Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

29 Mayıs 2007 Salı

HEP SEN!

“Golgota denen yere geldikleri zaman içsin diye kendisine ödle karışık şarap verdiler. İsa onu tadınca içmek istemedi. Onu haça gerdikten sonra esvabını kura çekerek aralarında paylaştılar. Ve “Yahudilerin Kralı Budur” diye başı üzerine cürüm yaftası koydular.
“Ve altıncı saatten dokuzuncu saate kadar tüm yeryüzüne karanlık çöktü. Ve dokuzuncu saate doğru İsa: “Eli, Eli, lama sabaktani? ” yani “Allah’ım, Allah’ım beni niçin bıraktın? ” diye yüksek sesle bağırdı ve ruhunu verdi.
“Ve işte mabedin perdesi yukardan aşağıya kadar yırtılıp iki parça oldu. Yer sarsılıp kayalar yarıldı, kabirler açılıp uykuda olan nice mukaddeslerin cesetleri kıyam ettiler. Onlar kabirlerden çıkıp İsa’nın kıyamından sonra mukaddes şehre girdiler ve birçok kimselere göründüler.”

Golgota tepesinde haça gerilen o peygamber sensin! Onu haça geren de, kura çekip esvabını paylaşan da sensin! Üç saat boyunca yeryüzüne çöken zulmet sensin, mabedin boydan boya yırtılan perdesi, sarsılan yer sensin! Açılan kabir, kıyam eden ceset de sen!

* * *

“Ve vaki oldu ki, kırda oldukları zaman Kain kardeşi Habil’e karşı kalkıp onu öldürdü. Ve Rab Kain’e dedi: Kardeşin Habil nerede? Ve dedi: Ne yaptın? Kardeşinin kanı topraktan bana bağırıyor. Ve şimdi sen toprak tarafından lanet edildin, o toprak ki kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açtı, toprağı işlediğin zaman artık sana kuvvetini vermeyecektir, yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın.”

Habil’i öldüren Kain sensin, öldürülen Habil de sen! Topraktan bağıran kan sensin, Kainle konuşan Rab da sen!

* * *

“Yalçın kayalıklardan bir kartal kalktı, çalıların dibinde anasıyla oynaşan yavru tavşana doğru süzüldü. Can alıcının gölgesi üzerine düştüğünde can havliyle fırladı hayvan, ama artık çok geçti, sivri pençelerin etine gömüldüğünü hissetti. Anne tavşan art ayakları üzerine yükselip boynunu büktü ve yavrusunun ardından hüzünlü bir çığlık attı!

O tavşanı pençeleyen kartal sensin, gaga darbeleriyle lime lime edilen yavru da sensin, çığlık atan ana da sen!

* * *

Sabahın seher vaktinde bülbül, al bir gül üstüne konarak şarkı söyledi.

Sabahın seher vakti sensin, o al gül de sen! Şarkı söyleyen bülbül sensin, al gülün boy verdiği toprak da sen!

* * *

Türlü cilvelerin, akıl almaz işlerin var senin. Her yerde boy gösteren vücut senin vücudun! Ey bin yüzlü sihirbaz, dünya denen bu sahnede oyuncular kime oynamaktalar oyunlarını? Tek başına mı eğlenmektesin, yoksa yalnızlıktan bunalıp bir meşgale mi yarattın kendine? Bunca değişik kılığa bürünmenin hikmeti nedir? Binlerce yıldır çözemediğimiz bu garip bilmecenin sırrını söyle artık, bilinmezlikler içinde yitip gittik biz, sır denizlerinde kaybolduk, öylesine kaybolduk ki niçin yaşadığımızı bile bilmiyoruz.
Varlık sebebimiz konusunda varabildiğimiz en uç nokta, peygambere söylediklerinden çıkardıklarımız. Diyorsun ki, “Habibim sen olmasan kainatı yaratmazdım.” Bu sözünle peygamberin bedenini değil, şuur düzeyini kastediyorsun elbette, yani kainatı peygamberin şuuruna ulaşmış insanların yüzü suyu hürmetine yarattığını söylemek istiyorsun. Kamil insan büründüğün kılıkları en iyi bilen kişi olduğuna göre, acaba varlık sebebimiz seni bilmeye mi endeksli? Seni layıkıyla bildiğimizde yaratılışın sırrı çözülmüş mü olacak?
“Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi diledim, bu yüzden kainatı yarattım” diyorsun. Demek ki kendini bilmek için bize ihtiyacın var, demek ki kendi varlığın sana yetmiyor! Gizli hazine olarak kalsan bilinemeyecek ve sevilemeyecektin. Demek ki görece varlığımıza gereksinim duyuyorsun, bu durum kadir sıfatına gölge düşürmez mi? Düşürmez diyeceksin, çünkü bilen de bilinen de benim, kadir sıfatıma gölge düşmesi için benden ayrı bir vücudun olması gerek. Haklısın, çalan da sensin oynayan da!
Öyle görünüyor ki, tüm yaratılış bilinmek ve sevilmek için düzenlediğin bir oyundan ibaret. Oyunu başarıyla tamamlayan seni idrak edip asli cevherine dönüyor, idrak edemeyense görece vücudunda, yani evrende savrulup duruyor. Varlık sebebimiz konusunda vardığımız en uç nokta işte bu. Seni bilmek ve sevmek için, sana dönmek için evren denen bu devasa çarkta binlerce kez öğütülüp duruyoruz. Sana dönünce elimize ne geçecek diye sormuyorum, çünkü vereceğin yanıtı biliyorum, sen yoksun ki eline bir şey geçsin diyeceksin. Üstelik kendini var zannedenin sana dönme şansı hiç mi hiç yok! Ey sırların efendisi söyle bize, tüm sorun sana dönmek mi, yoksa daha ötesi de var mı?

25 Mayıs 2007 Cuma

ARILAR BALA KONMASIN!

Mızıkçı çocuklar gibisin maşallah, ne olmuş yani arılar bala konmuşsa? Bilmez misin arının doğasında vardır bala konmak. Bu dünya baldır, insan da arı. Nimet dediğin sahiplenmek içindir, yani arısız bal olmaz. Arılar bala konmasın diye feryat etme, abesle iştigal etmiş olursun. Arının bala konmasının hikmeti nedir diye düşün, seni düze çıkaracak odur.
Dünya nimeti fi sebilillahtır, insan der ki, şu nimeti yesem bedenime yarar sağlar, şunu giysem bana yakışır, şuna binsem ayaklarımı yerden keser, şurada otursam gözlerim güzelliklere doyar, şu malları istiflesem gelecekten endişe duymam ve çoluk çocuğumun yarınları kazanılmış olur. Ve alabildiğince alır. Eh şimdi bedenini doyurdu, sülbünden gelecek olanların bedenlerini bile doyurdu. Ama unuttuğu bir şey var, dünya nimetleri arasında ruhunu doyuracak bir şey bulamadı. Bedeniyle o denli ilgilendi ki, ruhunu hepten gözden çıkardı. Şimdi söyle bana, bu arının bala konmaktan kazancı ne, bedenini semirtmekten başka eline ne geçti?
Diyeceksin ki, ruhu olduğuna inanmıyorsa arı hasadından memnundur.Yazıklar olsun sana, inanmaması ruhu olmadığı anlamına mı gelir? Zıddı olmayan şey gördün mü hiç? İyi varsa kötü de vardır, beden varsa ruh da vardır. Bu dünya sınav yeridir, nimetleriyse tuzak, tuzağa düşenler ruhlarına boş verdiler, ama kemal sahipleri tuzağa düşmediler. Bil ki, ruhun doyumu bedenin doyumundan daha zor, daha çilelidir, ama kazancı en bol olanıdır. Bu yüzden İsa peygamber “Benim için canını yitiren onu bulacak, onu bulduğunu sanansa kaybedecek” dedi. Anla artık, kazanç dünya nimetlerinin ışıltısında değil, çile çeken ruhların derinliklerindedir.
Şimdi diyeceksin ki, işte dediğime geldin, ben arılar bala konmasın derken bunu kastediyordum. Hayır efendi kendini aldatma, sen yapamadığın ya da yapmayı kendine yasakladığın bir şeyi başkalarına da yasaklamaktasın. Her iki durumda da ikiyüzlüsün. Eğer dünya nimetlerini sahiplenemediğin için sızlanıyorsan, aslında gönlünde yatan, ama yapmak isteyip de yapamadığın bir şeyi kendine yasaklıyorsun demektir. Ulaşamadığı ciğere murdar diyen kediden ne farkın var? Gönlün dünya nimetleriyle dolu, ama dilin onu reddediyor, bu ikiyüzlülük değil mi? Eğer kendine yasakladığın şeyi başkalarına da layık görmüyorsan, nimetlerin ışıltısı yüreğinden silinmemiş demektir, yani içi başka dışı başka birisin, bu duruma uygun sıfat yine ikiyüzlülüktür.
Sen hiç dünyaya sırtını dönmüş bir ermişin, dünya nimetini insanlara yasakladığını duydun mu? Aksine, kararınca olmak şartıyla tavsiye bile etmişlerdir. Kendine yasakladığı şeyi başkalarına da yasaklamak, davasına inanmamış zayıf insanların harcıdır. Ey gafil, kemal mertebesinde ağlayıp sızlamak, yasaklamak yoktur. Herkesin rahatlıkla başarabileceği şey seni neden kemal sahibi yapsın? Olgunluk meydanı öyle bir meydan ki, ozanın dediği gibi “orda başlar yiter, kanlar sorulmaz”, çünkü o meydanda başlar rıza ile verilir!
Öyleyse bırak arılar diledikleri gibi bala konsunlar, bırak dünya nimetini yağmalasınlar, bırak bedenlerini besleyip ruhlarını unutsunlar, bırak da bu dünya sınav yeri olmaya devam etsin! Sınav sonucu ellerine tutuşturulduğunda, sen uyarı görevini yapmış olmanın huzurunu yaşa. Son olarak sana derim ki, ballar arılar için yaratıldı, ama bazı kamil arılar gönül gözüyle baktıklarında, onların bal değil leş olduğunu fark ettiler! Anlayacağın, dünya nimeti kimine bal, kimine leş gibi göründü! Şimdi karar ver, bala mı konmak istersin, yoksa leşten yüz mü çevirirsin? Ama önce “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” diyen ozana kulak ver. Bulduğu o ballar balı ne menem şey ki, kovanını yağmaya vermekten sakınmıyor? Eğer elinden geliyorsa sen de ballar balını bul, bırak dünya balı onların olsun.


21 Mayıs 2007 Pazartesi

MUTSUZLUĞUN KAYNAĞI

Bir imaret göster bana ki sonu viran olmaya,
Kazan şol malı ki senden dökülüp geri kalmaya.
Yunus Emre

Peygamber asasıyla kumun üstüne bir kare çizdi, karenin tam ortasına bir çarpı işareti koydu, sonra karenin dışına doğru düz bir çizgi çekti, çizginin karenin içinde kalan kısmını dikey olarak kesen birkaç çizgi daha ilave etti. Meraklı ve şaşkın bakışlarla ne yaptığını izleyen kalabalığa dönüp karenin ortasındaki çarpı işaretini göstererek şöyle dedi:
- Bu insandır, şu gördüğünüz kare de ölümdür. Kareyi delip boşluğa uzanan çizgi ise, insanoğlunun bitmez tükenmez istekleridir.
Sonra asasını karenin içinde istek çizgisini dikey olarak kesen çizgilerin üstüne koyarak devam etti:
- Bu küçük çizgiler, yaşamı boyunca insanın başına gelecek kaza ve belalardır. İnsan bunlardan birini atlatabilse diğerine yakalanır, onu da atlatsa bu sefer ötekine takılır. Hepsini atlatmayı başarsa bile şu ölüm karesini aşamaz, çünkü ondan kurtuluş yoktur.
Yaklaşık 1400 sene evvel Arabistan kumlarına çizilen ve çok sıradan gibi görünen bu şeklin, insanoğlunun milyonlarca yıllık serüvenini özetlediğini ve en önemli sorunlarından birine ışık tuttuğunu görmemek için insanın kör olması gerekir.
Söz konusu şeklin en önemli özelliği, girift bir sorunu alabildiğine basite indirgemede gösterdiği maharettir. Ancak olağanüstü bir dehanın başarabileceği bu sadeleştirme, çetrefil bir sorunu anlamada insana büyük kolaylık sağlamaktadır. Okuma yazması bile olmayan idraki kıt bir topluma hitap edildiği düşünüldüğünde, sadeleştirmenin ne kadar yerinde olduğu daha iyi anlaşılır.
Peygamberin çizdiği şeklin anlamı yoruma gerek bırakmayacak kadar açık. Şekil, insan ömrünün sınırlılığıyla, isteklerinin sınırsızlığı arasındaki uçuruma dikkat çekiyor. Karşısına çıkan tüm engelleri aşsa bile ölüm çemberini aşamayan insan, sınırlı bir yaşamı olduğunu bile bile kendini sınırsız isteklere kaptırarak mutsuzluğunun kozasını kendi elleriyle örüyor! Gerçekleşmeyen sonsuz istekler, hayal kırıklıkları ve ardından gelen mutsuzluk. Bazı istekler gerçekleşse bile değişen bir şey olmuyor, çünkü gerçekleşen isteklerin yerini gerçekleşmeyen yeni istekler alıyor ve bu ölüme kadar böylece sürüp gidiyor. İstekler, istekler, hep yeni istekler, gerçekleşmesi imkansız istekler, kaçınılmaz olarak ölümle noktalanacak sonsuz istekler!
Peki çözüm nedir? Eğer ölüm değiştirilemez ve ertelenemez bir yazgıysa (ki öyledir), değiştirilebilecek olanı değiştirmekten başka çare yoktur, yani istekleri tıpkı yaşam gibi sınırlı tutmak gerekir. Sınırlı yaşam için sınırlı istek, işte çözüm budur. İşe bu açıdan bakıldığında, peygamber ve ermişlerin cümle isteklerden yüz çevirmelerini bazı ahlak kurallarına bağlamak veya Allah adamlığının gereği saymak çok kısır bir görüştür. Aslında onlar mutsuz olmamak için isteklerini sınırlamayı içlerine sindirmiş, ömrün kısalığıyla istekler arasında bir denge kurmuşlardır. Bu tür insanlara yamanan olağanüstülük yakıştırmaları, aczimizin ifadesinden başka bir şey değildir. Öte yandan, isteklerini en aza indirdikleri için işlevlerini asla yitirmemiş, mutsuz da olmamışlardır. Aksine, “Fakrım benim övüncümdür” diyenler, sıradan insanların rüyalarında bile göremeyecekleri manevi mutluluk mertebelerine yükselmişlerdir. Hiç değişmeyen evren yasası, yükselenin alçaltılacağını, alçaltılanın ise yükseltileceğini söyler!
Sonuç olarak, mutsuzluk halkasını boynumuza kendi ellerimizle takarız. İsteklerimizin sonsuzluğuna attığımız her kulaç, bizi yeni düş kırıklıklarına hazırlar, düş kırıklıklarımız ise mutsuzluğumuzun ayak sesleridir! İstekler çoğaldıkça ayak sesleri de hızlanacak, sonunda mutsuzluk yüreğimize çöreklenecektir. Ne var ki, insanoğlu her zaman işin kolayına kaçar, mutsuzluğunu kaderine bağlayıp çektiği acılardan Tanrıyı sorumlu tutar, çünkü istekleri gemlemek Tanrıyı suçlamaktan daha zordur. Nefsine söz geçiremeyenler avuçlarını gökyüzüne kaldırıp Tanrıya sitem ederler, ama O gören gözlere ve duyan kulaklara şöyle der:
- Mutsuz olmanızı dileseydim peygamberler gönderir miydim? Arabistan kumlarına çizilen şekle iyi bakın. Kaderiniz üzerinde hiçbir tasarrufum yok benim. Ey acı çeken insanlar, derdinizin dermanı sizdedir!

16 Mayıs 2007 Çarşamba

ÇIPLAK İNSAN!

Bugünlerde hiçbir şey “çıplak insan” kadar ilgimi çekmiyor. Vatanlardan, milletlerden, bayraklardan, hatta dinlerden soyutlanmış, tüm toplumsal şartlanmalardan, şartlanmaların yarattığı değer yargılarından ve değer yargılarının dayattığı davranışlardan arınmış “çıplak insana” tutku derecesinde bağlılık duyuyorum.
Geçmişi didiklemeye bile gerek duymadan bir saplantı halinde sürekli onu düşünüyor, adeta onunla yatıp onunla kalkıyorum. Kaleme sarılıp “çıplak insan” hakkında bir şeyler yazmayı hep erteledim, onu en kamil haliyle hayal edebilmek için kafamda sürekli evirip çevirdim, karşı görüşleri çürütmek için kendimle didişip durdum. Zamanla, farkına bile varmadan ona iyiden iyiye bağlandığımı hissettim, bu bağlılığın nedenini dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalışacağım.
Bir dostum, “kimliklerimiz üstümüze kat kat giydiğimiz elbiselere benziyor” dedi. Doğru söyledi. Gerçekten de aile kimliğimiz, inanç kimliğimiz, milli kimliğimiz, ahlaki kimliğimiz ve onların uzantısı olan değer yargılarımız, bir kış günü üşümemek için ne bulursak üstümüze geçirdiğimiz giysilere benziyor! Bu ağır yükün altında gerçek benliğimizi unutuyor, istediğimizi söyleyemiyor, hatta gerektiği gibi düşünemiyoruz bile. Kimlik fesadına uğramış gibiyiz, kaldıramayacağımız kadar yemeği bir oturuşta midemize indirip hazımsızlık çeken oburlara benziyoruz. Bizi biz yapan öz, bu kimlik enflasyonundan sıyrılıp kendini bir türlü gösteremiyor, insan olmanın niteliklerini kimliklerimiz yüzünden sergileyemiyoruz. Sanki bir ateş çemberi içindeyiz, ne yapıp yapmayacağımızı hep kimliklerimiz söylüyor. Başka inançtan olana inanç kimliğimiz hoşgörü göstermiyor, başka ulustan olana ulusal kimliğimiz tahammül edemiyor, aile kimliğimiz ise, aile fertlerinin tüm yanlışlarını görmezden gelmemizi emrediyor. Cinsel kimliğimiz bile karşı cinsle kavgalı!
Bir kimliğe sahip olabilmek için insanların kıyasıya kavga ettiği, bu yüzden kanların oluk gibi aktığı bir dünyada kimlikleri yeren düşünceler öne sürmenin sevimli bir iş olmadığını biliyorum, ama gerçeğin en azından abes kadar kendini ifade etme hakkına sahip olduğunu da biliyorum. Kimlikler için verilen savaş, kimliklerden arınmak için verilseydi dünya daha huzurlu olurdu. Uğrunda savaşmamız gereken bir aile, bir vatan, bir çıkar ya da değer olmasaydı, bu kan gölleri oluşur muydu? Bu çağda, totemine duyduğu bağlılık yüzünden komşu kabileyi yok eden putperestten ne farkımız var? Her şey kavga nedeniyse, bizim gibi düşünmeyeni yok etmek ille de gerekliyse, çıkarımız için gerçekleri örtmek mubahsa, bizi hayvandan ayıran bir özelliğimiz yok demektir! Bu durumda, “Tanrının halifesi” olduğumuz yalanını sürekli tekrarlayıp durmak saçmalık değil mi?
Kimliklerinden arınmış insandan geriye bir şey kalmayacağı kanısı oldukça yaygındır, kimliğini yitirmiş insanın boşlukta kalacağı en yetkin ağızlardan söylenir durur. Oysa insanoğluna söylenmiş yalanların en büyüğüdür bu. Öyle olsa peygamber ve ermişler çoktan boşlukta kalırlardı, oysa hayatı yaşanmaya değer kılan tüm erdemlerin onlardan yansıdığını biliyoruz. Bize göre, gereksiz safraları attığımızda geriye sadece Tanrısal benlik kalır.
İnsanoğlunun edindiği tüm kimlikler çıkara dönüktür, başka bir deyişle manasının (ruhunun) değil, maddesinin (bedeninin) ürettiği kimliklerdir. İnsanoğlu, bedeni bir toprak parçasına mahkum olduğu için vatanı yaratmıştır, onu diğer uluslara karşı korumak için orduyu ve bayrağı yaratmıştır, canını ve malını korumak için kolluk kuvvetlerini yaratmıştır. Bedenini garantiye aldıkça manasından uzaklaşmış, zindanını kendi elleriyle örmüştür!
İnanç kimliğine gelince, o yürekler acısı bir iştir, baştan ayağa yaredir! Çünkü kadim Mısır dininden başlayarak tarih sahnesine çıkmış tüm dinler, tek bir “evrensel dinin” değişik isimler almasından başka bir şey değildir. Gelmiş geçmiş tüm peygamber ve velilerin söyledikleri hep aynı şeydir, aynı Kaynaktan yayılan mesajın değişik kişilerce değişik yerlerde seslendirilmesinden ibarettir. Hal böyleyken, sevgi titreşimleri taşıyan ilahi bir mesajın, nasıl olup da insanları birbirine düşman eden, birbirine kırdıran inançlara dönüştüğü üzerinde ibretle durulması gereken bir konudur. Açıkça belli ki, günümüzde var olan hiçbir din ilahi vahyin önerdiği din değildir, dini kullanan siyaset madrabazlarının ve ekmeğini din satarak kazanan sözüm ona din adamlarının tanınmaz hale getirdiği kabuk dinlerdir bunlar! İlahi vahyin kaynağının tek olduğunu söyledikten sonra, her peygambere ayrı bir din kurdurup insanları birbirine düşman etmek eğer iblislik değilse, hayvan aklına rahmet okutacak bir zavallılık örneğidir!
Kendinden önce geleni inkar etmiş bir tek peygamber gösterilemez. Ama ümmetler, daha doğrusu onları yönlendiren din ve siyaset adamları, kendi peygamberlerinden sonra gelen her peygamberi, her kitabı inkar etmişlerdir. Museviler İsa’nın, İseviler ise Muhammed’in peygamberliğini kabul etmez, dinleri spor kulübü tutar gibi ne idiği belirsiz bir inatlaşmaya alet ederek ümmetleri birbirine düşürmekten fayda umarlar. Bu tür inancın elzem olmadığı o kadar açıktır ki, üzerinde tartışmaya bile değmez, çünkü insana ağırlık yapmaktan başka bir işe yaramaz. Kanımızca, insanın bu çağda ilk hesaplaşması gereken kimlik inançla ilgili olanıdır. Bugün inanç diye sahiplendiğimiz kimlik, aslında insanı inançsızlığa sürükleyen ve inancı dejenere eden anlamsız bir oyundur.
Oysa “çıplak insanı” motive eden gücün din değil sevgi olduğunu biliyoruz, bu ilahi özellik onun tüm yaşantısına ve davranışlarına yön vermektedir. Çıplak insan için insanın vatanının, milletinin, dininin, ailesinin ve çevresinden edindiği değer yargılarının hiçbir önemi yoktur. O, sıradan insana baktığında sadece sevgiden nasip almış ya da alamamış bir varlık görür. Sevgiden nasiplenmiş olanı destekler, nasipsizi ise hoşgörür, çünkü sevgiden nasipsiz olan dünyaya geliş sebebine, yani öğreneceği derse uygun olduğu için öyle yaratılmıştır ve en azından diğeri kadar saygıdeğerdir. Başka bir deyişle, sevgiden nasip alış ya da alamayış bize göre bir yargı nedeniyse, ona göre ilahi bir takdir ve kozmik sistemin doğurduğu bir gerekliliktir. Tanrısal özün kendini açığa vurabilmesi için, sevgiden pay alanla alamayanın yan yana yaşaması gerekir. Bu, evren dediğimiz devasa yapıdaki hiçbir unsuru feda etmeyen, iyiyi de kötüyü de kabullenen bir tavırdır, çünkü kötüyü yok ettiği an iyinin ayakta kalamayacağını bilir. Kısaca, hoşgörüsü ahlaki bir kaygıdan değil, zıtların bir arada yaşama zorunluluğundan kaynaklanır.
Eskilerin insan-ı kamil, bizim “çıplak insan” olarak adlandırdığımız varlık aynı varlıktır. Kimliklerden arınmışlığı daha iyi vurguladığı için ona “çıplak insan” demeyi daha uygun bulduk. Koltuğumuzda oturup var olmayan bir insan türü yaratıyor değiliz, bir ütopya geliştirmeye de çalışmıyoruz. Peygamber ve ermişlerin “çıplak insan” olduklarını, seyrek de olsa dünya sahnesinde boy gösterdiklerini biliyoruz, temennimiz bu ender yaratılıştaki insanların giderek çoğalmasıdır.
Bizim için çok gerekli olan kimlikleri, çıplak insanın nasıl gereksiz bulduğunu gösteren sayısız örnek var. Konuya açıklık getirmesi için birkaçını zikretmeyi uygun buluyoruz. Bir hadiste Hz. Muhammed’in “Arap bendendir, ama ben Arap’tan değilim” dediği biliniyor. Acaba peygamber bu sözüyle, Arab’ın milli kimliğini önemsemediğini, kendini insan ailesinin bir üyesi saydığını mı belirtmek istiyordu? Yoksa Arab’ın hiçbir düşünce ve davranışını paylaşmadığını mı ima ediyordu? Açıkça belli ki, Arap kimliği taşımak peygamber için bir övünç kaynağı değil! Bir başka hadiste “Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi; kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz” diyor. Acaba peygamber bu üç şey dışında insanlara ait hiçbir nesneyi değerli bulmadığını mı ima ediyordu? Hadisteki dünyanızdan kelimesi hayli ilginç, çünkü kendinin dünyalı olmadığını, dünyaya ait şeyleri dert edinmediğini gösteren bir eda var! Yine bir başka hadiste “Eğer kötülük tümüyle yok olsaydı, Rabbiniz yeni bir kavim yaratır onlara kötülük yaptırırdı” diyor. Acaba peygamber bizim kökünü kazımak için çabaladığımız kötülüğün, ilahi sistemin olmazsa olmazlarından biri olduğunu, kötü olmadan iyinin de var olamayacağını mı söylemek istiyordu?
Hz. İsa’nın, zina yapan bir kadını recmetmeye (taşlayarak öldürme) hazırlanan kalabalığa karşı göğsünü siper edip “Aranızdan hiç günahı olmayan ilk taşı atsın” diyerek kalabalığı dağıttığını biliyoruz. Acaba Hz. İsa’nın şeriate bile meydan okuyan bu davranışında “Sizin ahlaki yargılarınız bana vız gelir, suçlu bile olsa bir insanın yaşam hakkını elinden alamazsınız” kararlılığının izleri mi var? Yoksa peygamber azgın kalabalığa, sevginin ve yaşam hakkının şeriatten daha önemli olduğunu öğretmek mi istiyordu?
Hz. Ali’nin “Bin kere mazlum olsan da, bir kere zalim olma” dediğini biliyoruz. Acaba Veliler Şahı o engin hoşgörüsüyle, haklı gerekçelere dayansa bile sevginin zulümle asla gölgelenmemesi gerektiğini, öç alma duygusunun ilahi yasalar karşısında hiçbir anlamı olmadığını mı ima ediyordu? Yunus Emre bir nefesinde “Bir dem girer mescitlere / Yüz sürer orda yerlere / Bir dem gelir deyre (kilise) girer / İncil okur ruhban okur” derken, acaba kilise ve cami arasında fark gözetmediğini, insanların inanç kimliklerinin kendini bağlamadığını mı anlatmak istiyordu?
Denebilir ki, eğer kimlikler bu denli tu kakaysa neden hayatımızdalar? Kimlikler hayatımızdalar, çünkü dünyadaki derslerimizi onlar olmadan öğrenemeyiz. Varlık sebebini henüz kavrayamamış insanın, olgunlaşmak için baş vuracağı onlardan başka araç yoktur. İnsanoğlu ancak kimlikleri çatıştığında olgunlaşabilir, zamanla doğru ve iyi olana yönelir. Kimlikler bir bakıma hayat dersini öğrenmenin ve kamil insan olmanın hem uzun, hem de çileli yoludur! Ama bu noktada bir ayrım yapmak gerekir, kimliklere mahkum olmak, onlar olmadan yaşayamamak başka şeydir, kimliklerin varlığını kabullenmek başka şey. Eğer kimliksiz yaşanamayacağını söylersek olgunlaşmanın yolunu tıkamış, kimlikleri bir kader haline getirmiş oluruz. Kimlikler aşılmak için vardır, ebediyen ayak bağı olsun diye değil! Kimi onların işlevini bir hayatta kavrar, kimi bin hayatta! Ama nihai amaç, ne yapıp edip Tanrısal cevheri örten kimliklerden kurtulmaktır, çünkü oyun böyle kurulmuştur! Kimliksiz yaşanamaz demek bulmacadır, kimlikleri fırlatıp atmaksa bulmacanın çözümüdür! Kısaca, kimlikler kimliksiz yaşamayı öğrenmek için vardır.
Eğer bulmacayı bir an evvel çözmek istiyorsak, kimliklerin sandığımız gibi bizi biz yapan değerler değil, çoğu kere başımıza bela ettiğimiz ağırlıklar olduğunu idrak etmek zorundayız. Çünkü kimliklerimiz için insanları suçlar, döver, hatta katlederiz, onlar için ülkelere savaş açar, hadsiz hesapsız acı çekeriz. Tanrısal ışık içimize girmesin diye kimlikleri kuşanır, onların hoyrat kıvrımları arasına gizleniriz. Kimliklerimize sarıldıkça kendimizi emniyette hisseder, emniyette hissettikçe daha çok kimlik ediniriz. Kısır bir döngü içinde, aymazlığımızı koza gibi örerek nefsimizin bizi davet ettiği yere, hoşgörüsüzlüğün yurduna gidip çörekleniriz.
Bugünlerde insanlık kaybettiği “cenneti” aramaya hız vermiştir! Ama çıplak insanı vizyonuna dahil etmeyen, salt kimliklerini öne çıkararak yükselmeyi amaçlayan hiçbir toplumun, hiçbir düşünce sisteminin önümüzdeki çağa damgasını vurma şansı yoktur. Altın Çağı kimliğini abartanlar değil, kimliğinden kurtulup Tanrısal benliğini keşfedenler kuracaktır.

7 Mayıs 2007 Pazartesi

ACININ KAYNAĞI

Çömezin yüzüne keyifli bir gülümseme yayılıverdi, aylardır kolladığı fırsatı yakalamanın verdiği rahatlıkla seğirti. İşte üstat oradaydı, bahçedeki iğreti tahta masaya kollarını dayamış, sanki ömründe ilk kez görüyormuş gibi çiçek açmış erik ağacını seyre dalmıştı.
Bu nadir anların kıymetini en iyi bilenlerden biriydi çömez, üstat genellikle görmez, duymaz ve konuşmazdı. Gözlerini saatlerce, bazen günlerce sabit bir noktaya dikip düşüncelere dalar, içine kapandığı sürece bir ceset gibi duyarsız olurdu. Birkaç kez bu derin uykudan onu uyandırmaya yeltenmiş, ama hiçbir tepki alamamışlardı. Eğer üstadın gözleri sabit bir noktaya kitlenmiş, gözlerindeki derinlik artmışsa, bu dünyada olmadığını geçmiş deneyimlerinden bilirlerdi, oysa şimdi en azından erik ağacıyla ilgileniyor gibiydi. Çömez getirdiği çorba kasesini ve iki dilim ekmeği masaya bırakıp bir adım geri çekildi. Üstadın gözlerini erik ağacından ayırıp kendini fark etmesini bekledi, ama ihtiyar oralı bile değildi, başını çevirmeden fısıldadı:
- Ne bekliyorsun?
- Efendim bir şey sormak için izninizi istiyorum.
Bilge çok yavaş bir hareketle sırtını arkasındaki ağaca dayayıp,
- Sor bakalım, dedi.
Üstadın hareketlerindeki yavaşlığa hayrandı, bazen bir kaplumbağayı imrendirecek kadar yavaşlatabiliyordu hareketlerini. Kolları bir tüy gibi inip kalkıyor, dudakları çok yavaş kımıldıyordu. Böyle anlarda onu seyretmek, zamanın yavaşladığını hissetmek gibi bir şeydi, sanki o zamanın içinde değil de, zaman onun içindeydi! Üstadın soran gözlerini üzerinde hissedince birden düşüncelerinden sıyrıldı ve damdan düşer gibi sordu:
- Efendim acının kaynağı nedir, biz neden acı çekiyoruz?
Uzun bir sessizlik oldu. Bilgenin şu anda böyle şeylerle uğraşmaya hiç niyetli olmadığı her halinden belliydi. Erik ağacıyla ilgilenmekten vazgeçmiyor, çiçeklerle donanmış her dalı sanki içine sindirir gibi uzun uzun seyrediyordu. Normal bir insanın beş, bilemedin on dakika seyrettikten sonra bıkacağı bu erik ağacında ne buluyordu sanki? Neden her şeyi sıra dışıydı bu adamın?
- Bir suçlu mu arıyorsun, diye mırıldandı bilge.
Çömez suçüstü yakalanmış gibi panikledi, demek üstat aklından geçenleri sezmişti. Kıpkırmızı kesildi, bir şeyler söylemek, özür dilemek istiyordu.
- Düşündüklerini değil, sorduğun soruyu kastediyorum, dedi bilge.
- Hayır efendim suçlu aramıyorum, acının kaynağını merak ettim sadece.
- Sana bu soruyu sorduran sebep neyse acının kaynağı da odur!
- Yani bilgisizliğim mi?
- Hayır idraksizliğin, idraki olmayanın bilgisi de olmaz. Bilgi bir sonuçtur, sebep değildir.
- Bana acının kaynağını açıklasanız bilgilenmiş olmaz mıyım?
- Hayır olmazsın, sadece ezberlemiş olursun, çünkü acının kaynağını idrak eden sen değilsin. Kaynağı bulan benim, bilgiyi satan da benim, senin bu işte hiçbir dahlin yok.
Diyelim ki bugün acının kaynağını benden öğrendin, yarın sevincin kaynağını kendin bulabilecek misin, yoksa yine benim kapımı mı çalacaksın? Unutma ki ben ölünce her şeyin kaynağını sana soracaklar.
Çömez utancından başını önüne eğip bekledi. Üstat haklıydı, taşıma suyla değirmen dönmezdi elbet. Yanıtları kendi bulmalıydı, ama üstadın sözünü ettiği idraki nasıl kazanacaktı, acaba idrak sahibi olmayı öğretemez miydi? Çömezin aklından geçenleri anlamış gibi yumuşak bir sesle söze başladı bilge,
- Bak oğul, bilgi sahibi olmak için bir öğretmene gidebilirsin, ama idrak sahibi olmak için kendi benliğine başvurmak zorundasın. Başkalarının düşüncelerini toplamak yerine, yanlış sonuçlara varmak pahasına kendi idrakine güvenmelisin, çünkü idrakin temelinde Kaynağın farkındalığı vardır, yani Tanrısal özün farkındalığı. Doğruyu yanlıştan, gerçeği illüzyondan ayıran bir yetenektir o, Tanrısal bilginin aracısız, sezgisel yolla kavranışıdır. Hata yapmaktan korkma, yeter ki idrak etmeye başla, sonunda mutlaka doğruyu bulursun. Diyelim ki yanlış bir sonuca vardın, işte ben o zaman gerekliyim, yanlışı düzeltmen için bir işaret verebilirim. Dikkat et işaret dedim, bilgi demedim, çünkü bilgiyi sen idrak etmelisin. Neden dersen, bilginin idrakinde ihale olmaz, işin üstesinden ancak yüksek benliğin, yani farkındalığın gelebilir. Ne demek istediğimi anladın mı?
- Yüksek benlik ve farkındalık hariç ne demek istediğinizi anladım efendim.
- Demek ikisi hariç her şeyi anladın, geride anlaman gereken bir şey kalmadı ki zaten! Bak oğlum, yüksek benlik, bedeni ve küçük benliği (ego) yöneten bireysel ruhun en yetkin parçasıdır, onsuz ayakta bile duramazsın. Yüksek benlik, farkındalığı kullanarak kozmik havuzdaki her tür bilgiye ulaşabilir, ama önce yüksek benliğin nasıl devreye sokulacağını öğrenmen, dahası buna niyet etmen gerek. Meditasyonun ve duanın amacı yüksek benliği devreye sokmaktır, şimdi anladın mı?
- Anladım efendim. Demin, sana bu soruyu sorduran sebep neyse acının kaynağı da odur dediniz, bu idrakimin kıt olduğu anlamına mı geliyor?
- Hayır, idrak yeteneğini kullanmadığın anlamına geliyor. Her insan o yetenekle donatılmıştır, ama kimi kullanır kimi de kullanmaz, sen kullanmayanlardansın!
- Anlattıklarınızdan, idrakle bilgi arasında dağlar kadar fark olduğunu anlıyorum, bu tespitim doğru mu?
- Evet doğru. İnsan ancak kendi bulduğu şeyi idrak edebilir, başkasının bulduğu şeyi ise öğrenebilir. İdrakte vukuf vardır, bilgide teslimiyet. İdrak, sezgi ve düşünceyle kazanılan bilginin akıl süzgecinden geçirilmesiyle elde edilir ve bireyseldir. Bilgi ise, başkaları tarafından bulunmuş sonuçların öğrenilmesidir ve kolektiftir. İdrak, gerçeği kavramada tamamen sübjektif niteliklere dayanır, bilgi ise objektif yasalardan söz eder. İnsanlık henüz idrakin esrarını kavrayabilmiş değil. Burada sözünü ettiğimiz bilgi beşeri bilgidir, ilahi bilgiyle ilgisi yoktur.
Çömezin bakışlarındaki şaşkın ifadeyi gören bilge aniden durdu. Belli ki çocuğun kafası iyice karışmıştı, tekrar asıl konuya döndü,
- Şimdi gelelim acının kaynağına. Önce şunu bilmelisin ki, yaratılışta her şey zıddıyla kaimdir, yani yaratılış karşıtların birliği üzerine bina edilmiştir. Zıddını bağrında taşımayan hiçbir şey yoktur. Güzel bir beden sonunda leşe dönüşür, gece gündüze dönüşür, bugün yarına dönüşür ve acı sevince dönüşür, yani birbirine karşıt gibi, iki gibi görünen aslında tek bir şeydir. Paranın iki yüzü, yazısı ve turası vardır, ama aslında tek bir paradır. Deniz vardır, dalga vardır, ama deniz başka dalga başkadır diyebilir misin? Bir yönüyle denizdir, diğer yönüyle dalga, ama her ikisi tek bir beden içindedir. Buraya kadar tamam mı?
- Tamam efendim.
- İşte acı ve sevinç de böyledir, bir yönüyle acıdır, diğer yönüyle sevinç, ama ikisi de aslında tek bir şeydir. Bir bakarsın acı sevince dönüşmüş, bir de bakarsın sevinç acıya dönüşmüş. Onları karşıt gibi görmek idrak eksikliğidir, Bütün’ün farkındalığını yitirmektir. Bu yanılgıya yol açan egodur, çünkü insanoğlu acıyı dışlayıp sevinci sahiplenir, biri olmadan diğerinin olamayacağını idrak edemez. İster ki nasibine hep sevinç düşsün, acı düşmesin. Egonun bu ısrarlı tercihi çözümsüzlüktür, yani yaşamın dondurulmasıdır. Salt acılardan oluşan bir dünya ne kadar abesse, salt sevinçlerden oluşan bir dünya da o kadar abestir. Çünkü o durumda ne sevincin sevinç olduğu, ne de acının acı olduğu kavranabilir. Bir şeyin acı verici olduğunu ancak sevinç ölçeğine vurarak, ya da sevinç verici olduğunu ancak acıyla kıyaslayarak anlayabiliriz. Karşıtların olmadığı tek yer Hiçlik alemidir, orası Tanrının yurdudur! Bu saptamayı yaptıktan sonra, acının kaynağının bu gerçeği idrak edememek olduğunu da anlarsın. İnsanlar, iki karşıt olgu (acı ve sevinç) gibi tezahür edenin aslında tek bir şey olduğunu kabullenmek istemezler, deyim yerindeyse dikensiz gül isterler. İşte acıya yol açan bu idrak eksikliğidir, şimdi anladın mı?
- Anladım efendim, ama insanların bu basit gerçeği neden kavrayamadıklarını, işaret ettiğiniz bağlantıyı neden kuramadıklarını anlayamıyorum.
- Kuramazlar, çünkü insan gibi düşünür, Tanrı gibi düşünmezler. Kozmik sisteme tümüyle bakmak yerine, bir iki noktasına takılıp kalırlar. İtiraf etmelisin ki, ben bu açıklamayı yapmadan önce sen de onlar gibiydin. Devasa bir makineyi çalıştıran diyelim ki yüz çark var, bunlardan birkaçını gösterip makineyi onların çalıştırdığını söyleyebilir misin? Oysa yüz çarkın her birinin ayrı bir işlevi var, ancak her biri kendi görevini yaptığı zaman makine çalışabilir. Şimdi bir makine düşün ki iki çarkı olsun, birinin adı sevinç diğerininki acı, bunlardan birini devreden çıkarırsan ne olur?
- Makine durur efendim.
- Evet durur, demek ki acı ve sevinç birlikte varolmak zorunda. Ben sevinci istiyorum acıyı istemiyorum demek imkansızı istemektir. Bunun anlamı, ben sistemin denge ve uyum içinde olmasını istemiyorum, kaos istiyorum demektir. Buradan çıkan sonuç şudur: Herkes acı ve sevinçten payına düşeni kabullenmek zorundadır, birine yapışıp diğerini itmek sistemi felç eder. Makinenin iki çarkını da kabullenmeyen kişi idraksizdir.
- Bir ara orası Hiçlik alemidir, Tanrının yurdudur dediniz, bunun anlamı nedir?
- Hiçlik bize nispetledir, algı ve yargılarımızın işlevini yitirdiği yerdir orası!
Karşıtlar aslına dönmüş, çatışma bitmiştir. Orada ne acı, ne de sevinç vardır, ne doğru ne yanlış, ne güzel ne de çirkin! Tanrının yurdu demek, çokun Tek’e dönüştüğü yaratılıştan önceki asli vatan demektir. İdraki o mertebeyi kavrayacak kadar gelişmiş insanın gözünde tüm karşıtlar aynı değerdedir, acıyla sevinç aynı ağırlıktadır, kötüyle iyinin hiçbir farkı yoktur. Onun indinde insanlık, Tanrının bahçesindeki iki ayrı ağaçtan beslenen varlıklar gibidir. Acının ağacından beslenen de, sevincin ağacından beslenen de aynı bahçede yan yana yaşam dediğimiz işi kotarmaktadır. Bilge kişinin karşıtlar arasında tercih yapma hakkı yoktur. Bu yüzden kötüye karşı hoşgörülü, acıya karşı dayanıklı olmayı içine sindirmiş, sistemin aksamadan işlemesi için bunun gerekli olduğunu kavramıştır.
- Ama insanlara nasihat ederken tercih yapıyorlar, kötüye karşı iyiyi savunuyor, insanların acı çekmesini istemiyorlar.
- Öyle davranmak zorundalar, çünkü insanların idraki kıt! Sıradan insanın,
karşıtların ardındaki birliği göremediğini bildikleri için gerçek düşüncelerini gizlerler.
- Tanrıyı Yokluk ve Hiçlik olarak nitelendirdiniz, yokluktan varlık nasıl çıkabilir?
- Demek ki şimdiye kadar anlattıklarımdan hiçbir şey anlamadın. Geceden gündüz, acıdan sevinç nasıl çıkıyorsa, yokluktan varlık da öyle çıkar. Her şey ancak zıddıyla kaimdir demedik mi? Yokluk olmadan varlık düşünülemez. Eğer hatırlarsan, yokluk ve hiçlik bize nispetledir demiştim. Biz bir şeyin var olduğunu anlamak için önce onun yok olduğunu düşünmek zorundayız, çünkü aklımız kıyas sistemiyle çalışır. Kısası olmayan uzun, güzeli olmayan çirkin ne ifade eder? Etse etse ataleti ifade eder. Bu yüzden varlığı anlamak için yokluğa muhtacız. Ama bu yokluk asla Tanrıya nispetle bir yokluk değildir. Onun Zat'ında varlık- yokluk, doğru- yanlış, iyi- kötü gibi kavramların hiçbir anlamı yoktur. Orada varlık yoktur ki karşıtlar olabilsin! Sözünü ettiğimiz mertebe Tanrının “Zat” mertebesidir, kendi Zat’ından başka hiçbir şeyin olmadığı bir keyfiyet yani. Dikkat et, bu mertebe sadece bizim için yokluk ve hiçliktir, Tanrıya nispetle yokluk ve hiçlik olamaz, eğer olursa ikilik olur. Bir Tanrı, bir de yokluk olur ki, onun adı putperestliktir! Öyle değil mi?
- Evet efendim haklısınız, ama bunu kavramak pek kolay değil.
- Kolay olduğunu söylemedim ki, ama tek kurtuluş yolu olduğu kesin. İnsanoğlu ancak idrakini genişlettiği zaman hayatı kendine zehir eden dertlerden kurtulabilir. İşaya peygamberin “Bakacak bakacak görmeyecekler, duyacak duyacak anlamayacaklar” derken kastettiği şey işte budur. Eğer insan baktığını göremiyor, duyduğunu anlayamıyorsa, daha uzunca bir süre acıların örsünde dövülecek demektir!
- Efendim ben baktığımı görebiliyor, duyduğumu anlayabiliyorum, ama yine de varlık ve yokluk konusunda zorlanıyorum.
Bilgenin yüz hatlarında acı bir tebessüm belirdi, parmağını uzatıp biraz evvel seyrettiği erik ağacını gösterdi:
- Demek baktığını görebiliyorsun? Peki bak bakalım şurada ne görüyorsun?
- Çiçek açmış güzel bir erik ağacı görüyorum efendim.
- O kadarını bir kedi bile görebilir, başka ne görüyorsun?
- Başka bir şey göremiyorum.
- Oysa ben gövdesinden dallarına doğru yürüyen öz suyunu görebiliyor, kalp atışlarını bile duyabiliyorum. Dahası, çevresindeki varlıklarla uyum içinde aktığını da sezebiliyorum, demek ki bakmadan bakmaya fark var, sadece baş gözüyle değil, gönül gözüyle de bakmayı öğrenmelisin. Eh kolay iş değil, bıkıp usanmadan deneyeceksin.
Şaşkın bakışlarla erik ağacını seyreden çömezin dalıp gittiğini gören bilge sesini yükselterek devam etti:
- Tekrar konumuza dönelim. Öyleyse acıyla sevince sıradan insanlar gibi birbirinden kopuk duygular olarak bakmamalı, yaratılışın olmazsa olmazları olduğunu idrak etmelisin. Bu bakış açısı, seni sevinçler karşısında aşırı iyimserliğe, acılar karşısında aşırı kötümserliğe düşmekten koruyacaktır. İnsanoğlu acı ve sevinçten payına düşeni tevekkülle kabullenirse, tıpkı şu ağaç gibi doğayla kavga etmeden yaşayabilir. Aksi takdirde yaşam, acıların insanı mutsuz ettiği, sevinçlerin ise yapay mutluluk sağladığı anlamsız bir oyun olmaktan öte gidemez. Kısaca, insanın yapacağı en saygıdeğer iş kozmik uyumu yakalayabilmektir. Acılardan kurtulmanın yolu, acıya Tanrının gözleriyle bakmaktır!
- Öğütlerinizi tutacağımdan emin olabilirsiniz efendim, beni aydınlattığınız için teşekkür ederim.
- Benim işim aydınlatmak değil, ben sadece yolu gösteririm, aydınlanacak olan sensin. Hadi git artık.
Çömez üstadın önünde saygıyla eğildikten sonra boşalan çorba kasesini alıp yürüdü. Bilge sırtını yavaşça ağaca yaslayıp gözlerini yumdu, erik ağacında vızıldayan arıların sesini dinlemeye koyuldu.

1 Mayıs 2007 Salı

ERKAN BEBEĞE MEKTUP!

Erkan Bebek, burnunu mıncıkladığın Clinton Amca sıradanlığa alışıyor şimdi. O şatafatlı günler geride kaldı, medyayı eskisi gibi meşgul edemiyor artık. Ama sen çadır kentlerin minik efendisi Erkan Bebek, sen unutulmuş değilsin. Sayende öğrendi dünya saflığın dayanılmaz çekiciliğini. Clinton Amca’nın reklam amaçlı sevecenliği, senin saflığının yanında solda sıfır şimdi.
Çünkü “Melekut”un çocuğusun sen, Clinton Amcan gibi krallığın yeryüzünde değil senin. Çünkü Alfasın sen, başlangıç yani! Henüz hiçbir şey yokken, henüz Havva Anamız Adem Babamıza yasak meyveyi yedirip sözüm ona günaha gözlerini açmamışken sen yine vardın, saflık yani.
Çünkü Omegasın sen, son yani! Kaynağa dönüşümüz senin saflığına ulaşmakla mümkün. Clinton Amcan alfayla omega arasında bir yerlerdedir şimdi, yolunu bulabilirse sana ulaşıp önünde diz çökecektir, tıpkı eski zaman ermişlerinin kundaktaki bebeklerin önünde secdeye vardığı gibi!
Başlangıç da son da sensin Erkan Bebek, çıkışımız da varışımız da sanadır, gerisi boşların boşu bir oyalanma! Sana özenir, sana imreniriz, ışığın pervaneyi çektiği gibi senin saflığına koşarız bir ömür boyu.
Demiş ki peygamber “Güvercinler kadar saf, yılanlar gibi akıllı olun.” Safsın sen, Clinton Amcayı sıradan bir adam gibi mıncıkladığın için. Akıllısın sen, maddi güçle donatılmış adama yaltaklanmayı beceremediğin için!
İki düşünce arasındaki boşluksun sen, hiçlik yani! Kimliklerle kirletilmemiş parlak ışık, sıradanlığın ulaşamayacağı zirve, varlık davasına kalkışmamış yokluk, her kalıbı doldurmaya yatkın güçsün sen! Minik ellerinin kıskacında mıncıklanacak bir şeyler olsun yeter, ister bir burun, isterse ateş! Altına ve kor parçasına aynı ilgiyle uzanan minik ellerin ayrım yapamayacak kadar saftır senin.
Yüreğin ellerine niçin “dur” demedi Erkan Bebek? Clinton Amcanın öyle uluorta mıncıklanamayacağını bilmiyor musun? Neden o kucakta biraz daha kalıp yeryüzü kralının “dile benden ne dilersen” demesini beklemedin? Ve neden seni reklam yıldızı yapacağını söyleyen şu süslü spikoş ablaya gülücükler göndermedin? Yoksa o yakıcı umursamazlığınla “saflığa neden sorulmaz” mı diyorsun?
Bir gün büyüdüğünde, henüz saf bir bebekken Clinton Amcanın burnunu mıncıkladığın için övünecek misin? Yoksa eskiden olduğu gibi saf ve umursamaz mı olacaksın? Şu anda tam olman gereken yerdesin Erkan Bebek, bakıp bakıp iç geçirdiğimiz o cennette, güvercinler kadar saf, yılanlar gibi akıllı olunan yerdesin. Oradan hiç ayrılma Erkan Bebek, oradan sakın ayrılma!