamanın tek yolu bu. Paradoksun gizemli yapısını kullanıp Tanrının ne olmadığını söyleyerek ne olduğunu açıklamanın tek yolu, çünkü hiçbir kelime Tanrının ne olduğunu açıklayamaz. Hz. Ali, Tanrı her şeyle beraber değildir, her şeyden gayrıdır diyerek onun ne olmadığını açıklamakla kalmıyor, aynı zamanda onu yaratılmış hiçbir şeye denk sayamayacağımızı da dile getirmiş oluyor. Kısaca, tarifin tenzih (reddetme) bölümü Tanrıyı yaratılmış her şeyden soyutluyor. Sonra tarifin teşbih (benzetme) kısmına geçip, aslında Tanrı her şeyle birliktedir, onlardan ayrı değildir diyerek tenzih - teşbih döngüsü tamamlanıyor. Yani, yaratılmış hiçbir şey “Ben Tanrıyım” diyemez, çünkü Tanrı yarattıklarından münezzehtir, ama O’nun cevherinden yaratıldığı için her şey Tanrıdan bir parçadır, bu yüzden Tanrı parçalarından ayrı olamaz demeye getiriyor. Kısaca, Tanrı önce yarattığı her şeyden soyutlanıyor, sonra yarattıklarıyla tekrar birleştiriliyor. Böylece hem Tanrının “Zat” mertebesi korunmuş, hem de yaratıklarıyla bağı koparılmamış oluyor. Bir anlamda, önce Tanrıyı her tür kavramdan soyutlayarak yokluk’a ulaşılıyor, ardından benzetme yoluyla varlıkla ilişkisi tekrar kuruluyor.
Bu ilahi tarifin başardığı tek şey Tanrıyı tanımlamak değil elbette, Hz. Ali çok daha fazlasını yapıyor. Her yaratılmışın Tanrısal cevher taşıdığını söyleyerek insanın da Tanrı parçası olduğunu, dolayısıyla “Ben Tanrı’yım” diyebileceğini ima ediyor! Tasavvufi ekollerin hemen hepsinin şecerelerini Hz. Ali’ye dayandırmaları boşuna değil, çünkü “ilim şehrinin kapısı” onlara “Enel Hak” deme ayrıcalığını bahşediyor! Tanrının her şeyle birlikte olmasının, onlardan ayrı olmamasının bir anlamı da bu! Şah-ı Merdan’ın tarifinden yola çıkarak var olan her şey “Ben Tanrıyım” diyebilir, çünkü Tanrının cevherinden yaratılmıştır. Ama hiçbir varlık “Sen Tanrısın” diyemez, çünkü Tanrıya ortak koşmuş, put yaratmış olur, dahası kendi Tanrılığını inkar etmiş, ilahlık payesini bir başkasına devretmiş olur. İşte bu yüzden, İslami düşüncenin omurgasını oluşturan tasavvufi ekoller Hz. Ali’ye ne kadar teşekkür etseler, ne kadar bağlılık duysalar azdır. Eğer Veliler Şahı insanın Tanrısallığına vurgu yapmasaydı, İslam çoktan katı dogmalar yığını haline gelirdi.
2 Yorum:
ya da tüm evrenin içindekilerle birlikte bir ayna olduğunu ve Tanrı'nın belli bir parçasını yansıttığını söyleyebilir miyiz?
Tabiki böyle bir durumda Tanrı ışık vermeseydi yada "VAR" olamasaydı. Aynada gözükmezdi. Var olmazdı..
Yaratılan evren (ayna) hem Tanrı'dan ayrı, hemde onun bir parçası gibi..
Ne dersiniz?
Çok haklısınız derim.
Kuşdili
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa