HAYAL VE GERÇEK
Hz. İsa sorgulanırken bir ara şöyle dedi:
- Ben Gerçeğe tanıklık etmek için dünyaya geldim, Gerçekten yana olan herkes benim sesimi duyar.
Romalı vali Pontius Pilatus sordu:
- Gerçek nedir?
Peygamber sustu, bu soruya yanıt vermedi.
Gerçeğin ne olduğunu yanıtlamadaki bu isteksizlik, aslında büyük bir zorluktan kaynaklanıyordu. İsa’nın Gerçek’ten anladığı şeyle, Pilatus’un anladığı şey arasında dağlar kadar fark vardı. Pilatus’a göre, gerçek maddi bir nesne ya da meydana gelen bir olayken, İsa’ya göre, tüm nesne ve olayların ardındaki sebeplerin sebebi soyut bir Tanrı idi. Pilatus’un somut algıya, beş duyuyla kavranan fizik dünyaya yönelik gerçek kavramı o denli maddiydi ki, tanrısı bile Jüpiter mabedinde taştan yontulmuş sakallı bir insan figürüyle temsil ediliyordu. Maddeden ötesini göremeyen Pilatus’a, bir dizi soyutlama yaparak elle tutulup gözle görülemeyen soyut bir Tanrıyı anlatmanın imkansızlığını gören peygamber valinin sorusunu yanıtlamak istemedi. Bu yüzden, kutsal kitapların hiçbirinde bir olay anlatılırken gerçek tabiri kullanılmaz. “Ve vaki oldu ki” diye başlanıp olay hikaye edilir. Bundan maksat, olayın vaki olan, yani tezahür eden bir şey olduğunu vurgulamaktır. “Gerçek” tabiri sadece Tanrıyı anmak için kullanılır.
Günümüzün modern insanı bile, Gerçek konusunda Romalı valiye rahmet okutacak ikiyüzlü bir tavır içindedir. Bir yandan tek tanrılı dinlerin yegane Gerçek olarak vazettikleri Tanrıyı kabullenmiş görünür, diğer yandan Pilatus gibi duyularımıza çarpan olay ve nesneleri gerçek diye nitelemeye devam eder. Oysa bir olay ya da nesnenin tezahür etmesi ne kadar gerçekse, tezahür etmemesi de o kadar gerçektir, çünkü Kozmik Potansiyel tüm olayları, tüm nesneleri, tüm düşünce ve hayalleri içinde barındırır. Şartlar uygun olduğunda, potansiyel havuzundan bir nesne ya da olay dışarı fırlayıp insanın beş duyusuna çarpar, bizim gerçek diye nitelediğimiz işte budur, yani tezahür ederek beş duyumuza çarpan şeye gerçek deriz. Ama daha potansiyel havuzunda tezahür etmek için sırasını bekleyen sonsuz sayıda nesne ya da olay vardır, tezahür etmemiş bu potansiyellere de hayal deriz, çünkü henüz beş duyumuza çarpmamışlardır. Aslında tezahür etmiş olanla etmemiş olan arasında hiçbir fark yoktur, yani her ikisi de Gerçeğin yansımalarıdır. Burada bizi yanıltan şey, beş duyumuzun ölçü olarak kullanılmasıdır. Çok sınırlı yeteneklere sahip duyularımızla, potansiyel havuzunu hayal ve gerçek diye yapay şekilde ikiye bölmekte, beş duyumuzun ötesinde bir ölçü olmadığını sanmaktayız. Bu tavır, denizden bir damla su alıp onu deniz diye yutturmaya benzer!
Bir bilge “Gerçek diye bir şey yoktur, çünkü her şey Gerçektir” diyor. Tam da anlatmaya çalıştığımız şeyi söylüyor. Potansiyeller havuzundaki şeylerin tümü Gerçektir, yani Tanrının yansımalarıdır. Tezahür eden oradan çıkar, tezahür etmeyen zaten oradadır, bu durumda hayalden söz etmek mümkün mü? Potansiyelin tümü Gerçekse, onun tezahür etmemiş bir parçası nasıl hayal olabilir? Aslında, tezahür etmiş Gerçek ve tezahür etmemiş Gerçek demek en doğrusudur, zaten spiritüalizmde Tanrının bir adı da “Tezahür Etmemiş Olandır.” Bilge, gerçek diye bir şeyin olmadığını söylerken bunu ima ediyor, çünkü gerçek diye bir şeyin olması için zıddının, yani hayalin olması gerekir. Her şeyin Gerçek olduğu bir yerde sanki zıddı olabilirmiş gibi Gerçeğe vurgu yapmak gerekmez, bu yüzden Gerçek diye bir şey yok demek, her şey Gerçek demektir. Parçalanmaz ve bölünmez olanı, hayal ve gerçek diye ikiye ayıran zihnimizdir, üstelik bunu beş duyu gibi çok yetersiz bir ölçekle yapar.
Bir olay, tezahür etmiş Gerçektir, ama potansiyel havuzundaki Gerçeğin tümü değildir, bunun felsefe literatüründeki adı fenomendir. Bir nesne ise, Gerçeğin tezahür etmiş şekli, yani formudur. Ama potansiyel havuzunda tezahür etmeyi bekleyen diğer olay ve formlar da Gerçektir, onları hayal diye nitelemek insana özgü bir idrak yoksunluğudur. Örneğin, 1500’lü yıllarda mikroskobun keşfedilmesiyle insanın beş duyusuna çarpan mikrop daha evvel hayal miydi? Elbette değildi, sadece insanın beş duyusuna hitap etmediği için hayal muamelesi görüyordu. Uzayın uzak köşelerindeki gök cisimleri, güçlü teleskoplar icat edilmeden evvel hayal miydi? Elbette değildi, sadece insanın görüş alanına henüz girmemiş, ama çoktan tezahür etmiş Gerçeklerdi. Atom altı dünyanın partikülleri, keşfedilmeden evvel hayal miydi? Tabii ki değildi, atomun içinde duran ve insanın keşfetmesini bekleyen çoktan tezahür etmiş Gerçeklerdi.
Pilatus’un çarpık Gerçek anlayışının geçmişte bir mazereti vardı, ama modern insanın bu konuda hiçbir mazereti yoktur. Henüz farkına varamadığımız, beş duyumuza çarpmadığı için yok saydığımız görünmez boyutlardaki varlıkların hayal olduğunu kim söyleyebilir? Gerçeği beş duyumuzun sınırına hapsetmek, Pilatus’un kaba gerçekçiliğinin ardına sığınmaktan başka bir şey değildir! Bilimsel verilerin yetersiz kaldığı yerde, sezgilerimizi kullanarak Gerçek kavramını süratle kendi boyutumuzun dışına yaymak zorundayız.
Çağdaş teorik fizikçilerden Fritjof Capra, “Fiziğin Tao’su” adlı eserinde, son bilimsel verilerin kadim Hint tasavvufunu doğruladığını söylüyor. Capra’ya göre, gerek Kuantum Teorisi, gerekse Einstein’ın Rölativite Teorisi, vahdet-i vücut (vücut birliği) kuramının ortaya koyduğu ilkelerle uyum halinde. Capra, yüksek basınç altında bombardıman edilen atomların hem madde, hem ışık dalgası özelliği gösterdiğini, bombardıman esnasında elektronların yerini belirlemenin imkansızlaştığını, bu konuda sadece “belirli bir alanda bulunma olasılığından” söz edilebileceğini söylüyor. Yani madde hem var hem yok, hem madde hem ışık dalgası özelliği gösteriyor! Bu da, maddeyi tek başına bir varlık olarak ele alanların ne kadar yanıldıklarını gösteriyor. Kısaca, tezahür etmiş Gerçekle, tezahür etmemiş Gerçek arasında kopmaz bir bağ var. Başka bir deyişle, potansiyel havuzundaki tezahür etmemiş Gerçek, bazen forma bürünerek madde gibi görünebiliyor, bazen de formdan sıyrılıp tezahür etmemiş Gerçek olarak potansiyel havuzuna geri dönebiliyor.
Capra, vahdet-i vücut felsefesi hakkında şöyle diyor: “ Günlük hayat içinde nesnelerin bütünselliğini ne yazık ki algılayamayız. Aksine, algıladığımız dünyayı birbirinden ayrı nesne ve fenomenlere ayrıştırırız. Fakat bu ayrıştırma ya da sınıflandırma bir yandan çok faydalı ve gereklidir, çünkü ancak bu şekilde içinde yaşadığımız makro dünyayla başarılı bir uyum kurabilmekteyiz. Fakat öte yandan böyle bir sınıflandırmanın, aslında doğanın temel özelliği olmadığını da idrak etmemiz gerekir. Ayrıştırma ve sınıflandırma zihnimizin soyutlamasından başka bir şey değildir, yani birbirinden ayrı ve bağımsız nesne ve fenomenlerden oluşan evrensel bir gerçeklik tasarımına inanmak yalnızca bir hayalden ibarettir…Evrenin temel Tek’liği, yalnızca mistik deneyimin en can alıcı unsuru değil, aynı zamanda modern fiziğin gün ışığına çıkardığı en önemli olgulardan biridir. Bu Tek’lik ilk olarak atom düzeyinde karşımıza çıkmaktadır. Hele atom altı parçacıkların hüküm sürdüğü dünyaya daldıkça, söz konusu Tek’lik daha da belirginleşmektedir.”
1992 yılında ölen ünlü teorik fizikçilerden David Bohm ise, maddede bir “ilk zeka” olduğunu, atom altı parçacıkların düzensiz ve belirsiz hareketler yapmayıp, Evrensel Zekanın ve Bütün’lüğün isteği doğrultusunda gayet şuurlu hareket ettiklerini söylüyor, adına kuantum potansiyeli dediği, fiziksel olmayan ve ışık hızını aşan hızdaki süptil bir güç tarafından yönlendirildiğini iddia ediyordu. Nitekim yaptığı deneylerle, birbirinden uzaktaki atom altı parçacıkların fiziksel olmayan bir enerji türüyle birbirleriyle haberleştiklerini ortaya koydu. David Bohm’un deneyleri, tezahür etmemiş Gerçekle, tezahür etmiş Gerçek arasındaki zeki bağlantıya dikkat çekmesi açısından ilginçtir. Bu da bize, Tanrının evreni bir kaos üzerine değil, bir uyum üzerine bina ettiğini gösteriyor, çünkü maddenin en alt biriminde bile onun zekasına tanık oluyoruz.
Bohm’un maddede “ilk zeka” görmesi, elbette kuru bir iddia değil. Bu görüş bize günlük hayatta sıkça rastladığımız bazı olayları hatırlatıyor. Sevgi sözcükleriyle sulanan ve bakılan çiçeklerin daha çabuk boy attıklarını, sevgiye muhatap olmayanların daha cılız kaldıklarını biliyoruz. Hatta yumuşak ezgilerin çalındığı ortamda yetişen bitkilerin, gürültülü ve sert müziklerle yetiştirilenlere oranla daha parlak ve daha canlı oldukları da biliniyor. Bu tür gözlemler, Bohm’un savlarının yabana atılamayacağını, çiçeği meydana getiren atomlardaki “ilk zekanın” sevgi sözcüklerine yanıt verdiğini akla getiriyor!
Evrenin parçalanamaz bütünlüğü konusunda Bohm şöyle diyor: “Çevremizdeki görünür ya da aşikar alemde ayrı ayrı bulunan tüm nesne, varlık, yapı ve olaylar parçalanamaz bir bütünlüğe aittir. Onlar daha derin ve saklı bir düzenden çıkıp gelen, izafi olarak otonom, kararlı ve geçici alt-bütünlüklerdir.” Bu tespitten yola çıkan Bohm; bireylerin, ulusların, ırkların ve sosyal grupların genel olarak birbirlerini temelde farklı ve ayrı görme eğiliminin, dünyadaki çatışmaların kaynağını oluşturduğunu, bir gün insanlığın parçalanmaz bütünlüğün eseri olduklarını anlayıp barış içinde birlikte yaşayacaklarını iddia ediyordu.
Vahdet-i vücut felsefesini sistemleştiren büyük mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi ise, hayal ve gerçek konusunda yaptığı bir benzetmede, buz, buhar ve su örneğini kullanarak konuya açıklık getirmeye çalışıyordu. Buzun ve buharın her ne kadar maddi bir gerçekliği var gibi görünse de, aslında her ikisi de birer hayaldir, çünkü buz ısıtıldığı, buhar ise soğutulduğu zaman asılları olan suya dönüşürler, yani varlıkları suya oranla görecedir, daha doğrusu varlıkları geçicidir. Buz ve buharı bağımsız bir madde, bir başka varlık gibi algılamak, beş duyumuzun kısıtlı kapasitesinden kaynaklanan bir durumdur. Nitekim bugün suyun varlığının da görece olduğunu, iki hidrojen bir oksijen atomundan meydana geldiğini, bu atomların da birçok atom altı parçacıklardan oluştuğunu biliyoruz. Evrenin yapısı da aynı buz ve su örneğinde olduğu gibidir. Belirli nitelikteki atomların bir araya gelerek oluşturduğu geçici varlıklar, çeşitli sebeplerle dağılarak aslına dönmekte, tekrar tezahür etmekte, tekrar aslına dönmektedir.
Sonuç olarak, tüm olay ve nesneler Gerçeğin (Tanrının) görüş alanımıza çarpan olgu ve şekilleridir, var gibi görünmeleri beş duyumuzun sınırlı yapısından kaynaklanmaktadır. Eğer gözümüz atom altı parçacıkları görecek tarzda dizayn edilmiş olsaydı, evreni sonsuz bir elektromanyetik alan olarak görecektik. Böylesine süper bir gözün bize bahşedeceği görüş, Gerçekten (Tanrıdan) başka vücut olmadığını, var gibi görünenlerin birer bileşim (terkip) olduğunu ayan beyan gösterecekti. Günümüzde geliştirilen ve bir milyar defa büyüten bir elektro-mikroskobun altına yatırılan insan vücudu; oksijen, hidrojen, azot, demir, kalsiyum, fosfor, sodyum ve magnezyum türü elementlerden meydana gelmiş gibi görünmektedir! Demek ki, teknoloji daha güçlü mikroskoplar icat ettiği zaman, insan vücudunun aslında elektromanyetik dalgalardan ibaret olduğunu keşfedeceğiz!
Kanımızca, ruh ve madde öyle sanıldığı gibi birbiriyle hiç çakışmayan iki ayrı olgu değildir. Dairesel bir seyir içinde sürekli birbirine dönüşen, birinin bittiği yerde diğerinin başladığı sonu gelmez bir süreçtir. Bir gün, insanoğlu maddenin içinden manaya bir kapı açıldığını hayretle görecek, binlerce yılı kısır çekişmelerle nasıl heba ettiğini anlayacaktır. Durum hayal ve gerçek için de böyledir, dairesel bir döngü içinde sürekli hayal ve gerçek birbirine dönüşmektedir. Başka bir deyişle, hayal ve gerçek, bakış açımıza göre Tek’e verdiğimiz iki değişik isimdir. İdraki sınırlı insan, uzun bir süre Gerçeğin tezahür etmemiş bölümünü hayal diye nitelemeye devam edecektir, ta ki bilim maddenin içinden manaya açılan gizli kapıyı bulana dek!
Hz. İsa sorgulanırken bir ara şöyle dedi:
- Ben Gerçeğe tanıklık etmek için dünyaya geldim, Gerçekten yana olan herkes benim sesimi duyar.
Romalı vali Pontius Pilatus sordu:
- Gerçek nedir?
Peygamber sustu, bu soruya yanıt vermedi.
Gerçeğin ne olduğunu yanıtlamadaki bu isteksizlik, aslında büyük bir zorluktan kaynaklanıyordu. İsa’nın Gerçek’ten anladığı şeyle, Pilatus’un anladığı şey arasında dağlar kadar fark vardı. Pilatus’a göre, gerçek maddi bir nesne ya da meydana gelen bir olayken, İsa’ya göre, tüm nesne ve olayların ardındaki sebeplerin sebebi soyut bir Tanrı idi. Pilatus’un somut algıya, beş duyuyla kavranan fizik dünyaya yönelik gerçek kavramı o denli maddiydi ki, tanrısı bile Jüpiter mabedinde taştan yontulmuş sakallı bir insan figürüyle temsil ediliyordu. Maddeden ötesini göremeyen Pilatus’a, bir dizi soyutlama yaparak elle tutulup gözle görülemeyen soyut bir Tanrıyı anlatmanın imkansızlığını gören peygamber valinin sorusunu yanıtlamak istemedi. Bu yüzden, kutsal kitapların hiçbirinde bir olay anlatılırken gerçek tabiri kullanılmaz. “Ve vaki oldu ki” diye başlanıp olay hikaye edilir. Bundan maksat, olayın vaki olan, yani tezahür eden bir şey olduğunu vurgulamaktır. “Gerçek” tabiri sadece Tanrıyı anmak için kullanılır.
Günümüzün modern insanı bile, Gerçek konusunda Romalı valiye rahmet okutacak ikiyüzlü bir tavır içindedir. Bir yandan tek tanrılı dinlerin yegane Gerçek olarak vazettikleri Tanrıyı kabullenmiş görünür, diğer yandan Pilatus gibi duyularımıza çarpan olay ve nesneleri gerçek diye nitelemeye devam eder. Oysa bir olay ya da nesnenin tezahür etmesi ne kadar gerçekse, tezahür etmemesi de o kadar gerçektir, çünkü Kozmik Potansiyel tüm olayları, tüm nesneleri, tüm düşünce ve hayalleri içinde barındırır. Şartlar uygun olduğunda, potansiyel havuzundan bir nesne ya da olay dışarı fırlayıp insanın beş duyusuna çarpar, bizim gerçek diye nitelediğimiz işte budur, yani tezahür ederek beş duyumuza çarpan şeye gerçek deriz. Ama daha potansiyel havuzunda tezahür etmek için sırasını bekleyen sonsuz sayıda nesne ya da olay vardır, tezahür etmemiş bu potansiyellere de hayal deriz, çünkü henüz beş duyumuza çarpmamışlardır. Aslında tezahür etmiş olanla etmemiş olan arasında hiçbir fark yoktur, yani her ikisi de Gerçeğin yansımalarıdır. Burada bizi yanıltan şey, beş duyumuzun ölçü olarak kullanılmasıdır. Çok sınırlı yeteneklere sahip duyularımızla, potansiyel havuzunu hayal ve gerçek diye yapay şekilde ikiye bölmekte, beş duyumuzun ötesinde bir ölçü olmadığını sanmaktayız. Bu tavır, denizden bir damla su alıp onu deniz diye yutturmaya benzer!
Bir bilge “Gerçek diye bir şey yoktur, çünkü her şey Gerçektir” diyor. Tam da anlatmaya çalıştığımız şeyi söylüyor. Potansiyeller havuzundaki şeylerin tümü Gerçektir, yani Tanrının yansımalarıdır. Tezahür eden oradan çıkar, tezahür etmeyen zaten oradadır, bu durumda hayalden söz etmek mümkün mü? Potansiyelin tümü Gerçekse, onun tezahür etmemiş bir parçası nasıl hayal olabilir? Aslında, tezahür etmiş Gerçek ve tezahür etmemiş Gerçek demek en doğrusudur, zaten spiritüalizmde Tanrının bir adı da “Tezahür Etmemiş Olandır.” Bilge, gerçek diye bir şeyin olmadığını söylerken bunu ima ediyor, çünkü gerçek diye bir şeyin olması için zıddının, yani hayalin olması gerekir. Her şeyin Gerçek olduğu bir yerde sanki zıddı olabilirmiş gibi Gerçeğe vurgu yapmak gerekmez, bu yüzden Gerçek diye bir şey yok demek, her şey Gerçek demektir. Parçalanmaz ve bölünmez olanı, hayal ve gerçek diye ikiye ayıran zihnimizdir, üstelik bunu beş duyu gibi çok yetersiz bir ölçekle yapar.
Bir olay, tezahür etmiş Gerçektir, ama potansiyel havuzundaki Gerçeğin tümü değildir, bunun felsefe literatüründeki adı fenomendir. Bir nesne ise, Gerçeğin tezahür etmiş şekli, yani formudur. Ama potansiyel havuzunda tezahür etmeyi bekleyen diğer olay ve formlar da Gerçektir, onları hayal diye nitelemek insana özgü bir idrak yoksunluğudur. Örneğin, 1500’lü yıllarda mikroskobun keşfedilmesiyle insanın beş duyusuna çarpan mikrop daha evvel hayal miydi? Elbette değildi, sadece insanın beş duyusuna hitap etmediği için hayal muamelesi görüyordu. Uzayın uzak köşelerindeki gök cisimleri, güçlü teleskoplar icat edilmeden evvel hayal miydi? Elbette değildi, sadece insanın görüş alanına henüz girmemiş, ama çoktan tezahür etmiş Gerçeklerdi. Atom altı dünyanın partikülleri, keşfedilmeden evvel hayal miydi? Tabii ki değildi, atomun içinde duran ve insanın keşfetmesini bekleyen çoktan tezahür etmiş Gerçeklerdi.
Pilatus’un çarpık Gerçek anlayışının geçmişte bir mazereti vardı, ama modern insanın bu konuda hiçbir mazereti yoktur. Henüz farkına varamadığımız, beş duyumuza çarpmadığı için yok saydığımız görünmez boyutlardaki varlıkların hayal olduğunu kim söyleyebilir? Gerçeği beş duyumuzun sınırına hapsetmek, Pilatus’un kaba gerçekçiliğinin ardına sığınmaktan başka bir şey değildir! Bilimsel verilerin yetersiz kaldığı yerde, sezgilerimizi kullanarak Gerçek kavramını süratle kendi boyutumuzun dışına yaymak zorundayız.
Çağdaş teorik fizikçilerden Fritjof Capra, “Fiziğin Tao’su” adlı eserinde, son bilimsel verilerin kadim Hint tasavvufunu doğruladığını söylüyor. Capra’ya göre, gerek Kuantum Teorisi, gerekse Einstein’ın Rölativite Teorisi, vahdet-i vücut (vücut birliği) kuramının ortaya koyduğu ilkelerle uyum halinde. Capra, yüksek basınç altında bombardıman edilen atomların hem madde, hem ışık dalgası özelliği gösterdiğini, bombardıman esnasında elektronların yerini belirlemenin imkansızlaştığını, bu konuda sadece “belirli bir alanda bulunma olasılığından” söz edilebileceğini söylüyor. Yani madde hem var hem yok, hem madde hem ışık dalgası özelliği gösteriyor! Bu da, maddeyi tek başına bir varlık olarak ele alanların ne kadar yanıldıklarını gösteriyor. Kısaca, tezahür etmiş Gerçekle, tezahür etmemiş Gerçek arasında kopmaz bir bağ var. Başka bir deyişle, potansiyel havuzundaki tezahür etmemiş Gerçek, bazen forma bürünerek madde gibi görünebiliyor, bazen de formdan sıyrılıp tezahür etmemiş Gerçek olarak potansiyel havuzuna geri dönebiliyor.
Capra, vahdet-i vücut felsefesi hakkında şöyle diyor: “ Günlük hayat içinde nesnelerin bütünselliğini ne yazık ki algılayamayız. Aksine, algıladığımız dünyayı birbirinden ayrı nesne ve fenomenlere ayrıştırırız. Fakat bu ayrıştırma ya da sınıflandırma bir yandan çok faydalı ve gereklidir, çünkü ancak bu şekilde içinde yaşadığımız makro dünyayla başarılı bir uyum kurabilmekteyiz. Fakat öte yandan böyle bir sınıflandırmanın, aslında doğanın temel özelliği olmadığını da idrak etmemiz gerekir. Ayrıştırma ve sınıflandırma zihnimizin soyutlamasından başka bir şey değildir, yani birbirinden ayrı ve bağımsız nesne ve fenomenlerden oluşan evrensel bir gerçeklik tasarımına inanmak yalnızca bir hayalden ibarettir…Evrenin temel Tek’liği, yalnızca mistik deneyimin en can alıcı unsuru değil, aynı zamanda modern fiziğin gün ışığına çıkardığı en önemli olgulardan biridir. Bu Tek’lik ilk olarak atom düzeyinde karşımıza çıkmaktadır. Hele atom altı parçacıkların hüküm sürdüğü dünyaya daldıkça, söz konusu Tek’lik daha da belirginleşmektedir.”
1992 yılında ölen ünlü teorik fizikçilerden David Bohm ise, maddede bir “ilk zeka” olduğunu, atom altı parçacıkların düzensiz ve belirsiz hareketler yapmayıp, Evrensel Zekanın ve Bütün’lüğün isteği doğrultusunda gayet şuurlu hareket ettiklerini söylüyor, adına kuantum potansiyeli dediği, fiziksel olmayan ve ışık hızını aşan hızdaki süptil bir güç tarafından yönlendirildiğini iddia ediyordu. Nitekim yaptığı deneylerle, birbirinden uzaktaki atom altı parçacıkların fiziksel olmayan bir enerji türüyle birbirleriyle haberleştiklerini ortaya koydu. David Bohm’un deneyleri, tezahür etmemiş Gerçekle, tezahür etmiş Gerçek arasındaki zeki bağlantıya dikkat çekmesi açısından ilginçtir. Bu da bize, Tanrının evreni bir kaos üzerine değil, bir uyum üzerine bina ettiğini gösteriyor, çünkü maddenin en alt biriminde bile onun zekasına tanık oluyoruz.
Bohm’un maddede “ilk zeka” görmesi, elbette kuru bir iddia değil. Bu görüş bize günlük hayatta sıkça rastladığımız bazı olayları hatırlatıyor. Sevgi sözcükleriyle sulanan ve bakılan çiçeklerin daha çabuk boy attıklarını, sevgiye muhatap olmayanların daha cılız kaldıklarını biliyoruz. Hatta yumuşak ezgilerin çalındığı ortamda yetişen bitkilerin, gürültülü ve sert müziklerle yetiştirilenlere oranla daha parlak ve daha canlı oldukları da biliniyor. Bu tür gözlemler, Bohm’un savlarının yabana atılamayacağını, çiçeği meydana getiren atomlardaki “ilk zekanın” sevgi sözcüklerine yanıt verdiğini akla getiriyor!
Evrenin parçalanamaz bütünlüğü konusunda Bohm şöyle diyor: “Çevremizdeki görünür ya da aşikar alemde ayrı ayrı bulunan tüm nesne, varlık, yapı ve olaylar parçalanamaz bir bütünlüğe aittir. Onlar daha derin ve saklı bir düzenden çıkıp gelen, izafi olarak otonom, kararlı ve geçici alt-bütünlüklerdir.” Bu tespitten yola çıkan Bohm; bireylerin, ulusların, ırkların ve sosyal grupların genel olarak birbirlerini temelde farklı ve ayrı görme eğiliminin, dünyadaki çatışmaların kaynağını oluşturduğunu, bir gün insanlığın parçalanmaz bütünlüğün eseri olduklarını anlayıp barış içinde birlikte yaşayacaklarını iddia ediyordu.
Vahdet-i vücut felsefesini sistemleştiren büyük mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi ise, hayal ve gerçek konusunda yaptığı bir benzetmede, buz, buhar ve su örneğini kullanarak konuya açıklık getirmeye çalışıyordu. Buzun ve buharın her ne kadar maddi bir gerçekliği var gibi görünse de, aslında her ikisi de birer hayaldir, çünkü buz ısıtıldığı, buhar ise soğutulduğu zaman asılları olan suya dönüşürler, yani varlıkları suya oranla görecedir, daha doğrusu varlıkları geçicidir. Buz ve buharı bağımsız bir madde, bir başka varlık gibi algılamak, beş duyumuzun kısıtlı kapasitesinden kaynaklanan bir durumdur. Nitekim bugün suyun varlığının da görece olduğunu, iki hidrojen bir oksijen atomundan meydana geldiğini, bu atomların da birçok atom altı parçacıklardan oluştuğunu biliyoruz. Evrenin yapısı da aynı buz ve su örneğinde olduğu gibidir. Belirli nitelikteki atomların bir araya gelerek oluşturduğu geçici varlıklar, çeşitli sebeplerle dağılarak aslına dönmekte, tekrar tezahür etmekte, tekrar aslına dönmektedir.
Sonuç olarak, tüm olay ve nesneler Gerçeğin (Tanrının) görüş alanımıza çarpan olgu ve şekilleridir, var gibi görünmeleri beş duyumuzun sınırlı yapısından kaynaklanmaktadır. Eğer gözümüz atom altı parçacıkları görecek tarzda dizayn edilmiş olsaydı, evreni sonsuz bir elektromanyetik alan olarak görecektik. Böylesine süper bir gözün bize bahşedeceği görüş, Gerçekten (Tanrıdan) başka vücut olmadığını, var gibi görünenlerin birer bileşim (terkip) olduğunu ayan beyan gösterecekti. Günümüzde geliştirilen ve bir milyar defa büyüten bir elektro-mikroskobun altına yatırılan insan vücudu; oksijen, hidrojen, azot, demir, kalsiyum, fosfor, sodyum ve magnezyum türü elementlerden meydana gelmiş gibi görünmektedir! Demek ki, teknoloji daha güçlü mikroskoplar icat ettiği zaman, insan vücudunun aslında elektromanyetik dalgalardan ibaret olduğunu keşfedeceğiz!
Kanımızca, ruh ve madde öyle sanıldığı gibi birbiriyle hiç çakışmayan iki ayrı olgu değildir. Dairesel bir seyir içinde sürekli birbirine dönüşen, birinin bittiği yerde diğerinin başladığı sonu gelmez bir süreçtir. Bir gün, insanoğlu maddenin içinden manaya bir kapı açıldığını hayretle görecek, binlerce yılı kısır çekişmelerle nasıl heba ettiğini anlayacaktır. Durum hayal ve gerçek için de böyledir, dairesel bir döngü içinde sürekli hayal ve gerçek birbirine dönüşmektedir. Başka bir deyişle, hayal ve gerçek, bakış açımıza göre Tek’e verdiğimiz iki değişik isimdir. İdraki sınırlı insan, uzun bir süre Gerçeğin tezahür etmemiş bölümünü hayal diye nitelemeye devam edecektir, ta ki bilim maddenin içinden manaya açılan gizli kapıyı bulana dek!