TANRI’NIN RÜYASI
Tasavvuf ehli, yaratılışın Tanrı’nın rüyası olduğunu söyler. İnsanın kanını donduran bir laftır bu! Şu fırıl fırıl dönen gezegen ve galaksilerin, dostluk kurduğumuz kedi ve köpeklerin, dalından meyve kopardığımız ağaçların bir rüya olduğuna inanmak ne kadar zor! Sevgi ve nefretlerimizin, dostluk ve düşmanlıklarımızın, ıstırap ve sevinçlerimizin bir rüya olduğuna inanmak ne kadar acı! Gül dalında şakıyan bülbüllerin, görkemli çağlayanların, derin okyanusların, heybetli dağların bir illüzyon olduğuna inanmak ne kadar zalimce! Dünyanın elle tutulup gözle görülebilen bir gerçek olduğuna inanmış biri için, bundan daha umut kırıcı ne olabilir? Bel bağladığımız bunca güzelliğin sabun köpüğü gibi eriyip gitmesine insanın gönlü nasıl razı olur?
Geçmişte, yaratılışın Tanrının rüyası olduğuna sadece tasavvuf erbabı inanırdı, oysa günümüzde bilim adamları da bu görüşe katılır oldu! 1992’de ölen “Holografik Evren” teorisinin kurucularından ünlü teorik fizikçi David Bohm, “Çevremizdeki tüm nesne ve varlıkları, yapı ve olayları, oluş hareketi içindeki bölünmez bütünlüğün bir parçası” olarak görmeyi tavsiye ediyor, maddede bir “ilk zeka” bulunduğunu ileri sürüyordu. Ona göre olaylar rastgele değil, saklı realite düzeylerinden izafi olarak birleşmiş bütünler (terkipler) halinde ve yaratıcı bir şekilde gerçekleşiyordu. Bohm bu alana “saklı düzen” adını veriyor, ruh ve madde ayrımının bir zandan ibaret olduğunu söylüyordu. Ona göre evrende saklı bir düzen, yaratılışın temelinde ise “varlık birliği” vardı. Bu orijinal görüş, tasavvuf erbabının görüşüyle bire bir örtüşüyor, yani yaratılışın Tanrının rüyası olduğunu söyleyenlerin görüşüyle.
Günümüz teorik fizikçilerinden Fritjof Capra ise, son bilimsel verilerin Hint tasavvufunu doğruladığını belirterek şöyle diyordu: “Günlük hayatta dünyayı birbirinden ayrı nesne ve fenomenlere ayrıştırırız, bu tür sınıflandırma doğanın temel özelliği değildir, zihnimizin yaptığı bir soyutlamadır. Birbirinden ayrı nesne ve fenomenlerden oluşan bir gerçekliğe inanmak bir hayaldir! Evrenin temel “tekliği” sadece mistik deneyimin ürünü değil, modern fiziğin de gün ışığına çıkardığı en önemli olgulardan biridir. Bu teklik ilk olarak atom düzeyinde ortaya çıkmakta, atom altı parçacıkların hüküm sürdüğü dünyada daha da belirgin hale gelmektedir.” Capra, yüksek basınç altında bombardıman edilen atomların hem madde, hem ışık dalgası özelliği gösterdiğini, bombardıman esnasında elektronların yerini belirlemenin imkansızlaştığını, ancak “belirli bir alanda bulunma olasılığından” söz edilebileceğini söylüyor. Yani madde hem var hem yok, hem madde hem ışık dalgası özelliği gösteriyor, bu da bel bağladığımız dünyanın ne kadar değişken olduğunu, dahası bir terkip, bir zan olduğunu kanıtlıyor. Capra’nın iddiaları da, yaratılışın Tanrının rüyası olduğunu söyleyenlerin iddialarıyla örtüşmekte.
Günümüzde icat edilen ve bir milyar kere büyüten elektro mikroskobun altına yatırılan insan vücudu, oksijen, hidrojen, azot, demir, kalsiyum, fosfor ve magnezyum türünden elementlere dönüşüyor. Demek ki daha güçlü mikroskoplar icat edildiğinde insan vücudu atomlardan ve elektromanyetik alanlardan ibaret olacak! Eğer gözümüz atom altı dünyayı görecek tarzda dizayn edilmiş olsaydı, evreni sonsuz bir elektromanyetik alan olarak görecektik. Bu da varolan her şeyin bir terkip olduğunu kanıtlıyor, yani mutasavvıfların yaratılışın rüya olduğu görüşünü doğruluyor. Bilimin dönüp dolaşıp, tasavvuf erbabının sezgiyle vardığı sonuçta karar kılması, gerçekten de yaratılışın Tanrının rüyası olabileceğini düşündürüyor insana. Bunca ıstırabın sırf Tanrı rüya görsün diye çekilmesine gelince, bu konuda insanoğlunun yakınması pek inandırıcı değil, çünkü ezelde bizzat yaptığı bir tercih bu! Tanrının nötr olduğu, hiçbir şeye hiçbir şekilde müdahale etmediği, herkese ne olmak istiyorsa o olma iznini verdiği kabul edildiğinde, bu yakınmaların hiçbir anlam ifade etmediği ortada. Demek ki insanoğlu Tanrının rüyasında yer almayı ezelde kabul etmiş, Tanrı da ona bu izni vermiş
Tasavvuf ehli, yaratılışın Tanrı’nın rüyası olduğunu söyler. İnsanın kanını donduran bir laftır bu! Şu fırıl fırıl dönen gezegen ve galaksilerin, dostluk kurduğumuz kedi ve köpeklerin, dalından meyve kopardığımız ağaçların bir rüya olduğuna inanmak ne kadar zor! Sevgi ve nefretlerimizin, dostluk ve düşmanlıklarımızın, ıstırap ve sevinçlerimizin bir rüya olduğuna inanmak ne kadar acı! Gül dalında şakıyan bülbüllerin, görkemli çağlayanların, derin okyanusların, heybetli dağların bir illüzyon olduğuna inanmak ne kadar zalimce! Dünyanın elle tutulup gözle görülebilen bir gerçek olduğuna inanmış biri için, bundan daha umut kırıcı ne olabilir? Bel bağladığımız bunca güzelliğin sabun köpüğü gibi eriyip gitmesine insanın gönlü nasıl razı olur?
Geçmişte, yaratılışın Tanrının rüyası olduğuna sadece tasavvuf erbabı inanırdı, oysa günümüzde bilim adamları da bu görüşe katılır oldu! 1992’de ölen “Holografik Evren” teorisinin kurucularından ünlü teorik fizikçi David Bohm, “Çevremizdeki tüm nesne ve varlıkları, yapı ve olayları, oluş hareketi içindeki bölünmez bütünlüğün bir parçası” olarak görmeyi tavsiye ediyor, maddede bir “ilk zeka” bulunduğunu ileri sürüyordu. Ona göre olaylar rastgele değil, saklı realite düzeylerinden izafi olarak birleşmiş bütünler (terkipler) halinde ve yaratıcı bir şekilde gerçekleşiyordu. Bohm bu alana “saklı düzen” adını veriyor, ruh ve madde ayrımının bir zandan ibaret olduğunu söylüyordu. Ona göre evrende saklı bir düzen, yaratılışın temelinde ise “varlık birliği” vardı. Bu orijinal görüş, tasavvuf erbabının görüşüyle bire bir örtüşüyor, yani yaratılışın Tanrının rüyası olduğunu söyleyenlerin görüşüyle.
Günümüz teorik fizikçilerinden Fritjof Capra ise, son bilimsel verilerin Hint tasavvufunu doğruladığını belirterek şöyle diyordu: “Günlük hayatta dünyayı birbirinden ayrı nesne ve fenomenlere ayrıştırırız, bu tür sınıflandırma doğanın temel özelliği değildir, zihnimizin yaptığı bir soyutlamadır. Birbirinden ayrı nesne ve fenomenlerden oluşan bir gerçekliğe inanmak bir hayaldir! Evrenin temel “tekliği” sadece mistik deneyimin ürünü değil, modern fiziğin de gün ışığına çıkardığı en önemli olgulardan biridir. Bu teklik ilk olarak atom düzeyinde ortaya çıkmakta, atom altı parçacıkların hüküm sürdüğü dünyada daha da belirgin hale gelmektedir.” Capra, yüksek basınç altında bombardıman edilen atomların hem madde, hem ışık dalgası özelliği gösterdiğini, bombardıman esnasında elektronların yerini belirlemenin imkansızlaştığını, ancak “belirli bir alanda bulunma olasılığından” söz edilebileceğini söylüyor. Yani madde hem var hem yok, hem madde hem ışık dalgası özelliği gösteriyor, bu da bel bağladığımız dünyanın ne kadar değişken olduğunu, dahası bir terkip, bir zan olduğunu kanıtlıyor. Capra’nın iddiaları da, yaratılışın Tanrının rüyası olduğunu söyleyenlerin iddialarıyla örtüşmekte.
Günümüzde icat edilen ve bir milyar kere büyüten elektro mikroskobun altına yatırılan insan vücudu, oksijen, hidrojen, azot, demir, kalsiyum, fosfor ve magnezyum türünden elementlere dönüşüyor. Demek ki daha güçlü mikroskoplar icat edildiğinde insan vücudu atomlardan ve elektromanyetik alanlardan ibaret olacak! Eğer gözümüz atom altı dünyayı görecek tarzda dizayn edilmiş olsaydı, evreni sonsuz bir elektromanyetik alan olarak görecektik. Bu da varolan her şeyin bir terkip olduğunu kanıtlıyor, yani mutasavvıfların yaratılışın rüya olduğu görüşünü doğruluyor. Bilimin dönüp dolaşıp, tasavvuf erbabının sezgiyle vardığı sonuçta karar kılması, gerçekten de yaratılışın Tanrının rüyası olabileceğini düşündürüyor insana. Bunca ıstırabın sırf Tanrı rüya görsün diye çekilmesine gelince, bu konuda insanoğlunun yakınması pek inandırıcı değil, çünkü ezelde bizzat yaptığı bir tercih bu! Tanrının nötr olduğu, hiçbir şeye hiçbir şekilde müdahale etmediği, herkese ne olmak istiyorsa o olma iznini verdiği kabul edildiğinde, bu yakınmaların hiçbir anlam ifade etmediği ortada. Demek ki insanoğlu Tanrının rüyasında yer almayı ezelde kabul etmiş, Tanrı da ona bu izni vermiş
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa