GÖNÜL GÖZÜYLE GÖRMEK
Hz. Ali’ye sordular: “İbadet ettiğin Allah’ı görüyor musun?” Veliler Şahı bu soruyu şöyle yanıtladı: “Görmediğim Allah’a ibadet etmem, ne var ki ben onu et gözüyle değil, gönül gözüyle görüyorum.” Aslında ibadet ettiği Allah’ı gönül gözüyle gören ilk kişi değildi o, kendinden önce yaşayan peygamber ve ermişler de Allah’ı gönül gözüyle görmüş, hatta dostluk bile kurmuşlardı! Hz. İbrahim’in adlarından biri Halilullah, yani Allah’ın Dostu idi.
Hz. Musa bir keresinde Tanrıdan kendini göstermesini istemiş, ama kendisine çalının ortasında yanan bir ateş gösterilmişti. Peygamberin o anda ne hissettiğini bilmiyoruz, ama verilen mesaj çok açıktı. Tanrı adeta, “Beni et gözüyle göremezsin, ancak şu çalıda yanan ateşi, yani tezahürlerimi görebilirsin” demek istemişti. Musa bu olaydan sonra Tanrıyı ancak gönül gözüyle görebileceğini anlamış olmalı!
Nedir gönül gözüyle görmek? Zaman ve mekan ötesi bir görüş mü? Aklın aracılığı olmaksızın salt sezgi yoluyla ulaşılan bir keyfiyet mi? Yoksa Tanrının gözdelerine has bir ayrıcalık mı? Herkes gönül gözüyle göremediğine göre öyle olmalı. Ama zaman ve mekan ötesi olduğu çok açık, çünkü görülen zamana ve mekana bağımlı değil. Salt sezgi yoluyla ulaşılan bir keyfiyet olduğu da doğru, çünkü biçare aklımız zamanın ve mekanın ötesine uzanamaz! Yoksa gönül gözü düşüncenin olmadığı bir yerde, mesela iki düşünce arasındaki boşlukta mı? O boşluk ki “an” denen süreçle dolu, geçmiş ve geleceğin içinde barınamadığı sonsuz şimdi’yle. O zamansız boşlukta her şey mümkün, o mekansız hiçlik okyanusunda yaratılış anlamını yitirir ve insanoğlu Tanrısına kanat açar, et gözüyle görülemeyen ayan beyan görünür hale gelir!
Aslında o boşlukta görülecek hiçbir şey yoktur, ama her şey yerli yerinde, potansiyel olarak her şey el altındadır. İnsanın halis niyeti, o doğurgan boşluktan istediği şeyi çekip alabilir, Tanrıyı bile! Şimdi denecek ki, Tanrıyı gönül gözüyle görebileceğimiz adres belliyse, neden ondan böylesine uzağız, neden tüm yaşamımız onu aramakla geçiyor? Çünkü oyun öyle kurulmuş, yani saklambaç üzerine. Tanrı saklanır, biz de zavallı beynimizin kıvrımlarında onu arayıp dururuz, ta ki halis niyetle o doğurgan boşluğa uzanıp aradığımızı bulana dek!
Hz. Ali’ye sordular: “İbadet ettiğin Allah’ı görüyor musun?” Veliler Şahı bu soruyu şöyle yanıtladı: “Görmediğim Allah’a ibadet etmem, ne var ki ben onu et gözüyle değil, gönül gözüyle görüyorum.” Aslında ibadet ettiği Allah’ı gönül gözüyle gören ilk kişi değildi o, kendinden önce yaşayan peygamber ve ermişler de Allah’ı gönül gözüyle görmüş, hatta dostluk bile kurmuşlardı! Hz. İbrahim’in adlarından biri Halilullah, yani Allah’ın Dostu idi.
Hz. Musa bir keresinde Tanrıdan kendini göstermesini istemiş, ama kendisine çalının ortasında yanan bir ateş gösterilmişti. Peygamberin o anda ne hissettiğini bilmiyoruz, ama verilen mesaj çok açıktı. Tanrı adeta, “Beni et gözüyle göremezsin, ancak şu çalıda yanan ateşi, yani tezahürlerimi görebilirsin” demek istemişti. Musa bu olaydan sonra Tanrıyı ancak gönül gözüyle görebileceğini anlamış olmalı!
Nedir gönül gözüyle görmek? Zaman ve mekan ötesi bir görüş mü? Aklın aracılığı olmaksızın salt sezgi yoluyla ulaşılan bir keyfiyet mi? Yoksa Tanrının gözdelerine has bir ayrıcalık mı? Herkes gönül gözüyle göremediğine göre öyle olmalı. Ama zaman ve mekan ötesi olduğu çok açık, çünkü görülen zamana ve mekana bağımlı değil. Salt sezgi yoluyla ulaşılan bir keyfiyet olduğu da doğru, çünkü biçare aklımız zamanın ve mekanın ötesine uzanamaz! Yoksa gönül gözü düşüncenin olmadığı bir yerde, mesela iki düşünce arasındaki boşlukta mı? O boşluk ki “an” denen süreçle dolu, geçmiş ve geleceğin içinde barınamadığı sonsuz şimdi’yle. O zamansız boşlukta her şey mümkün, o mekansız hiçlik okyanusunda yaratılış anlamını yitirir ve insanoğlu Tanrısına kanat açar, et gözüyle görülemeyen ayan beyan görünür hale gelir!
Aslında o boşlukta görülecek hiçbir şey yoktur, ama her şey yerli yerinde, potansiyel olarak her şey el altındadır. İnsanın halis niyeti, o doğurgan boşluktan istediği şeyi çekip alabilir, Tanrıyı bile! Şimdi denecek ki, Tanrıyı gönül gözüyle görebileceğimiz adres belliyse, neden ondan böylesine uzağız, neden tüm yaşamımız onu aramakla geçiyor? Çünkü oyun öyle kurulmuş, yani saklambaç üzerine. Tanrı saklanır, biz de zavallı beynimizin kıvrımlarında onu arayıp dururuz, ta ki halis niyetle o doğurgan boşluğa uzanıp aradığımızı bulana dek!
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa