Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

30 Haziran 2007 Cumartesi

HAYAL VE GERÇEK

Hz. İsa sorgulanırken bir ara şöyle dedi:
- Ben Gerçeğe tanıklık etmek için dünyaya geldim, Gerçekten yana olan herkes benim sesimi duyar.
Romalı vali Pontius Pilatus sordu:
- Gerçek nedir?
Peygamber sustu, bu soruya yanıt vermedi.
Gerçeğin ne olduğunu yanıtlamadaki bu isteksizlik, aslında büyük bir zorluktan kaynaklanıyordu. İsa’nın Gerçek’ten anladığı şeyle, Pilatus’un anladığı şey arasında dağlar kadar fark vardı. Pilatus’a göre, gerçek maddi bir nesne ya da meydana gelen bir olayken, İsa’ya göre, tüm nesne ve olayların ardındaki sebeplerin sebebi soyut bir Tanrı idi. Pilatus’un somut algıya, beş duyuyla kavranan fizik dünyaya yönelik gerçek kavramı o denli maddiydi ki, tanrısı bile Jüpiter mabedinde taştan yontulmuş sakallı bir insan figürüyle temsil ediliyordu. Maddeden ötesini göremeyen Pilatus’a, bir dizi soyutlama yaparak elle tutulup gözle görülemeyen soyut bir Tanrıyı anlatmanın imkansızlığını gören peygamber valinin sorusunu yanıtlamak istemedi. Bu yüzden, kutsal kitapların hiçbirinde bir olay anlatılırken gerçek tabiri kullanılmaz. “Ve vaki oldu ki” diye başlanıp olay hikaye edilir. Bundan maksat, olayın vaki olan, yani tezahür eden bir şey olduğunu vurgulamaktır. “Gerçek” tabiri sadece Tanrıyı anmak için kullanılır.
Günümüzün modern insanı bile, Gerçek konusunda Romalı valiye rahmet okutacak ikiyüzlü bir tavır içindedir. Bir yandan tek tanrılı dinlerin yegane Gerçek olarak vazettikleri Tanrıyı kabullenmiş görünür, diğer yandan Pilatus gibi duyularımıza çarpan olay ve nesneleri gerçek diye nitelemeye devam eder. Oysa bir olay ya da nesnenin tezahür etmesi ne kadar gerçekse, tezahür etmemesi de o kadar gerçektir, çünkü Kozmik Potansiyel tüm olayları, tüm nesneleri, tüm düşünce ve hayalleri içinde barındırır. Şartlar uygun olduğunda, potansiyel havuzundan bir nesne ya da olay dışarı fırlayıp insanın beş duyusuna çarpar, bizim gerçek diye nitelediğimiz işte budur, yani tezahür ederek beş duyumuza çarpan şeye gerçek deriz. Ama daha potansiyel havuzunda tezahür etmek için sırasını bekleyen sonsuz sayıda nesne ya da olay vardır, tezahür etmemiş bu potansiyellere de hayal deriz, çünkü henüz beş duyumuza çarpmamışlardır. Aslında tezahür etmiş olanla etmemiş olan arasında hiçbir fark yoktur, yani her ikisi de Gerçeğin yansımalarıdır. Burada bizi yanıltan şey, beş duyumuzun ölçü olarak kullanılmasıdır. Çok sınırlı yeteneklere sahip duyularımızla, potansiyel havuzunu hayal ve gerçek diye yapay şekilde ikiye bölmekte, beş duyumuzun ötesinde bir ölçü olmadığını sanmaktayız. Bu tavır, denizden bir damla su alıp onu deniz diye yutturmaya benzer!
Bir bilge “Gerçek diye bir şey yoktur, çünkü her şey Gerçektir” diyor. Tam da anlatmaya çalıştığımız şeyi söylüyor. Potansiyeller havuzundaki şeylerin tümü Gerçektir, yani Tanrının yansımalarıdır. Tezahür eden oradan çıkar, tezahür etmeyen zaten oradadır, bu durumda hayalden söz etmek mümkün mü? Potansiyelin tümü Gerçekse, onun tezahür etmemiş bir parçası nasıl hayal olabilir? Aslında, tezahür etmiş Gerçek ve tezahür etmemiş Gerçek demek en doğrusudur, zaten spiritüalizmde Tanrının bir adı da “Tezahür Etmemiş Olandır.” Bilge, gerçek diye bir şeyin olmadığını söylerken bunu ima ediyor, çünkü gerçek diye bir şeyin olması için zıddının, yani hayalin olması gerekir. Her şeyin Gerçek olduğu bir yerde sanki zıddı olabilirmiş gibi Gerçeğe vurgu yapmak gerekmez, bu yüzden Gerçek diye bir şey yok demek, her şey Gerçek demektir. Parçalanmaz ve bölünmez olanı, hayal ve gerçek diye ikiye ayıran zihnimizdir, üstelik bunu beş duyu gibi çok yetersiz bir ölçekle yapar.
Bir olay, tezahür etmiş Gerçektir, ama potansiyel havuzundaki Gerçeğin tümü değildir, bunun felsefe literatüründeki adı fenomendir. Bir nesne ise, Gerçeğin tezahür etmiş şekli, yani formudur. Ama potansiyel havuzunda tezahür etmeyi bekleyen diğer olay ve formlar da Gerçektir, onları hayal diye nitelemek insana özgü bir idrak yoksunluğudur. Örneğin, 1500’lü yıllarda mikroskobun keşfedilmesiyle insanın beş duyusuna çarpan mikrop daha evvel hayal miydi? Elbette değildi, sadece insanın beş duyusuna hitap etmediği için hayal muamelesi görüyordu. Uzayın uzak köşelerindeki gök cisimleri, güçlü teleskoplar icat edilmeden evvel hayal miydi? Elbette değildi, sadece insanın görüş alanına henüz girmemiş, ama çoktan tezahür etmiş Gerçeklerdi. Atom altı dünyanın partikülleri, keşfedilmeden evvel hayal miydi? Tabii ki değildi, atomun içinde duran ve insanın keşfetmesini bekleyen çoktan tezahür etmiş Gerçeklerdi.
Pilatus’un çarpık Gerçek anlayışının geçmişte bir mazereti vardı, ama modern insanın bu konuda hiçbir mazereti yoktur. Henüz farkına varamadığımız, beş duyumuza çarpmadığı için yok saydığımız görünmez boyutlardaki varlıkların hayal olduğunu kim söyleyebilir? Gerçeği beş duyumuzun sınırına hapsetmek, Pilatus’un kaba gerçekçiliğinin ardına sığınmaktan başka bir şey değildir! Bilimsel verilerin yetersiz kaldığı yerde, sezgilerimizi kullanarak Gerçek kavramını süratle kendi boyutumuzun dışına yaymak zorundayız.
Çağdaş teorik fizikçilerden Fritjof Capra, “Fiziğin Tao’su” adlı eserinde, son bilimsel verilerin kadim Hint tasavvufunu doğruladığını söylüyor. Capra’ya göre, gerek Kuantum Teorisi, gerekse Einstein’ın Rölativite Teorisi, vahdet-i vücut (vücut birliği) kuramının ortaya koyduğu ilkelerle uyum halinde. Capra, yüksek basınç altında bombardıman edilen atomların hem madde, hem ışık dalgası özelliği gösterdiğini, bombardıman esnasında elektronların yerini belirlemenin imkansızlaştığını, bu konuda sadece “belirli bir alanda bulunma olasılığından” söz edilebileceğini söylüyor. Yani madde hem var hem yok, hem madde hem ışık dalgası özelliği gösteriyor! Bu da, maddeyi tek başına bir varlık olarak ele alanların ne kadar yanıldıklarını gösteriyor. Kısaca, tezahür etmiş Gerçekle, tezahür etmemiş Gerçek arasında kopmaz bir bağ var. Başka bir deyişle, potansiyel havuzundaki tezahür etmemiş Gerçek, bazen forma bürünerek madde gibi görünebiliyor, bazen de formdan sıyrılıp tezahür etmemiş Gerçek olarak potansiyel havuzuna geri dönebiliyor.
Capra, vahdet-i vücut felsefesi hakkında şöyle diyor: “ Günlük hayat içinde nesnelerin bütünselliğini ne yazık ki algılayamayız. Aksine, algıladığımız dünyayı birbirinden ayrı nesne ve fenomenlere ayrıştırırız. Fakat bu ayrıştırma ya da sınıflandırma bir yandan çok faydalı ve gereklidir, çünkü ancak bu şekilde içinde yaşadığımız makro dünyayla başarılı bir uyum kurabilmekteyiz. Fakat öte yandan böyle bir sınıflandırmanın, aslında doğanın temel özelliği olmadığını da idrak etmemiz gerekir. Ayrıştırma ve sınıflandırma zihnimizin soyutlamasından başka bir şey değildir, yani birbirinden ayrı ve bağımsız nesne ve fenomenlerden oluşan evrensel bir gerçeklik tasarımına inanmak yalnızca bir hayalden ibarettir…Evrenin temel Tek’liği, yalnızca mistik deneyimin en can alıcı unsuru değil, aynı zamanda modern fiziğin gün ışığına çıkardığı en önemli olgulardan biridir. Bu Tek’lik ilk olarak atom düzeyinde karşımıza çıkmaktadır. Hele atom altı parçacıkların hüküm sürdüğü dünyaya daldıkça, söz konusu Tek’lik daha da belirginleşmektedir.”
1992 yılında ölen ünlü teorik fizikçilerden David Bohm ise, maddede bir “ilk zeka” olduğunu, atom altı parçacıkların düzensiz ve belirsiz hareketler yapmayıp, Evrensel Zekanın ve Bütün’lüğün isteği doğrultusunda gayet şuurlu hareket ettiklerini söylüyor, adına kuantum potansiyeli dediği, fiziksel olmayan ve ışık hızını aşan hızdaki süptil bir güç tarafından yönlendirildiğini iddia ediyordu. Nitekim yaptığı deneylerle, birbirinden uzaktaki atom altı parçacıkların fiziksel olmayan bir enerji türüyle birbirleriyle haberleştiklerini ortaya koydu. David Bohm’un deneyleri, tezahür etmemiş Gerçekle, tezahür etmiş Gerçek arasındaki zeki bağlantıya dikkat çekmesi açısından ilginçtir. Bu da bize, Tanrının evreni bir kaos üzerine değil, bir uyum üzerine bina ettiğini gösteriyor, çünkü maddenin en alt biriminde bile onun zekasına tanık oluyoruz.
Bohm’un maddede “ilk zeka” görmesi, elbette kuru bir iddia değil. Bu görüş bize günlük hayatta sıkça rastladığımız bazı olayları hatırlatıyor. Sevgi sözcükleriyle sulanan ve bakılan çiçeklerin daha çabuk boy attıklarını, sevgiye muhatap olmayanların daha cılız kaldıklarını biliyoruz. Hatta yumuşak ezgilerin çalındığı ortamda yetişen bitkilerin, gürültülü ve sert müziklerle yetiştirilenlere oranla daha parlak ve daha canlı oldukları da biliniyor. Bu tür gözlemler, Bohm’un savlarının yabana atılamayacağını, çiçeği meydana getiren atomlardaki “ilk zekanın” sevgi sözcüklerine yanıt verdiğini akla getiriyor!
Evrenin parçalanamaz bütünlüğü konusunda Bohm şöyle diyor: “Çevremizdeki görünür ya da aşikar alemde ayrı ayrı bulunan tüm nesne, varlık, yapı ve olaylar parçalanamaz bir bütünlüğe aittir. Onlar daha derin ve saklı bir düzenden çıkıp gelen, izafi olarak otonom, kararlı ve geçici alt-bütünlüklerdir.” Bu tespitten yola çıkan Bohm; bireylerin, ulusların, ırkların ve sosyal grupların genel olarak birbirlerini temelde farklı ve ayrı görme eğiliminin, dünyadaki çatışmaların kaynağını oluşturduğunu, bir gün insanlığın parçalanmaz bütünlüğün eseri olduklarını anlayıp barış içinde birlikte yaşayacaklarını iddia ediyordu.
Vahdet-i vücut felsefesini sistemleştiren büyük mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi ise, hayal ve gerçek konusunda yaptığı bir benzetmede, buz, buhar ve su örneğini kullanarak konuya açıklık getirmeye çalışıyordu. Buzun ve buharın her ne kadar maddi bir gerçekliği var gibi görünse de, aslında her ikisi de birer hayaldir, çünkü buz ısıtıldığı, buhar ise soğutulduğu zaman asılları olan suya dönüşürler, yani varlıkları suya oranla görecedir, daha doğrusu varlıkları geçicidir. Buz ve buharı bağımsız bir madde, bir başka varlık gibi algılamak, beş duyumuzun kısıtlı kapasitesinden kaynaklanan bir durumdur. Nitekim bugün suyun varlığının da görece olduğunu, iki hidrojen bir oksijen atomundan meydana geldiğini, bu atomların da birçok atom altı parçacıklardan oluştuğunu biliyoruz. Evrenin yapısı da aynı buz ve su örneğinde olduğu gibidir. Belirli nitelikteki atomların bir araya gelerek oluşturduğu geçici varlıklar, çeşitli sebeplerle dağılarak aslına dönmekte, tekrar tezahür etmekte, tekrar aslına dönmektedir.
Sonuç olarak, tüm olay ve nesneler Gerçeğin (Tanrının) görüş alanımıza çarpan olgu ve şekilleridir, var gibi görünmeleri beş duyumuzun sınırlı yapısından kaynaklanmaktadır. Eğer gözümüz atom altı parçacıkları görecek tarzda dizayn edilmiş olsaydı, evreni sonsuz bir elektromanyetik alan olarak görecektik. Böylesine süper bir gözün bize bahşedeceği görüş, Gerçekten (Tanrıdan) başka vücut olmadığını, var gibi görünenlerin birer bileşim (terkip) olduğunu ayan beyan gösterecekti. Günümüzde geliştirilen ve bir milyar defa büyüten bir elektro-mikroskobun altına yatırılan insan vücudu; oksijen, hidrojen, azot, demir, kalsiyum, fosfor, sodyum ve magnezyum türü elementlerden meydana gelmiş gibi görünmektedir! Demek ki, teknoloji daha güçlü mikroskoplar icat ettiği zaman, insan vücudunun aslında elektromanyetik dalgalardan ibaret olduğunu keşfedeceğiz!
Kanımızca, ruh ve madde öyle sanıldığı gibi birbiriyle hiç çakışmayan iki ayrı olgu değildir. Dairesel bir seyir içinde sürekli birbirine dönüşen, birinin bittiği yerde diğerinin başladığı sonu gelmez bir süreçtir. Bir gün, insanoğlu maddenin içinden manaya bir kapı açıldığını hayretle görecek, binlerce yılı kısır çekişmelerle nasıl heba ettiğini anlayacaktır. Durum hayal ve gerçek için de böyledir, dairesel bir döngü içinde sürekli hayal ve gerçek birbirine dönüşmektedir. Başka bir deyişle, hayal ve gerçek, bakış açımıza göre Tek’e verdiğimiz iki değişik isimdir. İdraki sınırlı insan, uzun bir süre Gerçeğin tezahür etmemiş bölümünü hayal diye nitelemeye devam edecektir, ta ki bilim maddenin içinden manaya açılan gizli kapıyı bulana dek!

26 Haziran 2007 Salı


“BOŞLARIN BOŞU, HER ŞEY BOŞ !”

Kitabı-ı Mukaddes’in en çarpıcı bölümlerinden biri Vaiz başlığını taşıyan bölümdür. Kral-peygamber Vaiz (Hz Süleyman), yaşamın anlamı üzerine derin düşüncelere dalarak bir ermişin sade, ama kıvrak üslubuyla çetin bir yaşam analizi yapar. Ona göre hayat hiçbir yönüyle yaşanmaya değmez, boşların boşu bir çabadır! Metindeki satırlar sanki umutsuzluk yayan bir kaynak gibi akar durur. Karamsarlığın dozu bazen o denli yükselir ki, insanın tabancayı şakağına dayayıp tetiği çekesi gelir!
Vaiz bölümü şöyle başlar: “Yeruşalim’de kral olan Davud’un oğlu Vaiz’in sözleri: Boşların boşu, Vaiz diyor ki boşların boşu, her şey boş. Güneş altında çektiği tüm emeğinden insanın kazancı nedir? Bir nesil gidiyor, bir nesil geliyor, fakat dünya ebediyen duruyor. Güneş doğuyor, güneş batıyor ve yerine doğduğu yere koşuyor, tüm şeyler yorgunlukla dolu, insan onu söyleyemiyor, göz görmekle doymuyor, kulak işitmekle dolmuyor. Ne vardıysa olacak odur ve ne yapıldıysa yapılacak odur ve güneş altında yeni bir şey yok. Bak bu yenidir diyecek bir şey var mı? Çoktan, bizden evvelki asırlarda olmuştur. Evvelki nesiller anılmıyorlar, gelecek olanlar da kendilerinden sonra gelecekler arasında anılmayacaklar…Ben Vaiz, İsrail’de Yeruşalim üzerine kraldım, güneş altında yapılan bütün işleri gördüm ve işte hepsi boş ve yeli kavramaya çalışmaktır… Büyük işler yaptım, kendime evler yaptım, bağlar diktim, bahçeler ve korular yaptım, köleler ve cariyeler satın aldım, çok malım, sığırlarım ve davarım vardı. Gümüş ve altın ve kralların hazinesini topladım, erkek ve kadın hanendeler ve Ademoğullarının zevk aldıkları şeyler, birçok kadınlar edindim. Ve istedikleri hiçbir şeyi gözlerimden esirgemedim ve ellerimin yapmış olduğu tüm işlere ve yapmak için çektiğim tüm emeğe dönüp baktım ve işte hepsi boş ve yeli kavramaya çalışmaktı ve güneş altında bir kazanç yoktu…Tüm emeğimden nefret ettim, çünkü onu benden sonra gelecek adama bırakacağım. Ve kim bilir o hikmetli mi olacak, akılsız mı? Ve güneş altında kendimi hikmetli gösterip çektiğim tüm emeğim üzerine saltanat sürecek, bu da boş…Güneş altında kötü bir bela var ki onu gördüm, sahibi tarafından kendi zararına saklanılan servet. Ve bu servet işin ters dönmesiyle yok olur. Anasının rahminden nasıl çıktıysa, geldiği gibi yine çıplak gidecek ve elinde götürsün diye emeği için bir şey olmayacak. Bu da kötü bir beladır ve yel için emek çekmesinden ne kazancı oldu? Hem de tüm günlerinde karanlıkta yiyor ve çok sıkılıyor ve hastalığı ve öfkesi var…
Yeryüzünde yapılan boş bir şey var, salih adamlar var ki, onların başına gelen kötü adamların işine göredir. Kötü adamlar var ki, onların başına gelen salih adamların işine göredir, bu da boş…Ve insan kendi ebediyet evine gidecek ve yas tutanlar sokaklarda dolaşacaklar. Gümüş tel kopmadan ve altın tas kırılmadan ve testi çeşmede parçalanmadan ve kuyuda su dolabı kırılmadan ve toprak yere, evvelki haline dönmeden ve ruh onu veren Allah’a dönmeden seni yaratanı hatırla! Boşların boşu diyor Vaiz, her şey boş…”
Boşlar listesi böylece uzayıp gidiyor. İnsanı hayata bağlayan tüm değerler teker teker ele alınıp çürütülerek boşlar mezarlığına atılıyor! Ama Vaiz bununla da yetinmiyor, insanın kendini tüm yaratılmışların efendisi (eşref-i mahlukat) sayan görüşe de karşı çıkıyor, aslında insanın hayvandan farkı olmadığını söylüyor.

“Ve yine güneş altında gördüm ki, hakkın yerinde kötülük var, adaletin yerinde de kötülük var. Yüreğimde dedim, Allah salihe de kötüye de hükmedecektir, çünkü orada her şey için, her iş için bir vakit vardır. Yüreğimde dedim, bu iş Ademoğulları yüzündendir. Allah onları denesin ve kendilerinin ancak hayvan olduklarını görsünler diyedir. Çünkü Ademoğullarının başına gelen hayvanların da başına geliyor ve başlarına gelen şey birdir. Bu nasıl ölüyorsa, öteki de öyle ölüyor, hepsinin bir soluğu var ve adamın hayvana üstünlüğü yoktur, çünkü hepsi boş. Hepsi aynı yere gidiyor, hepsi topraktandır ve hepsi yine toprağa dönüyor. Ademoğullarının ruhunun yukarı çıktığını ve hayvanın ruhunun aşağıya, yere indiğini kim biliyor?”
Tam her şeyden umudu kesmişken, yaşamın gerçekten boş bir çaba olduğuna inanmaya hazırlanırken, Vaiz birdenbire boşlar listesinin içinden hikmeti, yani gönül bilgisini ön plana çıkarıp ona övgüler düzmeye başlıyor.
“Ve gördüm ki ışığın karanlığa üstünlüğü olduğu gibi, hikmetin de akılsızlığa üstünlüğü var. Hikmetli adamın gözleri başındadır, fakat akılsız karanlıkta yürüyor… Keder gülmekten iyidir, çünkü yüzün mahzun olmasıyla yürek daha iyi olur. Hikmetli adamın yüreği yas evindedir, fakat akılsızların yüreği sevinç evindedir. Bir adam için akılsızların türküsünü işitmektense, hikmetlinin azarlamasını işitmek iyidir…Hikmet miras kadar iyidir ve güneş görenler için daha iyidir. Çünkü hikmet siperdir, gümüş de siperdir, fakat bilginin üstünlüğü şudur ki, hikmet kendi sahibini yaşatır. Hikmet, hikmetli adamı şehirdeki on hükümdardan ziyade kuvvetlendirir. Hikmetli adam gibi kim var? Bir şeyin manasını kim bilir? Adamın hikmeti kendi yüzünü aydınlatır ve yüzünün sertliği değişir…Sessizlik içinde işitilen hikmetlilerin sözleri, akılsızlar arasında hükümdar olanın bağırışından iyidir. Hikmet cenk aletlerinden iyidir, fakat bir suçlu çok iyiliği yok eder. Hikmetli adamın ağzının sözleri latiftir, fakat akılsızın dudakları kendisini yutar. Hikmetlinin sözleri üğendireler gibidir ve meclis üstatlarının sözleri iyi çakılmış çiviler gibidir.”
Vaiz daha sonra iyiliği ve sevgiyi yücelten sözler söylemeye başlıyor:
“Biliyorum ki onlar için sevinçli olmaktan ve ömürleri oldukça iyilik etmekten daha iyi bir şey yoktur…Ve ben döndüm güneş altında yapılan tüm işkenceleri gördüm ve işte ezilenlerin gözyaşları ve onları teselli eden yok. Ve onları ezenler tarafından zorbalık ve onları teselli eden yok. Ve ben hala sağ olan yaşayanlardan ziyade çoktan ölmüş olan ölüleri övdüm. Ve doğmamış ve güneş altında yapılan kötü işi görmemiş olanı bunların ikisinden ziyade mutlu saydım…Bir adam yüz çocuk babası olsa ve çok yıllar yaşasa, fakat canı iyiliğe doymamışsa ve bir kabre gömülmemişse, ben derim ki, vaktinden evvel düşürülmüş çocuk ondan daha iyidir. Çünkü boşlukta geliyor ve karanlıkta gidiyor ve adı karanlıkla örtülüyor…İyi ad hoş kokulu yağdan ve ölüm günü bir adamın doğduğu günden iyidir. Yas evine gitmek, ziyafet evine gitmekten iyidir…Suç işleyen yüz kere kötülük edip günlerini uzatsa da, ben iyi bilirim ki Allah’tan korkanlara iyilik olacaktır, fakat kötüye iyilik olmayacak…Git sevinçle ekmeğini ye ve iyi yürekle şarabını iç, çünkü Allah senin işlerinden çoktan razı olmuştur. Esvabın daima ak olsun ve başının üzerinden hoş kokulu yağ eksik olmasın. Sevdiğin karın ile bir hoş hayat geçir, çünkü hayattan ve güneş altında çektiğin emekten payın budur.”
Metni dikkatle incelediğimizde, Vaiz’in insan için iki ayrı standart koyduğunu görüyoruz. Biri, hayatı işine geldiği gibi yaşayan, ona “boşlar” penceresinden bakan sıradan insan. Diğeri, hayatı bilgi ve sevgiyle anlamlı hale getiren olgun insan. Vaiz, bir ermişe özgü derin bakış açısıyla hayat alanını tarayarak yaşamı boş ya da hoş hale getirmenin insanın elinde olduğunu söylemeye çalışıyor. Geçici ve değersiz olana sıkı sıkıya bağlanarak hikmet ve sevgiden yoksun bir hayat sürmek, Vaiz’in indinde “boşlara” hizmet etmek anlamına geliyor. Bu tür insan hırsla yapıştığı her değerin zamanla anlamını yitirdiğini, hele ölüm kapıya dayandığında külliyen yok olduğunu göremiyor. Sonunda insan tüm didinmelerini boşa çıkaran, kendine hiçbir kalıcılık sağlamayan işlerle ömrünü tüketmiş ve boşlar hanesine yazılmış oluyor.
İkinci tür insan hikmetle, yani gönül bilgisiyle hayatın derinliklerine bakabildiği için, sıradan insanın düştüğü tuzaklara düşmüyor, kalıcılık sağlamak uğruna harcanan çabaların, aslında nefsin azgınlıkları olduğunu, geçici ve değersiz şeylere rağbet etmenin insan ruhunu doyurmayacağını biliyor. Bu yüzden hikmet, olgun insan için neyin yapılmaması gerektiğini gösteren bir rehber oluyor. Vaiz metinde açıkça belirtmiyor ama, hikmeti bir amaç değil, araç gibi gördüğünü ima ediyor. Kısaca, hikmet yoluyla sevgiye ulaşmak Vaiz bölümünün ana temasını oluşturuyor.
Vaiz’in sözlerinin ışığında dönüp diğer ermişlerin, örneğin Hacı Bektaş- ı Veli’nin vazettiği düşüncelere baktığımızda, aralarında şaşırtıcı benzerlikler olduğunu görüyoruz. Alevi felsefesinin temel dayanaklarını oluşturan BİLGİ ve SEVGİ kavramlarının, Vaiz aracılığıyla 2.200 senelik derinliklerden karşımıza dikilivermesi aslında pek şaşırtıcı değil. Çünkü tüm ermişlerin ortaklaşa kullandığı bu dil, zaman içinde değerinden hiçbir şey yitirmedi, asla eskimedi, eskimeyecek de. Hacı Bektaş-ı Veli’nin hikmete vurgu yapan şu özdeyişi Vaiz’in düşüncelerini çağrıştırıyor: “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Aşağıdaki dörtlüğü ise, Vaiz’in iyilik ve sevgi konusundaki mesajıyla bire bir örtüşüyor: “Malım, mülküm, servetim hepsi evde kaldı / Eşim, dostum, akrabam geçtiğim yolda kaldı / Dostlarımdan biri benden hiç ayrılmadı / İnanarak yaptığım iyilikler bende kaldı.”

16 Haziran 2007 Cumartesi

REENKARNASYON VE İSLAM

Bülbül oldum Firdevs bağında öttüm
İnsan sıfatında çok geldim gittim
Sıtkı Baba

Reenkarnasyon (ruhun yeniden bedenlenmesi), tasavvuftaki deyimiyle tenasüh (ruh göçü), oldum olası insanoğlunun zihnini kurcalayan bir konudur. Ölümden sonra insan ruhunun yeni bir bedende varlığını sürdürüp sürdürmediği, bedenlenme zincirinin ne zaman sona ereceği bugün de önemini korumaktadır.
En ilkel dinlerde bile varlığına inanılan reenkarnasyon, özellikle Hinduizm, Budizm, Jainizm, Taoizm ve Sihizm gibi Asya kökenli dinlerde, Orfeizm ve Maniheizm gibi Ortadoğu ve Avrupa dinlerinde büyük kabul görmüş, kadim Mısır ve Çin inançlarında da hararetle savunulmuştur.
Reenkarnasyon, dinsel ve felsefi anlamda ruhun ölümden sonra insan, hayvan ve bazen de bitki olarak birçok kez yeniden bedenlenmesidir. Bedenlenme, ruhun bir önceki yaşamında ulaştığı düzeye uygun bir türün kılığına girerek olur. Amaç ruhun olgunlaşmasını ve Tanrısal öze yaklaşmasını sağlamaktır. Ancak burada yanlış bir inancı düzeltmekte yarar var. İnsan ruhunun hayvan ya da bitki kılığında tekrar enkarne olması bizce mümkün değildir, ayrıca gerekli de değildir. Çünkü insan mertebesine yükselmiş bir ruhun, daha geri bir düzeyi yeniden deneyimlemesi mantıksızdır. Kaldı ki, insan ruhları bireysellik kazanmış ruhlardır, hayvan ve bitkilerde olduğu gibi grup ruhları tarafından yönetilmezler. İnsan ruhunun yeniden bedenlenmesi, bireysel ruh kemale erinceye kadar devam eder. Belirli bir kıvama gelen bireysel ruhun yeniden bedenlenmesi artık söz konusu olmaz. Bu tür varlıklar ışınsal bedenlerle daha yüksek boyutlarda görev yapıyor olabilirler, çünkü evrim asla sona ermeyen bir süreçtir. Budistler bu mertebeye “Nirvana”, tasavvuf erbabı da “Hakk-el yakin” der.
Tevhit dinlerinin reenkarnasyon konusunda takındığı tutum belirsiz, en azından tartışmaya açıktır. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığa vücut veren kutsal kitaplar, nedense reenkarnasyon konusunda kesin bir yargı vermekten kaçınmışlardır. Söz konusu kitapları yorumlayanlar, reenkarnasyonun varlığına ya da yokluğuna kanıt olacak ayetleri bu metinlerden kolayca bulabilmekte, örneğin İslam alimlerinin reenkarnasyona bakış açısı bu yüzden değişiklik arz etmektedir.Teolojiyle ilgili hemen her konuda kesin yargılar vermeye alışmış Sünni ulema bile, günümüzde reenkarnasyon konusunda ihtilafa düşmüştür. Ulemanın bir kısmı Kuran ve hadis kitaplarından bazı ayet ve hadisleri reenkarnasyonun imkansızlığına delil olarak gösterirken, bir kısmı da değişik ayet ve hadisler kullanarak reenkarnasyonun mümkün olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.
Reenkarnasyon inancını reddedenler, İslamiyetin ruh göçüne asla geçit vermediğini söyleyerek aşağıdaki ayetleri delil olarak gösteriyorlar: “Nihayet onlardan her birine ölüm geldiğinde, Rabbim beni (dünyaya) geri gönder. Ta ki boşa geçirdiğim hayatımı orada bıraktıklarımla, yararlı çalışmalarla değerlendireyim derler. Asla, bu diyenin geçersiz görüşüdür. Onların ardında ba’s (mahşer) gününe kadar sürecek kabir alemi vardır. (Ba’s için) sura üflendiğinde aralarında ne soy sop vardır, ne de bir soranları” (Müminun Suresi 99-101. Ayetler).
Reenkarnasyona yandaş olanlarsa, bu ayetlerin Kuran’a, insanların “nasıl olsa tekrar dünyaya döneceğiz, eksiklerimizi daha sonra da tamamlarız” avuntusuna kapılmamaları için özellikle konduğunu söylemekte, delil olarak aşağıdaki ayetleri göstermektedirler: “Allah’a nasıl olup da küfrediyorsunuz? Siz ölüler iken o diriltti. Sonra sizi yeniden öldürecek, tekrar diriltecek ve nihayet ona döndürüleceksiniz” (Bakara Suresi 28. Ayet). “Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü geceye sokarsın ve ölüden diri çıkartırsın, diriden de ölüyü çıkartırsın. İstediğine hesapsız rızk verirsin” (Ali İmran Suresi 27. Ayet). “Ve Allah sizi yerden ot gibi bitirmiştir. Sonra oraya döndürecek, sizi yine (oradan) bir çıkarışla çıkaracaktır” (Nuh Suresi 17-18. Ayetler).
İslam’ın Alevi yorumuna gelince, bilindiği gibi gerek Alevi felsefesi, gerekse Alevi uluları eskiden beri tenasühe sıcak bakan bir yaklaşım içindedir. Orta Asya’dan getirdikleri Şamanist ve Budist ögelerin Alevi yorumunu etkilediği sanılıyor. Özellikle Alevi ozanlarının deyişlerinde tenasüh inancının önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz. Kaygusuz Abdal Budalaname adlı eserinde şöyle diyor: “Tanrının emri beni çömlekçi balçığı gibi zamanın çarkı üzerine koyup döndürdü…kah insan, kah hayvan eyledi…kah kul olup satıldım, kah tellal olup sattım…kah denizde balık, kah dağlarda ceylan eyledi…kah beni ataya oğul eyledi, kah atayı bana oğul eyledi…nice kere ata belinden ana rahmine, ana rahminden dünyaya geldim. Nice kere bulut olup havaya ağdım, nice kere yağmur olup yere yağdım. Nice bin kere türlü yakalardan baş gösterdim. Nice bin kere değişik yüzler takındım.”
Büyük Alevi ozanı Hatayi ise bir nefesinde şöyle diyor: “Nuh ile ben bir gemiye binmişem / Yusuf’u tufanda sele vermişem / Sanma bu cihana henüz gelmişem / Bunca geldim bunca gittim ezelden.” Yunus Emre ise bir nefesinde şöyle sesleniyor: “Abdürrezzak ol derviş yoldaş edindi beni / Hallac-ı Mansur ile dara asılan benem / İbrahim Ethem baktı, tacı tahtı bıraktı / Hak yoluna uyaktı, ol sırrı duyan benem / Musa peygamber ile bin bir kelime kıldım / İsa peygamber ile göklere ağan benem.” Bu örnekleri alabildiğine çoğaltmak mümkün, çünkü Alevi-Bektaşi deyişlerinin büyük çoğunluğu devriye denen deyişlerden oluşmakta. Devriyeler, Tanrının nitelikleri kendinde belirinceye kadar, insanın evrendeki tüm varlıklardan nasıl süzüldüğünü konu edinen deyişlerdir. Tanrıdan insana (kavs-i nüzul) ve insandan Tanrıya (kavs-i uruç) doğru varlığın kat ettiği aşamaları anlatırlar, yolculuk Tanrıya dönüşle son bulur. Kısaca, insan ruhu olgunluğa ulaşıncaya kadar çeşitli bedenlere girip çıkar. Ayrıca Alevi inancında “kendi cenazesini kendi götüren Hz. Ali” ve “güvercin donunda Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş-ı Veli” motifleri, tenasüh inancının yaygınlığını gösteren önemli söylencelerdir.
Konuya akıl ve mantık penceresinden bakıldığında, reenkarnasyonun pekala mümkün olduğu, dahası gerekli olduğu sonucuna varırız. Tanrı her şeyiyle uyumlu dört dörtlük bir evren yaratmış ve her olguyu birbirine sebep-sonuç ilişkisiyle bağlamıştır. Evrende hiçbir şey rastlantı sonucu oluşmaz ve hiçbir şey bir abes için var olmaz. Bize çok saçma ve gereksiz gelen olgular bile, hikmetini henüz çözemediğimiz deruni bir anlam taşırlar, aklımızın aczini rastlantılarla açıklamak insana özgü bir kolaycılıktır. Yaratılış tümüyle olgun insan üretmeye yarayan devasa bir mekanizmadan başka bir şey değildir. İndirilen tüm kitapların, gelmiş geçmiş tüm peygamber ve ermişlerin görevi, insanın olgunlaşmasını sağlamaktır. Mevcut dinlerin bu amaca ne kadar hizmet ettikleri, insana destek mi, yoksa köstek mi oldukları aşikardır!
Peki, insan-ı kamil (olgun insan) olmak için 60 -70 yıllık bir ömür yeterli midir? Elbette değil! Tarih, bir avuç insanın dışında bu ipi kimsenin göğüsleyemediğini gösteriyor. Çok zahmetli, çok muhteşem bir dekoru (evreni) yaratan Tanrının, bir ucundan sahneye (dünyaya) insan sokup abes bir oyun oynattıktan sonra kaldırıp çöpe atması akla yakın mı? Elbette değil, Tanrı ne insanın 60 -70 senede olgunlaşamayacağını bilmeyecek kadar cahil, ne de bir denemeden sonra onu çöpe atacak kadar müsriftir! Buna ihtimal vermek bile, Tanrının abesle iştigal ettiğine inanmakla eşdeğerdir. Öyleyse, Tanrı yoğurduğu insan hamurunu istediği kıvama gelinceye kadar yoğurmaya devam edecektir! İşte bu yüzden, insan denen hamur bir yaşamda değil, belki bin yaşamda Tanrının ağzına layık hale gelinceye kadar yoğrulmak için dünyaya gelip gidecektir. Akıl ve mantık, Tanrının tasarrufunun bu yönde olduğunu söylüyor.
Eğer bazılarının iddia ettiği gibi, bir tek yaşamdan sonra hesaba çekiliyorsak, doğum esnasında ölen bebekler hangi amelleri yüzünden hesap verecekler? Akli yeteneklerini hayatlarında hiç kullanamamış deliler, doğuştan sakat olan ve adeta bitkisel hayat yaşayan özürlüler hangi günahları yüzünden hesaba çekilecekler? Herkese bir yaşam şansı veren, onu da bazılarına doğru dürüst vermeyen Tanrının adil olduğundan söz edilebilir mi? Adaletsizlik, ancak insana birden fazla yaşam şansı verilerek giderilebilir. Aksi takdirde Tanrıyı kullarına zulmeden bir zalim durumuna düşürmüş oluruz.
Yaratılışın sırrı, reenkarnasyonun var olup olmadığını değil, niçin var olduğunu idrak edenler tarafından çözülecektir. Reenkarnasyon var mı yok mu sorusu teolojinin konusu ise, reenkarnasyon niçin var sorusu tasavvufun konusudur. Teoloji ve tasavvuf el ele vermedikçe bu esrar tam anlamıyla çözülemez.

11 Haziran 2007 Pazartesi

ÖLÜMDEN SONRA YAŞAM

Ölümden sonra yaşam, binlerce yıldır insanoğlunun kafasını kurcalayıp durur, konuyla ilgili bitmez tükenmez sorular ardarda sıralanır. Herkes bir gün öleceğine göre, dünyada payına yoksulluk ve ıstırap düşenin bu işten çıkarı nedir? Gününü gün eden, ahlak kurallarına aldırış etmeyen insanı nasıl bir ceza bekler? Acaba peygamberler nafile birer avutucu, kutsal kitaplar birer züğürt tesellisi midir?
Ölümden sonra yaşam olmadığına inanan birinin, hangi gerekçeyle yaşamaya devam ettiğini anlamak gerçekten zordur! Eğer yaşam ölümle son buluyorsa, eğer ölümün ötesinde hiçbir şey yoksa, bunca ıstıraba neden katlanmalı? Bu durumda insan bir abese hizmet ediyor demektir, ötesi olmayan bir saçmalığı bu kadar ciddiye alarak yaşamaktansa, intihar etmek daha akıllıca olur! Evrendeki uyumun ve dünya denen muhteşem dekorun bir abese hizmet etmek için meydana getirildiğini söylemek hiç de inandırıcı değil. Ötesi olmayan bir atımlık barut için ne Tanrı bu kadar zahmete girer, ne de insanoğlu bunca çileye katlanır.
Yaşamayı seven öte tarafa inanmasa bile, şuuraltında bir varlık sebebi aramaya devam etmekte, bu konuda bir karar vermeye çalışmaktadır. İntihar edenlerin varlık sebebini yitirmiş kişiler olduğu göz önüne alınacak olursa, yaşamakta direnenler en azından ötesi olmayan bir abesi yaşamadıklarına iğreti de olsa inanmaktadır, aksi takdirde yaşamaları için hiçbir sebep kalmazdı. Örneğin, dürüst kalabilmek için nefsi ve çevresiyle mücadele eden kişi için, ötesi olmayan yaşam dayanılmaz bir işkencedir. İnsan her şeye rağmen yaşamaya devam ediyorsa, derununda bir yerlerde ölümden sonra yaşam olduğuna inanıyor demektir.
Bizim de paylaştığımız bir görüşe göre, deneyimlediğimiz tüm duygu ve düşünceler mikrodalga bedenimize (auramıza) kaydedilmektedir. İyi duygu ve düşünceler pozitif elektrik yükü olarak, kötü duygu ve düşünceler ise negatif elektrik yükü olarak anında bu ışınsal bedene yansır. Dolayısıyla, dünyada yapıp ettiklerimizin hesabını öldükten sonra öte alemde veriyor değiliz, hesabın faturasını giderken yanımızda götürmekteyiz. Ölümle birlikte maddi yaşam sona ermekte, ışınsal bedenle öte alemdeki yaşam başlamaktadır. Bu yüzden, hesabın öte tarafta görüldüğü savı doğru değildir, aksine öte taraftaki yaşam için hesap burada şekillenmektedir.
Kuran’daki bir ayet bu gerçeğe dikkat çekiyor: “Allah nezdinde hak din İslam’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkar edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur” (Ali İmran Suresi 19. ayet). Ayette Arapça olarak “Allah seri’ül hisabtır” yani hesabı çok seri, çabuk olandır deniyor. Işınsal bedene anında yapılan kayıtla, ayetteki seri hesap arasındaki uyuma dikkat çekmekte yarar var. Bir başka Kuran ayeti ise şöyle diyor: “İnsan için kendi çalışmalarının getirisinden başka bir şey yoktur” (Necm Suresi 39. Ayet). Ayetteki “kendi çalışmalarının getirisi” sözü, ışınsal bedene yüklenen negatif veya pozitif yükten bizzat insanın sorumlu olduğunu akla getiriyor.
Sonuç olarak, ölümden sonraki yaşama inanmak mantıklı bir şeydir. Aksi takdirde insan niçin yaşadığını bilmeyen, saçmalığa hizmet eden sıradan bir hayvan konumuna düşer. Oysa insana “hilafet” payesi, bu sırrı çözerek somutun ötesindeki soyut Gerçeği idrak etsin diye verilmiştir. İnsan, anlamını bilmediği saçma bir oyunu sürdüren şaşkın bir varlık değildir!

7 Haziran 2007 Perşembe

“ALLAH’IN MEKRİ VARDIR !”

Kuran’ın Ali İmran suresinin 54. ayetinde şöyle denir: “ (Yahudiler) tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” Bu ayetten de anlıyoruz ki Allah tuzak kurabilir, hile yapabilir, çünkü mekr sözcüğü Arapça’da tuzak, hile anlamına geliyor. Allah ve hile yan yana gelmesi güç kavramlar olmasına rağmen, Allah’ın kendine iftira edemeyeceğini varsayarak konu üzerinde en azından ciddi şekilde düşünmek gerekir.
Kısa bir araştırma, Allah’ın hilesinin Yahudilerle sınırlı olmayıp aslında tüm kozmik sistemi kuşattığını ve hilenin sistemli bir şekilde işlediğini gösteriyor. Örneğin insanla ilgili olarak hilenin iki kutbu var, madde ve mana. Tanrı maddeye gark ettiği kulundan manayı, manaya gark ettiği kulundan da maddeyi esirgiyor, daha doğrusu insanoğlunun yaptığı tercihi baz alarak bir denge oluşturuyor.
Maddi servete gark edilen her insan, kendini Tanrının sevgili kulu zanneder, servetini korumak için hemcinslerini itip kakar, daha fazla kazanmak için önüne geleni sömürür, en yakınlarını bile incitmekten çekinmez, hatta yaşamın anlamını servet edinmeye indirger. Bu yapıdaki insan servete sahip olmuş, ama tüm insani duygularını (mana) yitirmiştir. Öte yandan, başı dertten kurtulmayan kara fakir acılar içindedir, rahat yüzü görmediği için kendini Tanrının lanetli kulu sanır. Oysa kalbi yumuşaktır, çileler ruhunu olgunlaştırmış, insani duyguları gelişmiştir. Aslında Tanrı hem maddeyi, hem de manayı aynı mesafede tutar, seçimi yapan insandır. Kısaca, Tanrının hilesi dediğimiz şey, kozmik enerjinin birini talep edenden diğerini esirgemesidir, çünkü enerji herkese istediği şeyi verir.
Sıradan insanın bu gerçeğin farkında olmaması durumu değiştirmez, yasa olanca dakikliğiyle işler. Manayı sahiplenenler maddeyi, maddeyi sahiplenenlerse manayı yitirirler. İşe bu açıdan bakıldığında, hayır sandığımız birçok şeyin aslında şer, şer sandığımız şeylerin ise hayır olduğunu fark ederiz. Kuran’ın Bakara suresindeki bir ayet bu şaşmaz işleyişi şu şekilde dile getirir: “Hoşunuza gitmeyen nice şeyler vardır ki sizin için hayırlıdır ve size hoş gelen nice şeyler vardır ki sizin için şerdir, Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Hz. İsa da dağdaki vaazında bu konuya şöyle vurgu yapar: “Ne mutlu ruhta fakir (alçakgönüllü) olanlara, çünkü göklerin melekutu onlarındır. Ne mutlu yaslı olanlara, çünkü onlar teselli edilecekler. Ne mutlu merhametli olanlara, çünkü onlara merhamet edilecek.”
Hz İsa’nın tam da anlatmaya çalıştığımız konuya açıklık getiren çok çarpıcı bir başka sözü daha var. Haça gerilmeden önce talebelerine şöyle diyor: “Beni izleyecek olan kendini inkar etsin, haçını sırtlayıp ardımca yürüsün. Zira kim canını kurtarmak isterse onu yitirecek, canını benim uğrumda veren onu bulacaktır. İnsan tüm dünyayı kazanıp da canını (ruhunu) yitirirse ne kar eder?” Ayetler yoruma gerek bırakmayacak kadar açık. Peygamber, bedenini kurtarmak isteyenler canını (ruhunu) yitirecek diyerek Tanrının hilesine (mekrine) dikkat çekiyor.
İncil’de Tanrının hilesine vurgu yapan bir diğer olay da şudur: Çok zengin bir adam, Hz. İsa’ya ebedi bir hayatı olması için ne yapması gerektiğini sorar. Peygamber, malını mülkünü satıp parayı fakirlere dağıtmasını ve ardınca gelmesini önerir. Zengin bu teklifi duyunca kederlenip sırtını dönerek uzaklaşır. İsa öğrencilerine dönüp “Devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin adamın Allah’ın melekutuna girmesinden daha kolaydır” der. Peygamber, Tanrının tuzağına düşmüş zenginin, servetini bağışlayıp manevi değerlere sarılmasının ne denli zor olduğunu anlatmak istemektedir. Hz. İsa’nın şu ünlü özdeyişi de Tanrının hilesini en veciz şekilde dile getirir. “Birinciler sonuncu, sonuncular birinci olacak.” Yani bu dünyada birinci sanılan, serveti ve sosyal konumundan ötürü itibar gören öte tarafta sonuncu olacak, bu dünyada ezilen, horlanan, itilip kakılan ve sonuncu olansa öte tarafta birinci olacak demektir bu. Tanrının hilesinin dünyada ve öte alemde tersine işlediğini, bu dünyada insana verilen değerle, öte tarafta verilen değerin aynı olmadığını bundan daha iyi hangi cümle anlatabilir?
Öte yandan, yaratılış olayı bile Tanrının hilesini onaylayan bir model sunmaktadır bize, çünkü yaratılışta eşitlik yoktur. Kimi zengin kimi fakir, kimi güzel kimi çirkin, kimi güçlü kimi de zayıftır. Acaba bu eşitsizlik adil Tanrı tarafından nasıl gideriliyor? Dünyada zengin olan ruhunu fakirleştirip öte tarafta hepten fakir mi kalıyor? Dünyada güzel olan gurura kapılıp nefsini yücelterek öte tarafta hepten çirkinleşiyor mu? Dünyada güçlü kuvvetli olan, gücün verdiği cesaretle haksızlıklar yapıp öte tarafta hepten zayıflıyor mu? Acaba Tanrının hilesi verdiğini sandığımızda alarak, aldığını sandığımızda vererek mi tecelli ediyor?
Öyleyse, servetten nasipsiz fakir, ruhunun olgunlaşması için Tanrının kendine bir fırsat sunduğunu bilmelidir. Güzellikten nasipsiz insan, alçakgönüllülük gibi bir erdemi yakalama şansına daha yakın olduğu için sevinmelidir. Güçsüz yaratılan kişi, başkalarını itip kakma şansı kendine tanınmadığı için şükretmelidir. Kaplumbağa yavaş olduğu için üzülmemelidir, çünkü karşılığında uzun bir ömür verilmiştir. Kuşlar hızlarıyla övünmemelidir, çünkü ömürleri kısaltılmıştır. Taşlar dayanıklılıklarıyla gurur duymamalıdır, çünkü hareket yetenekleri sıfırlanmıştır. Hayvanlar düşünemedikleri için hayıflanmamalıdır, çünkü içgüdüleri güçlendirilmiştir. İnsanlar düşünebildikleri için övünmemelidir, çünkü sır perdeleriyle kuşatılmışlardır. Yaratılıştaki her pozitif özellik, negatif bir özellikle dengelenmiştir, çünkü Tanrı hile yapanların en hayırlısıdır!

Tanrının hilesine vurgu yapan bazı Kuran ayetlerini sıralayarak yazımıza son verelim: “Nefsani arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer Allah’ın katındadır” (Ali İmran Suresi 14. Ayet). “Hiçbir kimse yok ki ölümü Allah’ın iznine bağlı olmasın, (ölüm) belli bir süreye göre yazılmıştır. Her kim dünya nimetini isterse kendisine ondan veririz, kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız” (Ali İmran Suresi 145. Ayet). “İnkarcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın. Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir, o ne kötü varış yeridir” (Ali İmran Suresi 196. 197. Ayetler). Görüldüğü gibi, yukarıdaki ayetlerde (altı çizili yerler) Tanrının hilesine göndermeler yapılıyor. Kutsal kitaplardan verdiğimiz bu örneklerin savımızı yeterince kanıtladığını sanıyoruz.

2 Haziran 2007 Cumartesi

RUHUN SEYRANA ÇIKTIĞI DEMLER

O bildik yumru gelip insanın boğazına oturduğu zaman, gözler hafifçe buğulanıp yürek göğüs kafesinde kuş gibi çırpınmaya başladığı zaman, işte o zaman ruh seyrana çıkmış demektir!
Merhamet ve içtenliğin el ele vererek insan bedeninde dokuduğu o büyük mucize, gözyaşlarının sicim gibi yanaklardan süzüldüğü, duygu selleri altında ezildiğimiz o kutsal an, insan olmanın ayrıcalığını tattığımız andır.
Bazen içli bir türkünün kıvrımlarında, bazen televizyonda seyrettiğimiz bir hasretin yoğunluğunda, bazen de yalnızlığın derinliklerinde yakalarız onu. Sanki ruh seyrana çıkmak için bir bahane arar gibidir. Hangisinin amaç, hangisinin araç olduğunu anlamak zordur, içli türküler ruh seyrana çıksın diye mi yakılır, yoksa ruh seyrana çıktığı için mi?

* * *

Bir eski zaman türküsü der ki: Yaralı bir ceylan dağlar başında / Uyur, yavrusunu görür düşünde / Pervaneler gibi aşk ateşinde / Kerem yanar, Aslı küle dönüşür. Zalim avcının tüfeğinden çıkan kurşun bir ceylanı yaralamıştır. Kan kaybının verdiği halsizlikten olsa gerek, hayvan dağ başında uyuyakalır. Ama düşünde gördüğü ne avcı, ne de can telaşıdır. Düşünde yavrusunu görür, onu özler, tıpkı Aslı’sına duyduğu aşkla yanıp kül olan Kerem gibi!
Acılar içinde kıvranan zarif bir hayvanın, insan yüreğinin tüm maharetini kullanarak yavrusunu düşlemesi, merhamet duygumuzun ayyuka çıkmasına yeter de artar bile. Ya o türküye yüreğinin tüm içtenliğini koyan ozana ne demeli? Dört mısralık bir deyişte insan ve hayvan yüreğinin aynı özelliği taşıdığını vurgulayan aşık, sanki yaratılışın esrarını yakalamış gibidir. Masum bir hayvana acı çektiren de, acısını en dokunaklı dizelerle dile getiren de insanoğludur. Kırıp döken, ama acımasını da bilen, dahası yaralı bir hayvana insan yüreğinin titreşimlerini bağışlayan insan. Düşünde yavrusunu özleyen yaralı bir ceylan imajından etkilenmeyecek tek kişi düşünülebilir mi? Türküdeki içtenliği ve merhameti yakalayan ruhun seyrana çıkmaktan başka çaresi yoktur!

* * *

Yirmi iki yıldır birbirini kaybetmiş ana-kız, televizyon programında sarmaş dolaş olurlar. Gözyaşları seller gibi boşanırken, ananın kızına sarılıp içgüdüsel bir itilişle uzun uzun onu kokladığı görülür. Hasret sona erdi sandığınız bir anda yine gözyaşları, yine sıkı sıkıya sarılmalar, yine uzun uzun koklaşmalar. Sunucunun araya sıkıştırdığı birkaç sorudan sonra canhıraş feryatlar, ağlaşmalar, koklaşmalar devam eder. Baba onların yanı başında sessizce ağlamaktadır, konuşmaya davranır, ama dudakları yaprak gibi titrer. Çaresiz susup gözlerini yumar, gözyaşları yanaklarından süzülür. Hasret ve merhamet girdabı oturduğunuz koltukta sizi de kuşatır ve ruhunuz bilmediğiniz bir alemde seyrana çıkar!

* * *

Uzak bir Anadolu kentinde akşamüstüdür, güneş batmak üzeredir. Akşam kızıllığının tüm renklerinin sergilendiği bir arka avluda, yaşı geçkin kız takunyalarının çıkardığı melodiye uygun kalça hareketleriyle avluyu boydan boya geçer, ocaktaki pilavı karıştırıp demlenmeye bırakır. Yüzünde umduğunu bulamamış insanların bezgin ifadesi vardır. Ocağın önündeki tahta iskemleye yığılırcasına kendini bırakıp gözlerini kapar. Çaresizlik ve umutsuzluk basma entarisinin üstüne düşen ellerine sinmiş gibidir. Başını hafifçe arkaya atarak yüreğinin tüm sancılarını yüklediği bir eski zaman türküsünü yanık sesiyle boşluğa salar. Gesi bağlarında dolanıyorum / Yitirdim yarimi aranıyorum / Bir çift selamına güveniyorum / Gel otur yanıma, aman yanı başıma! Değme sanatçının bu denli içtenlikle okuyamayacağı türkünün dizelerinde buram buram yalnızlık vardır. Ruh daha fazla dayanamaz, hemen seyrana çıkar!