Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

27 Temmuz 2007 Cuma


İNANMAK MI, BİLMEK Mİ?

Dinler ne çekmişse inanmanın objesi olmaktan çekmiştir, çünkü inanmak sanmaktır, sanmak da bilgi titrekliğidir! Ancak bilinemeyen şeye inanılır, aklın ve mantığın süzgecinden geçirilmeden öylece kabul edilir. Aslında inanç dediğimiz şey kitlelere dayatılan bir sürü ideolojisidir, sanıldığı gibi sağlıklı bir yol değildir, her zaman içinde şüphe tohumları taşır.
İnanma olgusu çok geniş bir yelpazeyi kapsar. İnanmak, inandığını sanmak, kendini inanmaya zorlamak ve inanıyormuş gibi yapmak! Günümüz dinlerinde, bu yelpazedeki olguların derece derece ortaya çıktığını görürüz. İnananlar; kendi halinde, etliye sütlüye karışmayan, fazla derinine inmeden ibadetini Tanrı için yapan ve bundan çıkar sağlamayı düşünmeyen insanlardır. Sayıca çok az olmaları, din kurumlarının başarısızlığının kanıtıdır. İnandığını sananlar; yeterli teolojik bilgisi olmadığı halde, sıradan insanın ibadetini küçümseyen, vahyi kendi meşrebine göre yorumlayıp dindarlara tepeden bakmayı alışkanlık haline getirenlerdir. Kendini inanmaya zorlayanlar; hayatta aradığını bulamadığı için içindeki boşluğu dinle doldurmayı uman, inanıp inanmama ekseninde mekik dokuyan kararsızlardır. İnanıyormuş gibi yapanlar ise; dini kişisel çıkar ve hırsı için ticaret aracı haline getirenlerdir. İnanç yelpazesinin en tehlikeli, en kalabalık kesimi bunlardır. İnsanlık onuruyla bağdaşmayan eylemleri din adına yapıyormuş gibi davranır, Tanrıyı bile çıkarlarına alet etmekten çekinmezler!
Dinlerin bu kadar değişik inanç türü içermesi aslında bilgi eksikliğinden kaynaklanır. İnanma dinin konusu olduğu sürece, herkes zannına ve mizacına göre bir din oluşturacak ve yukarda saydığımız olumsuzluklar sürüp gidecektir. Ünlü mutasavvıf Şeyh Bedrettin, Varidat adlı eserinde sözünü ettiğimiz inanç türlerine değinerek şöyle der: “Sıradan kimselerin ibadeti bir alışkanlıktır. Bir inanç yoluna ilk giren yolcuların ibadetleri de umuş ve korkuya dayanır. Yolun ortasına gelenler yüce duraklara varmak, olgunluk kazanmak için ibadete koyulurlar. Yolun sonuna varanlar ise, şeriatin sınırlarını koruma düşüncesiyle kulluk ederler.” Görüldüğü gibi, inanmanın arz ettiği çeşitlilik ve kofluk Bedrettin’i de rahatsız etmektedir.
Peki çözüm nedir? Din inanmanın konusu olmayacaksa neyin konusu olacak? Elbette bilginin, ama ne tür bilgi? Bunun yanıtını da yine Şeyh Bedrettin’in yarım bıraktığımız satırlarından izleyelim: “Buna karşılık içe kapanışın, dünya tutkularından kurtulmak için çalışmanın ve Tanrıya yönelmenin, Tanrısal BİLGİNİN, Tanrı bilgeliklerini ve güçlerini görmenin sonu yoktur. Bu yüzden, içe kapanışın, dünya tutkularından sıyrılmak için çalışmanın da sonu yoktur.” Dikkat edilirse Bedrettin geleneklere, umuş ve korkulara dayanan, şeriatin sınırlarını korumak için yapılan ibadetlerden yana değil, içe kapanışla elde edilen Tanrısal bilgiden yana. Bu tür bilgi pozitif bilimlerin metotlarıyla, yani akıl ve deneyle değil, sezgi yoluyla elde edilen dolaysız bilgidir. Pozitif bilimlerin pek rağbet etmediği, fazla metafizik bulduğu sezgisel bilgi, insanlık tarihi boyunca ne kadar geçerli ve gerekli olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Pozitif bilim ne kadar inkar etse de, tüm keşif ve icatların temelinde sezgiye dayalı bilgi yatar. Bunun en çarpıcı örneğini Jules Verne’de görüyoruz, onun sezgileri olmasaydı, insanlık bugün uzaya araç gönderemezdi.
Yine Şeyh Bedrettin’den sezgiye dayalı bilginin üstünlüğünü izleyelim: “Düşünce bakımından akla bağlanmak, ona güvenmek geçicidir, çünkü gönlün gerçekleri görmesini önler ve insanı saptırır. Her akıl için iki yön vardır. Biri düşünceye, görüşe dayanan anlayış, öteki ise gönlün arıtılmasına bağlı anlayış. Aklın sezgi yoluyla kavrayışı daha doğru, daha güvenli, daha kesindir ve yanılmayı önler. Görüşe, düşünceye dayanan akla düş kurmalar karışır, o yolda yanılmalar çok olur. Sezgi yolu ise gönlü arıtmayı, Tanrıya yönelmeyi, peygambere uymayı, onların yolunda gitmeyi gerekli kılar. Düşünce yolunda gönül arınması olmadığı için azgınlık ve yanılma vardır. Gerçeği arayan kimsenin peygamberlerin yoluna girmesi, içe kapanması, dünya tutkularından sıyrılması, bulanık düşüncelere kapılıp akla bağlanmaması gerekir. Sonunda bulanıklık, karanlık ortadan kalkar, gerçek tüm çıplaklığıyla görünür.”
Sezgiye dayalı bilginin yanılmazlığı, günümüzdeki bazı bilim adamlarının, özellikle de teorik fizikçilerin tespitleriyle doğrulanmıştır. Fritjof Capra, David Bohm gibi fizikçiler, atom altı dünyada yapılan deneylerin, tasavvufun sezgiyle vardığı verileri doğruladığını, evrenin tek ve parçalanmaz bir bütün olduğunu, maddenin atomlarının düzensiz ve amaçsız değil, belli bir prensibe göre hareket ettiğini, bu prensibin, Tanrısal özün maddenin en alt biriminde yansımasından başka bir şey olmadığını söylemekteler.
Bu tespitlerin ışığında yapılacak ilk şey, sezgiye dayalı bilgiyi dinin dayanağı haline getirmektir. Böylece din sanılara dayalı bir inanç çeşitliliği olmaktan kurtulacak, istismar edilemez bir bilgi kaynağına dönüşecektir. Aslında bu yöntem çok eski çağlardan beri kısıtlı bir çevrede uygulanmakta, tasavvufi tarikatların dergahlarında Tanrıya inanmak değil, Tanrıyı bilmek öğretilmekteydi. Hiçbir tasavvuf erbabı yoktur ki Tanrıya inanıyorum desin, onlar Tanrıya inanmaz, Tanrıyı bilirler. Hz. Muhammed’den nakledilen bir hadis şöyle der: “İçinizde en çok Allah’ı BİLEN benim, Ondan en çok korkan da benim.” Görüldüğü gibi peygamber Allah’a inanan demiyor, Allah’ı bilen diyor, demek ki Allah’ı bilmek mümkün. Allah’a inanmanın eskiden bir mazereti vardı, çünkü kolayca soyutlama yapabilmek, hele bilimsel verilere ulaşabilmek geçmişte zordu. Ama günümüzün modern insanı hem soyutlama yapabilme, hem de bilimin verilerine ulaşma açısından daha avantajlı, Allah’ı bilmek için her türlü imkanla donatılmış durumda.
Kanımca, cumhuriyet rejiminin yaptığı en anlamsız iş, dergahları kapatarak Tanrıyı bilmenin yollarını tıkamasıdır. Tanrıya inanma yerleri (cami, havra, kilise) alabildiğine faaliyet gösterip dini istismar ederken, Tanrıyı bilme yerlerinin kapısına kilit vurulması, bu ülke insanının uğradığı en büyük talihsizlik olmuştur. Tanrıya inanma yerlerinin bir tasavvuf dergahı gibi çalıştığını, yani Tanrıyı bilmenin yollarını öğrettiğini varsayın, bunun yüzlerce yıl aralıksız yapıldığını düşünün, bugün durum nice olurdu? En azından ehli kitabın yarısı Tanrıyı sandığı gibi algılayan değil, adamakıllı bilen kişilerden oluşmaz mıydı? Bu tür bilgiyle donanmış insanı, kör inançlarını kullanarak yönlendirmek, siyasi hesaplar için kullanmak mümkün olur muydu? Tanrıyı bilen kişilere insan katlettirip çoluk çocuk yaktırabilir miydiniz? İnançlarını kolaylıkla oy sandıklarına kanalize edebilir miydiniz? Elbette hayır. Tanrıyı bilen insan, kendine reva gördüğünüz bu iğrençlikler karşısında yüzünüze tükürüverirdi! Eğer Tanrıyı bilme yerleri
kapatılmamış olsaydı, Tanrıya inanma yerleri de kendilerine çeki düzen verirlerdi.

20 Temmuz 2007 Cuma

İNSAN İZM’LERE SIĞMAZ

Yüzlercesi geldi geçti, daha yüzlercesi gelip geçecek, ama insanın hiçbir izm’e, hiçbir kalıba sığmadığı görülecektir. İnsanoğlunun bu huzursuz yapısı, sınırlı kalıp ve düşünceleri parçalayan uyumsuz yanı bir dezavantaj gibi takdim edilmiştir. Oysa her seferinde kendine giydirilen deli gömleğini paralaması onu benzersiz yapan bir özelliktir. Bir şablon gibi kesin olmayı içine sindirememesi, düşünce duraklarına uğramakla birlikte hiçbirinde karar kılamaması, insana Tanrıdan kalma bir miras olsa gerek!
Tarih, insanın köle gibi yaşadığı çağların tanığıdır. İnsan hayatının senyörün iki dudağı arasına sıkıştırılıp mal gibi alınıp satıldığı, sorgusuz sualsiz katledildiği, hayvandan bile değersiz olduğu çağların! Kara fakirliğin kölelikle iç içe olduğu bu dönemi sonunda tarihin çöplüğüne gömdü insanoğlu. Hemen ardından sözüm ona hürriyet verildi kölelere, on iki yaşındaki çocukları bile atölyelerde ölesiye çalıştırma hürriyeti! Kazanma hırsının azgınlığı, en güçlü olma tutkusuyla birleşince, kölelik günlerine rahmet okutacak bir sömürü çarkının dişlileri arasında ufalanıp gitti insan. Kuru ekmeğe muhtaç olanların yanı başında yedi ceddine yetecek kadar servet biriktirenler, karnını doyurmak için etini satanların yanı başında har vurup harman savuranlar peyda oldu. Emek verip nimeti ortaya getirenler pastadan o kadar küçük pay aldılar ki, isyan etmek artık farz oldu, sonunda bu acımasız sömürü çarkını da kırdı insanoğlu.
Daha sonra sömürüye dur denen çağlar geldi, aşırı servet biriktirme hırsı çeşitli yollarla dizginlendi, bireyler arasındaki sosyal uçurum kapatıldı, sokaklar dilencilerden, genelevleri etini satan kadınlardan temizlendi ve insanların geleceği olabildiğince garanti altına alındı. Ne var ki servet edinme hırsı törpülenen insan eskisi kadar gayretle çalışmadı, sosyal devletin olanaklarını tüketerek yan gelip yattı. Gelecekte verimli olacak bir düzeni, egosunu tatmin etmediği için kendi elleriyle iflasa sürükledi. İnsan ilahi yasaları da eğip büktü, binlerce yılın ürünü olan kendi yasalarını da, işine geleni kabul etti, işine gelmeyeni kaldırıp attı.
Sonuç olarak, insan çok karmaşık, çok uyumsuz bir varlık denebilir. Yanıtlanması gereken soru şudur: İnsan ne zaman yaratılışına uygun bir kalıba dökülecek? Bu sorunun yanıtı maalesef olumsuzdur, hiçbir zaman! Bir kalıba döküldüğü an insan biter, çünkü dünyaya geliş nedeni bir kalıpta çakılıp kalmak değil, tüm kalıpları deneyerek olgunlaşmaktır. Başka bir deyişle, insan-ı kamil oluncaya kadar iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın salıncağında salınıp duracaktır. Peki kimdir bu insan-ı kamil? Uğruna bunca ıstırap çekilen hedef neden bu kadar kıymetli?
İnsan-ı kamil durgun sular gibidir, her kalıba rahatlıkla dökülebilir, en çetrefil durumlara bile uyum sağlayabilir. Onun indinde iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın hiçbir farkı yoktur. Kozmik sistemin ve insan ruhunun en ince sırlarına vakıftır. Kalıba dökülmenin eşyanın tabiatına aykırı olduğunu, devinmeyenin ölü sayılacağını bilir. Uyumun da uyumsuzluğun da aynı kozmik yasaya hizmet ettiğini idrak etmiştir, bu yüzden hemcinslerini hoşgörür. Ona perdeli olan hiçbir şey yoktur. Döküldüğü her kalıbı kıran, hiçbir izm’e sığmayan insan, ancak ona ulaşabildiği zaman kurtulacak, ancak onun idrakini yakaladığı zaman uyum denen şeyin ne olduğunu kavrayacaktır. Aksi takdirde döküldüğü her kalıbı kırarak evrenin sonsuzluğunda devinip duracaktır.


16 Temmuz 2007 Pazartesi

DİNLER YOK, DİN VAR

Edouard Schure, “İnsanlığı Aydınlatan Büyük İnisiyeler- Dinlerin Gizli Tarihi” adlı eserinde, tek ve çok tanrılı tüm dinlerin aynı prensipten kaynaklandığını anlatmakta, tek tanrılı dinin Musa ile başlamayıp daha eskilere dayandığını kanıtlamaktadır. Schure’un öne sürdüğü kanıtlar o denli doyurucu ki, insan soyut tanrı anlayışının kökeninin M.Ö. en az 4.000 yılına kadar indiğine, kadim Mısır mabetlerinde özel inisiyasyonla (tarikate alıp eğitme) seçilmiş kişilere öğretildiğine ikna oluyor. Hatta Schure’un söylediğine göre, bu tarih Brahmanik tradisyonlara (gelenek) dayanılarak M.Ö. 50.000’li yıllara bile götürülebilir! Ne var ki, elde bu iddiayı destekleyecek yeterli kanıt yok. Kızıl ırkın efsanevi Atlantis kıtasında yarattığı uygarlık tüm kanıtlarıyla birlikte sulara gömüldüğü için, uygarlıktan günümüze ancak Maya ve Aztek gibi kalıntılar ulaşabilmiş. Bir rivayete göre, ünlü Sfenks bile bu uygarlığın Mısır’a bıraktığı bir yadigarmış!
Schure’un yaptığı tahlillerden çıkan sonuca göre, eski Mısır tarihini Firavunların şekillendirdiği bir zaman yığını sanmak daha işin başında yanılmak demek. Çünkü Firavunlar eski Mısır teolojisinin koruyucusu ve uygulayıcısıydılar. Bu konuda ilk yasayı koyan Firavun Menes’ti. Menes’in kurduğu organizasyonda eğitim bir danışmana, adalet bir diğerine, yönetimse iki danışmana bırakılmıştı. Firavun bu organizasyonun tepesinde Osiris mabetlerinin ve yönetimin temsilcisi olarak bulunuyor, koordinatörlük yapıyordu. Başka bir deyişle, Firavun taç sahibi bir inisiye (dini rehber) idi. Osiris mabetleri bilim, teknik ve inançla donatılmış kültür merkezleri konumundaydı, tüm Mısır’ın kalbi orada atıyordu.
M.Ö. 1.780’lere doğru Mısır barbar Hiksosların (Çoban Krallar) istilasına uğradı. Yeni efendiler, kaba saba putperestliklerini ve düşük ahlaklarını Mısır’a dayattılarsa da başarılı olamadılar. Osiris mabetlerinin bilgeleri, putperest efendilerin Apis Öküzü tanrısını kabul eder gibi görünüp, mabetlerin gizli köşelerinde kendi inançlarını yaklaşık iki asır boyunca yaşattılar ve o zamana kadar geliştirdikleri bilimlerine kıskançlıkla sahip çıktılar. Sonunda bu karanlık devri en az zayiatla atlatmayı başardılar. Osiris rahiplerinin oldukça uzun süren bu kutsal direnişi hangi güç ve ruhla sürdürebildikleri üzerinde durulması gereken bir konudur. Uzun süre kendi içine kapanıp kat kat perdelerle örtülerek, ketumiyet yeminleri ettirilerek korunan bu sır acaba neydi?
Hermes Trismajist’in koyduğu kurallar ve Tanrı anlayışıydı elbette. Hermes (Thot) hem rahip, hem kral, hem de ilahtı. Bu yüzden Yunanlılar ona “üç kere büyük” anlamına gelen Trismajist diyorlardı. Hermes, Işık-Kelam Doktrini ya da Evrensel Kelam Doktrininin yaratıcısı ve ilk rahibiydi. Bu doktrine göre, Tanrı her ne kadar İsis-Osiris-Horus şeklinde trinite (üçlü) olarak takdim ediliyorsa da, aslında Tek’ti. Ana-Baba-Oğul üçlüsü Mısır dininin halka dönük yüzünü simgeliyor, böylece somut bir putperestlik görüntüsü veriyordu. Oysa Osiris mabetlerinin rahipleri onun gerçekte bir tek şeyi, Tanrıyı vurguladığını biliyorlardı. Halka soyut bir Tanrı kavramını izah etmenin zorluğu, Osiris rahiplerini bu yola itmiş olabilir. Nitekim çok daha sonra aynı üçlemenin Hıristiyanlıkta Baba- Oğul- Kutsal Ruh şeklinde kullanıldığına tanık oluyoruz. Eski Hint’te, Yunan’da ve Mısır’da uygulanan hep aynı şeydi, dinin halka dönük yüzünde daha kolay anlaşılsın diye birden fazla figür kullanılıyor, ama din koyucular bunların tek Tanrıya tekabül ettiğini biliyorlardı.
Bu savın basit kanıtı, Hermes’in Tanrıyı tarif ederken öğrencisi Asklepios’a söylediği şu sözlerde açıkça görülmektedir: “Düşüncelerimizin hiçbiri Tanrı kavramını kuşatamadığı gibi, hiçbir lisan da onu tasvir edemez. Gayri maddi, görünmez ve şekilsiz olanı duyularımız kavrayamaz. Ezeli ve ebedi olan şu sınırlı zaman kavramıyla ölçülemez. Demek ki Tanrı dile ve söze sığmaz olandır. Tanrı bir ve Tektir. Öz olarak mevcut olan, cevher olarak yaşayandır, gökte ve yerde doğurulmamış olan yegane yaratıcıdır. Hem Baba, hem Ana, hem de Oğul olarak hayat bahşeder, yaratır. O sürekli mevcuttur. Bu üç ayrı kişilik ilahi tabiatın birliğini, bütünlüğünü bölmek şöyle dursun, aksine onun sonsuz, sınırsız mükemmelliğini pekiştirir.” İşte Mısır rahiplerinin üzerine titrediği, barbarlardan köşe bucak sakladığı sır buydu!
Dünyanın öte ucunda, Aryenlerin istila ettiği İran ve Hindistan’da aynı düşünceye dayalı din (Güneş-Kelam Doktrini) gelişip insanlığa Rama, Krişna, Zerdüşt, Buda, Tao, Konfüçyüs gibi isimler armağan ederken, Mısır’ın tek tanrıcı ilim mabetleri de Musa, Orfe, Fisagor, Eflatun, İsa ve Muhammed gibi isimleri insanlık alemine kazandırmaya devam ettiler. Orfe henüz delikanlıyken aniden ülkesi Yunanistan’ı terk edip ortadan kayboluvermişti. Önce Semadirek Adasına, oradan da Mısır’a geçip Menfis rahiplerine katılmış ve yirmi yıl süren bir eğitimden sonra ülkesine dönerek irşada başlamıştı. Fisagor ise önce Babil’e gidip büyü sanatını öğrenmiş, sonra Mısır’daki Neit-İsis mabedinden birinci dereceden rahip (Adept) sıfatıyla ülkesine dönmüştü. Fisagor’u daha sonra Mısır’da öğrendiği ilmi İtalya’daki Kroton kentinde yayarken görüyoruz. Antik Yunan felsefesinin övüncü Eflatun da Mısır mabetlerinin tezgahından geçenlerden biriydi. Fisagor gibi birinci dereceden rahip (Adept) olmasa bile, üçüncü dereceden bir rahip olarak İsis mabetlerinde eğitilmişti. Öte yandan İsa, Mısır terbiyesi almış Musa’nın taraftarlarınca kurulan Esseniyen Tarikatinde özel eğitimden geçirilmişti. Hz. Muhammed’in de Musa ve İsa kanalıyla Mısır inisiyasyonuna tabi olduğu söylenir.
Bu bilgilerden çıkan sonuca göre, dünyada dini önder yetiştiren iki merkez vardır. Hint ve Mısır. Her iki merkez de tüm dünya dinlerine analık etmiş, aynı prensipleri temel alarak halka dönük yüzünde çok tanrılı, ama özünde tek tanrılı bir teolojiyi savunmuştur. Şimdi denecektir ki, ilkeler ve merkezler aynıysa, dünyada neden bu kadar çok din var? Bu soruya din vazedenlerin farklılığını öne sürerek cevap vermek mümkün değildir, çünkü onlar hiçbir zaman farklı olmamış, hiçbir zaman birbirlerini yalanlayan şeyler söylememişlerdir. Aksine, aynı ilkeleri savunduklarını, birbirlerine büyük saygı duyduklarını üzerine basa basa defalarca tekrarlamışlardır.
Örneğin M.Ö. 6. yüzyılda Zerdüşt, “Ben yeni bir din öğretmiyorum, eskisini ıslah ediyorum” diyor. Hz. İsa Matta İncilinde “Sanmayın ki şeriati ve peygamberleri yıkmaya geldim, ben yıkmaya değil yapmaya geldim” diyor. Ondan 6 yüzyıl sonra Hz. Muhammed “Ben ahlakı tamamlamak için ba’solundum (yaratıldım)” diyor. Gelen her peygamber, kendinden öncekini inkar etmek şöyle dursun, dini tamamlamak için gönderildiğini söylüyor. Öyleyse kusur kimde? Elbette kemikleşmiş din kurumlarında, daha doğrusu kendi dininin diğerlerinden üstün olduğunu savunan ve insanları birbirine düşman eden din adamlarında. Dinleri çıkarları için arpalık haline getiren din yobazlarıyla, ihtiraslarına alet eden siyaset madrabazları el ele vererek Evrensel Kelamın özünü çarpıtmış, onları insanlığı kucaklayan bir araç olarak değil, ayrılık tohumları eken bir tuzak gibi kullanmışlardır.
İnsanoğlunun binlerce yıl nice bedel ödeyerek geliştirdiği kardeşlik kavramı, din ve siyaset tacirlerinin ayakları altında çarçur edilmiştir. İnsanlığa kin ve nifak tohumları ekmede Hıristiyan, Müslüman ve Musevi din adamları adeta yarış halindedir. Onların, dinin birkaç değil bir olduğunu, hepsinin aynı kaynaktan geldiğini unutturmak için ellerinden geleni artlarına koymadıkları, insanları takım tutar gibi din tutmaya özendirdikleri biliniyor. Bu tür insanlar için söylenecek tek şey var, inandıkları peygamber ve kitabın hışmına uğrasınlar! Dürüst din adamlarını bu bedduadan tenzih ederiz.

10 Temmuz 2007 Salı

HOŞGÖRÜ ÜSTÜNE

Günlük hayatta adından sıkça söz ettiğimiz, ama içini iyiden iyiye boşalttığımız kavramlardan biri de hoşgörüdür. Filancanın hoşgörülü olduğunu söylerken, aslında onun “tahammüllü” biri olduğunu söylemek isteriz. Bu konudaki yargılarımız, tahammül eşittir hoşgörü tarzında kemikleşmiş gibidir. Acaba biz sahip olduğumuz hoşgörüyü yitirdik mi? Acaba sosyal ve ekonomik koşullar dayattığı için, hoşgörü modern hayattan elini eteğini mi çekti? Yoksa bir köşede unuttuğumuz hoşgörü kim vurduya mı gitti? Bize göre bu soruların hepsinin yanıtı hayırdır, çünkü hoşgörüye hiçbir zaman sahip olamadık, sadece adını andık, ama ne menem bir şey olduğunu kavrayamadık.
Tepemizde tepinen komşu çocuğuna uzun süre tahammül gösterebiliriz, gürültü ayyuka çıkınca önce tavana vurup uyarır, çocuk işi iyice azıtınca kavga etmek için komşunun kapısına dayanıveririz. Borcunu ödememekte direnen arkadaşımıza gösterdiğimiz tahammül de böyledir, parayı alamayacağımızı anladığımızda dişlerimizi göstermekten çekinmeyiz! Kısaca, hoşgörü adını verdiğimiz tahammülümüz hep bir yere kadardır ve sonuç hemen her zaman hüsrandır.
Peki nedir gerçek hoşgörü? Dünyada çok ender açan bir çiçek mi? Evet öyle, oldum olası da öyleydi. Vaktiyle fisebilillah olup da çağımızda nesli tükenen bir olgu değil, ta başından beri ender olan ve de öyle olması gereken bir şeydir hoşgörü. O her şeyden evvel bilgi gerektirir, ama bizim anladığımız anlamda bilimsel bilgi değil. Okumuş yazmış adamın cahile oranla daha hoşgörülü olduğu savı bir avuntudur, aksine tahsilli adam sıradan cahile oranla daha kendini beğenmiş ve daha uyumsuzdur. Toprakla haşir neşir olan cahil köylü, çoğu kere mürekkep yalamış adamdan daha mütevekkil, en azından daha alçakgönüllüdür.
Sözünü ettiğimiz bilgi ledün ilminin bilgisidir, hoşgörü de sadece ledün ilminin ağacında yetişen bir meyvedir! Genel olarak ledün ilmi, Tanrı sırlarını ve niteliklerini konu edinen bilgi demektir, özel olarak ise, tasavvuf erbabının Tanrının ve evrenin sırlarına yaptığı sonsuz yolculuktur. Ledün ilmine göre, yaratılış kör bir iradenin ürünü değildir, yani anlamsız ve amaçsız değildir. İyi kötü, doğru yanlış gibi zıtlar insanoğlunun olgunlaşmasını sağlamak için vardır. İyiyi salt iyi, kötüyü de salt kötü olarak algılayan görüş, kozmik sistemin asıl amacını idraklerden gizleyen bir görüştür, yani kötülük ve olumsuzluk insan hayatından sökülüp atılamaz. Olumsuzluğun yaşamdan çıkarılmasını istemek, insanın olgunlaşmasını istememektir, çünkü insan zıtlarla gelişebilir. Ancak bu bakış açısına sahip biri kötü ve olumsuzu bağışlayıp hoş görebilir. Görüldüğü gibi, hoşgörü erdem değil bir zorunluluktur, yani kozmik sistemin aksamadan işleyebilmesi için kötünün varlığını hem kabul etmek, hem de hoş görmek zorundayız. Bu idrake varmış birinin, düz mantıkla kötüyü salt kötü olarak görmesi, onu hayatın dışına atması mümkün değildir.
Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir. Bu denli zor ulaşılan hoşgörüyü sıradan insan gündelik hayatına nasıl sokacak? Doğrudur, zaten yapmaya çalıştığımız şey hoşgörüyü gündelik hayatın dışına çıkarmaktır. Sıradan insan gündelik hayatta tahammülü kullanmalı, hoşgörüyü bir avuç kamil insana bırakmalıdır, çünkü gerçek hoşgörü ledün ilmini hazmetmiş kişilerin harcıdır! Kavramları pratik hayata uydurmak için yapılan zorlamaların, insanlığın gelecekteki hedeflerini küçülttüğünü biliyoruz. Çıtayı gittikçe düşüreceğimize yükseltmeliyiz, tahammül çıtasıyla hoşgörü çıtasını aynileştirmek, kamil insana haksızlık etmektir.
Şimdi üç büyük peygamberden üç örnek vererek, kastettiğimiz gerçek hoşgörünün ne olduğunu açıklamaya çalışalım:
Hz. İsa çarmıhtadır, bilek ve ayaklarından çivilendiği için kan revan içindedir, üstelik başına geçirilen dikenli taç canını yakmaktadır. Çarmıhın etrafında toplananlar “Allah’ın oğluysan kendini kurtar bakalım” diyerek alay etmekte, yoldan gelip geçenler küfürler savurup yüzüne tükürmektedir. Maddi ve manevi işkencenin doruğa tırmandığı bu anda Tanrı elçisinin dudaklarından şu sözler dökülür: “Tanrım onları bağışla ne yaptıklarını bilmiyorlar” Peygamberin “ne yaptıklarını bilmiyorlar” diyerek ledün ilmine gönderme yapması hayli ilginç! Bu ifade de gösteriyor ki bağışlanan kişi değil, bilgisizliktir.
Hz. Musa’nın kırda rastladığı cahil bir çoban Tanrıya dua etmektedir. “Ey güzel Tanrım, şimdi yanımda olsan seni severdim, çarıklarını bağlar, koyunlarımdan taze süt sağıp sana içirirdim. Gölgede kucağıma yatırır, başındaki bitleri ayıklardım.” Bu duayı işiten Hz. Musa celallenip asasını kavradığı gibi adamın üstüne yürür, “Bre zındık, Tanrı insan mı ki kucağına yatırıp başındaki bitleri ayıklıyorsun? ” diye kükrer. Öfkesi dinince çobana nasıl dua edileceğini öğretip yola koyulur. Bir süre sonra gaipten bir ses duyar: “Ey Musa, bana içtenlikle yönelmiş kulumu benden soğuttun, aramıza duvarlar ördün, geri dön ve o çobandan özür dile, bana yine eskisi gibi dua etsin, beni onunla tekrar birleştir.” Tanrıyı insan gibi algılayan, ama art niyeti olmayan cahil bir çobanın, Tanrıya yaklaşımda gösterdiği bu içtenlik şirki bile mazur göstermiş, görünüşte Tanrıdan, ama aslında Musa’nın idrakinden ideal bir hoşgörü örneği verilmiştir.
Hz Muhammed namazdadır, tam secdeye vardığında torunları Hasan ve Hüseyin omzuna tırmanıp oynamaya başlarlar. Peygamber uzun süre secdede kalır, namaz bittikten sonra arkadaşları secdeyi neden uzattığını sorarlar, peygamber şöyle der: “Çocukların oyununu bozup kalplerini kırmak istemedim, o yüzden secdeyi uzattım.” En çok değer verdiği namazda bile çocukların kalbini kırmamak için ibadetini aksatan peygamber eşsiz bir hoşgörü örneği vermiştir. Yine Hz Muhammed, çok sevdiği amcası Hamza’yı mızrakla şehit eden Vahşi’yi ve amcasının ciğerlerini çiğ çiğ yiyen Hind’i bağışlayarak hoşgörünün sınırlarının sonsuz olduğunu göstermiştir.
Günümüz insanının hoşgörü kavramını dejenere ederek tahammül içerikli bir düzeye indirmesine göz yummak, insan zekasına yapılacak en büyük hakarettir. Kavramları eğip bükmeden, çıkar ve alışkanlıklarımıza alet etmeden ideal şekliyle ortaya koymak zorundayız. Bu yapıldıktan sonra kim neyi ne kadar başardığını ya da başaramadığını bilecek, çabalarını ona göre yönlendirecektir. Önlerine büyük vizyonlar koyamayanlar, oldukları yerde saymaya mahkumdur. Tahammülü hoşgörü diye adlandırırsak, gelmiş geçmiş tüm ermiş ve peygamberlerin hakkını yemiş oluruz.