MAHENDRA PRATAP
Epey oldu, tesadüfen açtığım televizyon kanallarının birinde bir belgesel izledim. Kamera önce ibadethane olduğu söylenen bir binayı görüntüledi. Yüksek kemerli uzunca bir yapı, tepedeki pencereden giren gün ışığıyla yarım yamalak aydınlanıyordu, yerlerde moloz yığınları, kırık dökük birkaç eşya ve toz toprak. Bu haliyle ibadethaneden çok terkedilmiş bir hangara benziyordu. Sonra kamera duvarlara yöneldi, büyük boy yağlı boya resimler duvar boyunca gelişigüzel serpiştirilmişti, Hıristiyanların haçı, Müslümanların minaresi, İbranilerin Davut yıldızı, komünistlerin orak çekici, faşistlerin gamalı haçı ve daha bir sürü sembol.
Duvardaki karmaşanın ne anlama geldiğini düşünüyordum ki, sunucu yaşlı bir Hintliyi takdim etti: Mahendra Pratap. Raca soyundan geliyordu, yani bir Hint soylusuydu. Mütevazı giyimli, güleç yüzlü, tahminen seksenin üstünde ufak tefek bir adamdı. Anlattığına göre, yıllar önce bu ibadethaneyi açmış bir hayli de mürit edinmişti. Matbaa kurarak kitaplar bastırmış, öğretisini tüm dünyaya yaymaya çalışmıştı. Parasızlıktan iki kere faaliyetini durdurmak zorunda kalmış, müritlerinin büyük bir kısmı dağılmıştı. Ama ihtiyar yılmamıştı, tekrar insanlara seslenmek için hazırlanıyordu. Öğretisinin ne olduğu sorulduğunda kısaca, “İnsanların inançları birbirlerini sevmelerine engel değil. Her inançtan, her cinsten, her milletten insan sevgi bayrağı altında toplanabilir, çünkü sevgi en yüce değerdir” dedi. Duvardaki resimler, bu açıklamanın ışığında şimdi bir anlam kazanıyordu.
Sonra yan odaya geçildi, odanın tam ortasında mermer bir lahit vardı. Kapağını kaldırdılar, içi boştu. Müritlerden biri pencere kenarına dayalı bir levhayı getirip lahdin üstüne koydu, üzerinde büyük harflerle Mahendra Pratap yazıyordu. İhtiyar vasiyet etmişti, öldüğünde bu lahdin içine konulacaktı. Boş mezar ve ilerde içini dolduracak mütevazı ihtiyar orada yan yanaydılar! Çok dokunaklı bir sahneydi, yüksek ideallerin ve ölümün tezadı insanın sinirlerini yay gibi geriyordu. Oysa Mahendra doğal bir şeyden söz eder gibi kolunu uzatmış mezarını gösteriyor, açıklamalarda bulunuyordu. Daha sonra kamera kasvetli odayı terk edip sokağa yöneldi, sunucu birkaç Hintliyi çevirip Mahendra Pratap hakkında ne düşündüklerini sordu. Hemen hepsi ihtiyarın kaçık bir bunak olduğunu, saçma sapan işlerle uğraştığını söyledi!
Belgesel bittiğinde gözlerimin yaşardığını hissettim. İnsanların birbirlerini sevmeleri için ömrünü harcamış bir adam başarısızlığa uğramıştı, uğruna çalıştığı kimseler ona kaçık, bunak gibi sıfatları layık görüyorlardı. Oysa Mahendra Pratap soyluluğun kendine sağlayacağı nimetlere sırt çevirip yoksul ve kahırlı bir yaşama evet demişti. Anlayışsızlık, sevgisizlik, kadirbilmezlik her şey vardı bu hikayede. Ama tuhaftır, program boyunca ihtiyarın yüzünde de, sesinde de bir kırgınlık ya da küskünlük alameti görmedim, sanki insan-ı kamil soyunun ortak yazgısını kabullenmiş gibiydi. Hatta bir ara sunucu kalan beş yüz kadar müridini azımsayınca, başlangıçta İsa’nın o kadar müridinin bile olmadığını gururla söyleyiverdi. Yanıt çok zekiceydi, belli ki kendini daha işin başında sayıyordu.
Mahendra’nın başarısızlığından yaşadığım ülkeye bir gurur payı çıkarmam ne derece doğru bilemiyorum, ama yaklaşık yedi yüz sene evvel bu ülkede biri zoru başarmış, her cinsten ve düşünceden insanı sevgi ve hoşgörü bayrağı altında toplayabilmişti. Şimdi Anadolu bozkırının ortasında, orada Hacı Bektaş’ta milyonlarca insanın sevgi halesiyle bürülü olarak yatıyordu. O şimdi Hintli yoldaşının başarısızlığına üzülüyor olmalı, nasıl üzülmesin ki, insan-ı kamil yetiştirmede her ülkeye üstünlüğü olan kadim Hint tasavvufunun bir evladının çilesi, hangi gönülde yaralar açmaz ki?
21. yüzyılı yaşadığımız şu günlerde, insanoğlu tüm gücüyle maddeyi tüketiyor, maddi refahın ve onu elde etmek için harcanan çabaların artık sonuna yaklaşıyoruz! Özellikle batı gençliği manevi buhranlar içinde kıvranıp duruyor, maddeye tapmanın çıkar yol olmadığını etinde kemiğinde hissetmeye başlıyor. İnsanlık artık manasıyla barışmanın eşiğindedir, o eşiğe varan yol, başarılı ya da başarısız tüm insan-ı kamillerin döşediği kahır taşlarıyla bezelidir!
Ey insanlık mabedinin yiğit evladı,
Ey Mahendra Pratap, selam sana..!
ÖZGÜRLÜK ÜSTÜNE
Çömez notlarına ayaküstü bir kez daha göz gezdirip kapıyı tıklattı, içerden o yumuşak “gel” sesini duyar duymaz içeri girdi. Mürşit her zamanki gibi sedirde bağdaş kurmuş oturuyordu, kalın camlı gözlüklerini özenle sildikten sonra gelene yanındaki sandalyede yer gösterdi. Cafer tedirgin bir hareketle notlarına davranıp,
- Efendim, dedi, özgürlük konusunda emrettiğiniz araştırmayı yaptım, notlar aldım, dilerseniz okuyayım.
Mürşit işaret parmağını olumsuz anlamda sallayarak,
- Hayır, dedi, o elindeki tomarı okumak epey zaman alır, en iyisi yazdıklarını özetle.
Çömez aceleyle son sayfayı açıp okumaya başladı:
- Yürürlükteki yasaların veya toplum kurallarının sınırları içinde, hiçbir baskıya uğramadan istediği gibi hareket eden, yabancı bir gücün baskı ve boyunduruğu altında olmaksızın düşünce ve eylemlerini seçebilen kişi özgürdür.
Kağıttan başını kaldırır kaldırmaz mürşidin delici bakışlarıyla karşılaştı. Hep öyle yapardı, düşünmeden tek laf etmez, düşündüğü sürece karşısındakinin gözlerinin ta içine bakardı. Cafer elinde olmadan ürperdi, bu esrarengiz bakışların kafatasını delip geçtiğini, çok uzaklarda bir yerlere saplandığını hisseder gibi oldu, gözlerini kırpıştırıp başını önüne eğdi. Çaresiz bekleyecekti, yaptığı tarifin üstadın pek hoşuna gitmediği belliydi, sonunda mürşit fısıldar gibi konuştu:
- Desene delilerden özgür kimse yok şu dünyada, yaptığın tarife çok uyuyor, hiçbir baskıya uğramadan diledikleri gibi hareket edebiliyor, ağızlarına geleni söylüyorlar.
Çömez hemen itiraz etti:
- Ama efendim, deliler çok aşırı ve kuraldışı bir örnek, üstelik onlar toplum kurallarına da yürürlükteki yasalara da hep ters düşerler.
- Haklısın oğul deliler aşırı bir örnek. Peki hepimizin piri sayılan Ahmet Yesevi’ye ne dersin? Biliyorsun, Yesevi peygambere hürmeten 63 yaşına gelince bir mezar kazdırıp içinde yaşamaya başladı. Zorunlu haller dışında tüm günlerini o mezarda geçirirdi, yani hareket yeteneğini tümüyle kısıtlamış, nerdeyse sıfırlamıştı. Sence Yesevi özgür değil miydi? Ben derim ki çok sınırlı hareket kabiliyetine rağmen, çağdaşlarının en özgür olanı oydu.
- Ama efendim Yesevi hareket yeteneğini kendi iradesiyle kısıtladı, kimse onu zorlamadı. Burada baskı sözkonusu değil, tam tersine özgür bir seçim var, yani Yesevi kendince doğru olan yaşam tarzını kendi seçti.
Cümlesini bitirir bitirmez düşünmeye başladı. Üstat ne yapmak istiyordu? Önce deliler sonra Yesevi, havadan sudan örneklerdi bunlar, tartıştıkları konuyla hiçbir ilgileri yoktu. Üstat bunları bilmesin olmazdı, yoksa beni deniyor mu diye düşündü. Üstadın içtenlikli, yumuşak sesiyle kendine geldi:
- Peki Cafer, başka bir örnek veriyor ve Hz. İsa diyorum. Biliyorsun Hz. İsa çarmıha gerilmeye götürülürken yoğun baskı altındaydı, üstelik yabancı gücün boyunduruğundaydı. Konuşmasına, fikirlerini söylemesine de izin verilmiyordu, yani senin şu tarifindeki tüm olumsuzluklar gerçekleşmişti. Sence Hz. İsa o anda özgür müydü, yoksa köle mi?
Çömez sarsıldı, böyle bir örnek beklemiyordu, bir şeyler söylemek için davrandı, ama aklına hiçbir şey gelmiyordu, kendini tuzağa düşmüş gibi hissetti, son bir gayretle,
- Efendim, dedi, Hz. İsa da seçimini özgür iradesiyle yaptı, tıpkı Yesevi olayında olduğu gibi. Havarilerine üç gün sonra öldürüleceğini bildirdiğine göre, olayları bizzat kendisinin yönlendirdiği, sonunu kendi eliyle hazırladığı söylenebilir.
Üstadın yüz hatlarına belli belirsiz bir gülümseme yayıldı:
- Bu sefer yanıldın Cafer, dedi. Hz İsa sandığın gibi özgür iradesiyle ölümü seçmedi, ama ölümün kaçınılmaz olduğunu gördü. Bunlar farklı şeyler, olayların gidişatından mukadder sonu görmek başka, ölümü seçmek başka. Sonuç aynı gibi görünüyor ama değil, bil ki yaşamak varken hiçbir insan ölümü seçmez. Neden dersen yaşamak kutsal bir haktır, işte bu yüzden intihar insana yasaklanmıştır. Kaldı ki, İsa gibi kemal mertebelerinin zirvesindeki biri kendi iradesiyle ölümü seçemez, eğer seçiyorsa başka çaresi kalmadığı, özgür olmayı ancak öyle sürdürebileceği içindir! Çünkü bu tür insanlar, kendilerine verilen görevi yerine getirmek için ölümle dirim arasında ayrım yapmazlar, sonucun ne olacağı, olayların onları yaşama mı, yoksa ölüme mi sürükleyeceği umurlarında değildir. Onlar için özgür olmanın bir tek kıstası vardır, misyonun gereğini yerine getirmek. Hz İsa yola çıkarken bu işte çarmıhın da olduğunu biliyordu. İster çarmıha gerilsin, isterse başına buyruk dolaşsın onun özgürlüğüne halel gelmez.
Sözün burasında bir an duraklayıp araştıran gözlerle müridine baktı, çömezde hiçbir itiraz belirtisi yoktu, sükunetle devam etti:
- Konumuzla ilgili çarpıcı bir örnek daha var. Biliyorsun Hallac-ı Mansur “Enel Hak” dediği için ölüme mahkum edildi. İnfaz vahşiceydi, önce dövüldü, sonra elleri ve ayakları kesildi, en sonunda başı kesilerek bedeni yakıldı ve külleri Dicle’ye savruldu. Hallac da zorba bir gücün baskısı altındaydı, kendini savunmasına fırsat verilmediği gibi, ölüm kararı çıkartmak için mahkeme üyelerine baskı bile yapıldı. Bu görüntülere bakarak Hallac’ın özgür olmadığını söylemek mümkün mü? Elbette değil, elleri ve ayakları kesik halde darağacında bekletilirken bir arkadaşının sorduğu “Tasavvuf nedir?” sorusuna verdiği yanıt ilginçtir: “Tasavvufun ilk mertebesi şu anda gördüğün şeydir, yarın göreceklerin ise son mertebesidir.” Ne denli baskı altında olursa olsun, böyle bir adamın özgür olmadığını kim söyleyebilir? İnançları uğruna gözünü kırpmadan ölüme gittiği için onu bayrak yapmadık mı kendimize?
Tekrar durakladı, kendini hayranlıkla dinleyen çömeze baktı. Gözleri buğulanmış, yüz hatları gerilmişti, Hallac lafı açıldığında hep duygulanırdı, bir süre yüzüne o eski tebessümün gelip oturması için bekledi,
- Bak Cafer, dedi, bu örneklerden muradımız işin püf noktasına gelmekti. Tarifini yaptığın özgürlük bizim soyumuz için geçerli değil. Neden mi? Çünkü biz özgürlük deyince mananın özgürlüğünü anlarız, maddenin değil! Önemli olan maddi yapının, yani bedenin özgürlüğü değil, özün, içsel olanın, kısaca ruhun özgürlüğüdür. Sıradan insan, eğer demir parmaklıklar arkasındaysa kendini özgür saymaz, eğer bedeni esirse, baskı altındaysa özgür olmadığını söyler. Ama biz aynı koşullarda özgürüzdür, çünkü özgürlüğümüz bedenimizde değil ruhumuzdadır. Sıradan insan, bedeninin selametini sağlayabilmek için inançlarından taviz verebilir, hatta her özgürlüğün bir bedeli olduğunu söyleyerek hareketini mazur bile gösterebilir. Oysa biz asla bu yola başvurmayız, gerekirse bedelini öder, yani canımızı verir özgürlüğümüzü koruruz, tıpkı Hz. İsa ve Hallac gibi! Çevrene dikkatle baktığın zaman ne dediğimi anlarsın. Örneğin şu işçi, karnını doyurduğu için ruhuna da sahip çıkan patronuna ses etmez. Şu memur, günlük nafakası için amirinin hakaretlerine boyun eğer. Şu dilenci, üç beş kuruş için kapı kapı dolaşıp kendini aşağılatır. Şu çanak yalayıcı, velinimetinin teveccühünü kazanmak için her rezilliği sineye çeker. Şimdi bu adamlar özgür müdür? Hayır oğul, bu adamlar kendini özgür sanan kölelerdir, bedenlerinin rahatı için ruhlarına eziyet eden zavallılardır! Bu sözlerimden bedenin özgürlüğü önemli değildir gibi bir anlam çıkarma, elbette bedenin özgürlüğü de önemlidir, ama ruhun özgürlüğünün yanında lafı bile olmaz. Çünkü özgür bir ruh esir bedeni kurtarabilir, ama köle bir ruhun esir bedeni kurtardığı görülmemiştir! Sonuç olarak, sıradan insan ya özgürdür ya köle, bizim soyumuz ise ya özgürdür ya ölü! İnsanı insan yapan ruhunun özgürlüğüne verdiği önemdir, aksi takdirde hayvandan ne farkımız kalır? Bedeni en özgür yaratık hayvandır, çünkü kayıt altında değildir, ama şuuru olmadığı için manevi özgürlükten nasipsizdir. Kısaca, bizim özgürlük anlayışımız avamın özgürlük anlayışıyla bir değildir, birçok can pahasına kazanılmış bir özgürlüktür. Onu ansiklopedilerin tozlu sayfalarında değil, insan-ı kamilin ibret verici yaşantısında araman gerekir. Hz. Hüseyin 72 kişiyle on bin kişilik orduya kafa tutarken neyi korumak istiyordu? Seyit Nesimi diri diri derisini neden yüzdürttü? Şeyh Bedrettin ve Pir Sultan Abdal, rahat etmek varken niçin darağacını tercih ettiler? Elbette insanı iyiye, güzele ve aydınlığa taşımak, özgür düşüncenin önündeki engelleri yıkmak için.
Üstad soluklandı, bir süre düşündü ve devam etti:
-Sevgili oğlum, buraya kadar anlattıklarım işin eylem yanıyla, yani özgürlüğün bedelini büyük çoğunluğun ödemeye istekli olmamasıyla ilgili şeylerdi. Söylediğim gibi sadece insan-ı kamil bu bedeli ödemeye talip! Şimdi gelelim işin fikri yönüne. Dünyada milyarlarca insan var, bunların hemen hemen hepsi kendini özgür sanıyor, ama aslında özgür olan bir avuç insan. Neden böyle? Çünkü büyük çoğunluk hayatı sorgulamadan, kendine dayatıldığı gibi yaşıyor, rüzgara kapılmış yaprak gibi günlük hayatın gelgitleri arasında sürüklenip duruyor, hayvandan tek farkı alet yapıyor ve kullanıyor olması. Doğuyor, büyüyor, çoluk çocuğa karışıyor, belli bir işte çalışıyor, ihtiyarlıyor ve ölüyor. Bu hayatı niçin yaşadığını, nasıl yaşaması gerektiğini, anlamının ne olduğunu bilmiyor, bilmek de istemiyor. Bu insan fikri anlamda nasıl özgür olabilir, insan olmanın gereklerini nasıl yerine getirebilir? Oysa insan-ı kamil dayatılanı değil, yapılması gerekeni yapıyor, niçin yaratıldığını, nasıl yaşaması gerektiğini, hayatın anlamının ne olduğunu sorguluyor ve gereğini de yerine getiriyor. Sıradan insanın yaşadığı şekliyle hayatın bir anlamı olmadığını, sadece değersiz bir oyun olduğunu biliyor. Dünya malı için canavar kesilmenin insan onuruna yakışmayacağını bildiğinden, böyle bencil bir oyuna kendini kaptırmıyor. Hayata sıradan olmayan değerler yüklüyor, yırtıcı değil fedakar, kibirli değil alçakgönüllü, kindar değil bağışlayan oluyor. İşte gerçek anlamda özgür dediğimiz insan bu insan!
Mürşit sustu, anlatılanları sindirebildi mi diye müridine baktı. O titrek, sıkıntılı çömez gitmiş, sanki yerine kendine güvenen bir insan gelmişti, minnet dolu gözlerle üstadına bakarak,
- Efendim, dedi, beni aydınlattığınız için teşekkür ederim. Doğrusu özgürlüğün anlamının bu kadar derin olduğunu bilmiyordum. Evet, anlattıklarınızı hiçbir kitapta bulmam mümkün değil. Huzurunuzda, bize böylesine muhteşem bir miras bıraktıkları için insan-ı kamil soyuna şükranlarımı sunmak isterim.
Kalkıp üstadın eline davrandı, içten gelen bir istekle uzatılan eli öptü. Artık gitmeliydi, izin isteyip kapıya yöneldi.
PEYGAMBERLERİN GİZLİ MİSYONU
Günümüze kadar süregelen yaygın kanı, peygamberlerin çığırından çıkmış dünyaya ahlak getirdiği yönündedir. Bazılarına göre, Tanrı kullarının sapkın bir yaşam sürdüğünü görmüş, elçilerini göndererek onları hizaya getirmek istemiştir. Böyle düşünenler, peygamber ve ermişlere ahlakla iştigal eden birer öğretmen olmanın ötesinde bir fonksiyonu layık görmezler.
Bize göre doğru ama eksik bir görüştür bu. Peygamberler ahlakçı olmanın ötesinde daha önemli bir misyonun, din kurumlarının ihaneti yüzünden adeta gizli kalmış bir misyonun da sahibidirler. Bunu birkaç kelimeye sığdırmak gerekirse şöyle diyebiliriz: Peygamber ve ermişler insan düşüncesinin evrimini sağlayan bir misyonu da yürütürler.
Söz konusu misyonu kavramak için, peygamberlerden önceki ve sonraki dünyanın değerler sistemine bir göz atmak yeterlidir. Peygamberlerden önceki çok tanrılı din yerini tek Tanrıya bırakmış, kahin ve büyücüler yerlerini tevhit inancının peygamber ve ermişlerine terk etmiş, hurafe ve batıl inançlar kutsal kitaplarla yer değiştirmiştir. Ama düşünce tarihindeki en büyük devrim, somut algının yerini soyut algıya bırakmasıyla yaşanmıştır. Tevhit dinlerinin soyut Tanrı anlayışı, düşünce ve sanatta soyutlamanın yerleşmesine ve insanın düşünce dünyasının zenginleşmesine sebep olmuştur. Daha önce maddeden ötesini göremeyen insan, soyut düşüncenin sonsuz ufuklarına bu sayede yelken açabilmiştir. Unutmamak gerekir ki, insanı hayvandan ayıran en büyük özellik soyutlama yapabilmesidir.
Öte yandan, peygamberlerle birlikte gücün egemenliği erdemin egemenliğine, savaş barışa, yağma ve talan çalma yasağına, cinayet öldürme yasağına, nefs azgınlığı nefsi dizginlemeye, sertlik yumuşaklığa, gösteriş ve israf sadelik ve kanaatkarlığa, düşmanlık bağışlamaya, hile dürüstlüğe, günah tövbekarlığa, maddeye tapınma manayı yüceltmeye, rastgele beslenme hijyenik beslenmeye, soy sop üstünlüğü irfan üstünlüğüne, kabile ahlakı komşu ahlakına, acımasızlık merhamete, şöhret ve servet dünya nimetlerini terke yol açmış, en azından eski dünya değerlerinin karşısına yenileri konarak insanoğlunun düşünce dünyası zenginleştirilmiştir. Elbet peygamberlerin getirdiği bu yeni değerler hemen kabul görmemiş, ama insanların tercih yapma şansı artırılmıştır.
Eski dünyanın insanı; nefsi azgın, dünya malına sahip olabilmek için gözünü budaktan esirgemeyen, şan ve şöhret için her şeyi göze alan, ırza geçmeyi, cinayet işlemeyi, hırsızlık ve talanı mubah sayan bir yaratıktı. Hemcinsleri üzerinde egemenlik kurmak için hile yapmayı, savaşmayı, hatta öldürmeyi doğal sayıyordu. Yapmaktan çok yıkmayı seviyordu, kuralsız ve disiplinsizdi, bu değerler sistemi içinde devindiği sürece gelişmesi imkansızdı. Tek boyutlu, alternatifi olmayan bir düşünce yapısı vardı.
İşte peygamberlerin gizli misyonu bu noktada yararlı oldu. Eski dünyanın değerler sistemine yeni değerler eklendiğinde, insan tercih yapabilme şansını yakalamış, düşünce kendi içinde pozitife doğru devinmeye başlamış, eskiden farkında bile olmadığı yepyeni bir dünya ayaklarının altına serilmiş oldu. Yaşamak için savaşmanın, gasp etmenin ve nefsi kötülüklere alet etmenin şart olmadığı sevgi dolu bir değerler sistemi toplumda yavaş yavaş boy verdi. İnsanoğlu eski alışkanlıklarından kolayca kurtulamasa da, çaresiz ve alternatifsiz değildi, en azından tercih şansı vardı, artık düşünce tek boyutlu değildi.
Nitekim, gün geçtikçe peygamberlerin işaret ettiği ışıklı yola gönül verenler çoğaldı. Bunların içinde, siyasal gücün doruğunda ve dünya nimetinin bolluğunda yaşarken yoksul ve çileli bir hayatı gönül rızasıyla seçen Buda gibi, İbrahim bin Ethem gibi prensler bile vardı. İlahi mesajların cazibesine kapılan bu prenslerin yaptığı fedakarlığı, bugün bir çöpünden bile vazgeçemeyenlerin takdir etmesi zor olmasa gerek!
Her şeyin zıddıyla gelişebileceğini söyleyen yasa, düşünce için özellikle geçerlidir, karşı görüş olmadan hiçbir düşünce gelişemez. İşte bu yüzden, peygamberlerin koyduğu ahlaki kurallar, salt ahlak olmanın ötesinde düşüncenin evrimini sağlayan “ilahi veriler” gibi algılanmalıdır. Ateistlerin bir türlü anlayamadıkları şey, içinde yaşadıkları uygarlığın dünden bugüne insanların yarattığı bir süreç olmadığıdır. Günümüz uygarlığının harcı Musa On Emri vazettiği gün karılmış, insanlık binlerce yıl On Emrin verilerini çeşitlendirip geliştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Günümüz hukuk ve ahlakı, Musa’nın taş tabletlerine çok şey borçludur.
Biz, peygamberlerin vazettiği ahlaki kuralların, görünürdeki amacını aşan bazı özellikler taşıdığına inanıyoruz. Tanrının peygamberler vasıtasıyla dünyaya sarkıttığı ip, insanoğlunun hem ahlakını yüceltmiş, hem de beyin kapasitesini artırmıştır. Maddenin dar kalıpları içinde dönüp durarak insanı geliştirebileceğini sananlar yanılıyorlar, ilahi yasalar evreni çekip çeviren yasaların aynısıdır, onları ayrı şeylermiş gibi algılamak idrak bulanıklığından başka bir şey değildir. Diyalektiğin yasaları, Hegel’den de Demokritos’dan da önce peygamberler tarafından biliniyor ve uygulanıyordu. Öyle ki, düşüncenin evrimiyle ilgili hangi konunun altını eşersek eşelim, ta dipte peygamberlerin ayak izini buluruz.
Dikkat edilirse, peygamberlerden önceki ve sonraki değerler sistemi dedik, din öncesi din sonrası demedik. Bu rastgele değil bilinçli bir seçimdi, çünkü dinler ve din adamları, mensubu sayıldıkları peygamberlere asla layık olamamış, ilahi mesajların özünü kasten çarpıtmışlardır. Siyasi otoritelerin çanak yalayıcılığını yapmak onlara daha cazip gelmiş, mensuplarının dünyevi ihtirasları için peygamberlerine ihanet etmişlerdir! Ateistlerin bu konudaki tüm eleştirileri haklıdır. Hiçbir peygamber siyasi otoritelerin kuyruğuna takılın, halkın dini inançlarını sömürün dememiştir, ilahi yasaları boyunduruk gibi kullanın, insanları korkutup hayatlarını karartın diye tavsiyede de bulunmamıştır. Aslında insanı tanrıtanımazlığa iten ilahi yasalar ve onları vazeden peygamberler değil, Tanrı adına ahkam kesen din adamlarıdır! Aklı başında hiçbir insan, peygamberlerin vazettiği kuralların yanlış olduğunu söyleyemez. Seveceksin, çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin, komşunla iyi geçineceksin, anana babana itaat edeceksin diyen insana, söylediklerin yanlış denebilir mi?
Bugün bir Müslüman kendi dininden olmayana gavur diyebiliyorsa, bir Hıristiyan çevresinde Müslümanların bulunmasından rahatsız oluyorsa, bir Musevi kendini “seçilmiş kavmin” üyesi gibi görüp başka dinden olanı küçümsüyorsa, peygamberlerin vazettiği mesajlardan hiçbir şey anlamıyor demektir. İçi boşaltılmış sevgi sözcükleri mırıldanarak görkemli taş binalarda yapılan içtenlikten yoksun ayinlerle hiçbir dinin ayakta kalma şansı yoktur. Bu gerçek şimdiden kendini dayatmaya, din kurumlarını kökünden sarsmaya başlamıştır. Günü geldiğinde yok olacak olan ilahi mesajlar değil, Allah adına dükkan işletir gibi mabet işleten din kurumları olacaktır!
KORKU İMPARATORLUĞU!
Sevginin zıddının nefret olduğu söylenir, oysa sevginin zıddı korkudur, çünkü insan sevmediği ve bilmediği şeyden korkar. Sevginin olmadığı yerde mutlaka cehaletin büyük çocuğu korku boy gösterir, sevgi ise bilginin çocuğudur. Kısaca, cehalet korkuyu, korku da tüm negatif duyguları üretir. Nefret, kin, kıskançlık, acımasızlık ve hoşgörüsüzlük korkunun ürettiği olumsuz duygulardır.
Günümüzdeki haliyle dünya bir korku imparatorluğudur, çünkü sevgiden yoksundur. Bilinen tarih boyunca insanoğlunun oluşturduğu tüm kurumlar korkunun eseridir. Ordular, vatanı kaybetme korkusunun ürünüdür. Polis, malı ve canı yitirme korkusunun ürünüdür. Adalet kurumu, kişisel kazanımları kaybetme korkusunun ürünüdür. Sağlık kurumları, hastalık ve ölüm korkusunun ürünüdür. Sigorta kurumları, zarara uğrama korkusunun ürünüdür. Evler ve apartmanlar, doğadan korkmanın ürünüdür. Ambar ve depolar, aç kalma korkusunun ürünüdür. Biriktirilmiş mal ve servet, gelecek korkusunun ürünüdür. Nesli sürdürme, yok olma korkusunun ürünüdür. Silahlar, can ve mal korkusunun ürünüdür. Okullar, cahil kalma korkusunun ürünüdür. Müzeler geçmişi unutma, kütüphanelerse bilgiyi yitirme korkusunun ürünüdür. Dostluk ve arkadaşlıklar bile, yalnızlık korkusunun ürünüdür. Liste böylece uzayıp gider.
Korku insanın yaşamını öylesine kuşatmıştır ki, sevgi hepten unutulmuş, ismi var cismi yok bir kavrama dönüşmüştür. Nerdeyse sevgiye dayanan tek bir kurum bile yoktur dünyada. Çocuk esirgeme ve yoksullara yardım kurumları bir merhamet gösterisi olmaktan öte gidememekte, bencilliğin günah çıkarma yerleri gibi işlev görmektedir. Tuzu kuruların merhamet gösterisi, vicdanlarını rahatlatmak için uydurdukları meşgaleden başka bir şey değildir. Toplumda açtıkları binlerce yaradan birini tamir ediyor gibi yapmak bazılarının vicdanını rahatlatabilir, ama insanın hemcinsine duyduğu sevgisizliği yok edemez. Egonun tutkuları devam ettiği sürece, yoksullara dağıtılan bir tas çorba ne dünyayı kurtarabilir, ne de insanı daha insan yapabilir.
Korku sevginin yokluğudur, yani bir boşluktur. Dünya uygarlığının bir boşluk, bir gölge üzerine bina edilmesi elbette insanlık adına utanç vericidir. İnsanoğlu nefsinin kurbanı olmuş, Tanrısal benliğini hepten unutmuştur. Fethetmeye geldiği madde tarafından yutulmuş, kendini bedenden ibaret sanan bir zavallılığa mahkum olmuştur.
Ruhunu inkar ederek insanlık hiçbir yere varamaz, varsa varsa maddenin korkuya dayalı imparatorluğuna varabilir. Korku üzerine kurulan bir uygarlığın sonu hüsrandır. İnsanlık bu gerçeği görmemekte ısrar ediyor, ama olaylar başına vura vura doğruyu öğretecek ve insan ezelde çizilmiş kaderine er geç sahip çıkacaktır.