Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

29 Aralık 2007 Cumartesi

KADER ÜSTÜNE

Hz. Ali’nin kaderle ilgili bir uyarısı var: “Kapkaranlık bir yoldur gitmeyin o yola. Pek derin bir denizdir dalmayın o denize. Tanrının sırrıdır uğraşmayın onunla!” diyor. Binlerce yıldır kader konusunda yapılan araştırmaların bir sonuca bağlanamaması, hiçbir düşünürün kaderin sırrını aralayacak bir bulguya ulaşamaması, Hz Ali’nin uyarısının hiç de yabana atılır cinsten olmadığını gösteriyor.
Ama aynı Hz. Ali’nin kader konusunda iyimser yargıları olduğu da bir gerçek. “Şam’a gidişimiz Tanrının kaza ve kaderiyle ilgili değil mi?” diye soran bir arkadaşına verdiği yanıt çok ilginç: “Yazıklar olsun sana, sen kazayı yerine gelmesi, kaderi mutlaka olması gerekli bir iş sanmaktasın. Eğer öyle olsaydı, sevap ve ceza geçersiz olur, sözün ve söz verenin ortadan kalkması gerekirdi. Oysa noksan sıfatlardan beri olan Tanrı, kullarını yapacakları işlerde serbest bırakarak kötülüklerden sakınmalarını emretmiş, kötülüğü yasaklamıştır. Emir de, yasak da kulun seçme hakkını ortadan kaldırmamış, onun kudretini yok etmemiştir. Onlara kolay olanı teklif etmiş, zor olanı buyurmamıştır. Az iyiliğe çok sevap vermiştir. Kul mağlup olduğu için isyan etmez, mecbur olduğu için itaatte bulunmaz. Tanrı peygamberleri bir oyun olsun diye göndermemiş, kitabı abes olarak indirmemiş, gökleri ve yeri, ikisi arasında yaratılanları boş yere yaratmamıştır.”
Yanıt açık ve kesin! Hz. Ali’ye göre insan bazılarının sandığı gibi Tanrının elinde oyuncak değil, aksine özgür iradesiyle hareket eden, seçme hakkı olan bir varlık. Başka bir deyişle, kaderini Tanrı değil kendi çiziyor. Peki kaderin oluşumunda Tanrının hiç mi katkısı yok? İşte düğüm burada, açıklığa kavuşturulamayan, daha doğrusu içinden çıkılamayan esrar burada! Zaten Hz Ali’yi kader konusunda birbiriyle çelişir gibi görünen iki ayrı beyanda bulunmaya zorlayan da bu esrar perdesi! Kaderin Tanrının sırrı olduğunu söylemekle, insanın kaderini kendisinin çizdiğini söylemek arasında epey fark var. Eğer insan kaderini kendisi çiziyorsa, kader konusu neden dalınmaması gereken derin bir deniz, uğraşılmaması gereken Tanrının sırrı olsun? Veliler Şahının bu denli kaba bir çelişkiye düştüğünü söylemek abes olur. Açıkça belli ki, Hz. Ali insanların akıl erdiremeyeceği sır perdesini iki nedenden ötürü aralamak istemiyor. O koşullarda bu esrarı örtmesinin elbette haklı bir nedeni var, o günün insanına bu sır açıklanamazdı.
Kaderin neden Tanrının sırrı olduğunu açıklamadaki ilk zorluk, tevhit kavramının o devrin insanına kolayca anlatılamamasından kaynaklanıyor. İslam tasavvufundaki vahdet-i vücut teorisi (vücut birliği), gerek ilahi mesajlara, gerekse pozitif bilimin son verilerine göre artık kesinlik kazanmış durumdadır. Bu teoriye göre vücut Tek’tir, o da Tanrının vücududur. Evrendeki tüm varlıkları meydana getiren hücresel, moleküler ve atomik yapı, aslında Tek’in çeşitli titreşim düzeylerindeki ışınsal tezahürleridir, maddenin en alt birimi olan atom altı partiküllerin aslının ışık olduğu pozitif bilim tarafından saptanmıştır. Bu ışınsal yapıların tezahür ederek içinden çıkıp geldiği ve değişim geçirerek tekrar ona döndüğü cevherin adı Tanrı’dır. Hz. Muhammed bu gerçeği 1400 sene evvel “Başlangıçta O vardı ve başka hiçbir şey yoktu” diyerek formüle etmiş, Hz. Ali de bu yargı hakkında fikrini soranlara “Hala öyledir” diyerek peygamberin yargısının şimdi de geçerli olduğunu, yani başlangıçta da, şu anda da var olan her şeyin Tanrının tezahürlerinden başka bir şey olmadığını ima etmişti. Çünkü var sandığımız tüm nesneler bizim algımıza göre vardır, oysa hepsi Tanrının bir var bir yok olan yansımaları, O’nun cevherinden türemiş terkiplerdir. Öyle ki, en önemsiz nesne bile Tanrıdandır, elbette insan da Tanrının tezahüründen başka bir şey değildir. İşte Hz Ali’yi, kaderin Tanrının sırrı olduğunu söylemeye zorlayan nedenlerden biri budur. Kendini Tanrısal cevherden ayırıp bağımsız bir varlık olduğunu sanan o devrin insanına, aslında Tanrının bir tezahürü olduğunu, dahası Tanrının ta kendisi olduğunu, dolayısıyla kaderini de kendinin çizdiğini Hz. Ali nasıl anlatabilirdi? Bu sırrı bir şekilde örtmesi gerekiyordu.
Şimdi denebilir ki, Tanrının cevherinden bağımsız bir varlığı olmayan insan, nasıl olur da kaderini Tanrıdan bağımsız çizebilir? Eğer tüm vücut Tanrıya aitse ne bağımsızlığımız, ne de kaderimizi çizecek irademiz var demektir. Bu itiraz, ancak Tanrının kendi cevherinden yarattığı parçalara müdahale ettiğini varsaydığımız takdirde geçerlidir. Oysa Tanrı müdahale eden değil, sadece olan’dır, her şeye istediği gibi olma iznini verendir. Evreni ayakta tutan Tanrı enerjisi işte bu yüzden nötrdür, yani varlıkların niyet ve iradelerine yanıt verecek şekilde ayarlanmıştır! En erdemsiz insan bile o nötr enerjiden istediği kadar servet ya da başarı çekebilir! Eğer yeterli irade ve istek varsa, kozmik enerji kişinin erdemli olup olmadığını sorgulamadan ona istediğini verir. Tanrının yaptığı tek iş, olanın olmasına izin vermektir. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ayetinin anlamı da budur, insanın tıpkı kendisi gibi nötr enerjiden istediğini çekip alabilmesini ve her istediği şeyi yaratabilmesini murat etmiştir. Başka bir deyişle, halifelik yaratma yeteneğini de kapsamaktadır. İşte bu yüzden insan kaderini belirleme yetki ve becerisine de sahiptir.
Peki insan bu yetkiyi nasıl kullanır? Hz. Ali’ye kader Tanrının sırrıdır dedirten ikinci neden işte bu noktada düğümleniyor. Şöyle ki, insan dünyaya gelmeden önce, öte alemdeki rehber varlıkların gözetiminde kendine bir hayat planı (kader) hazırlar. Plan varlığın dünyada öğreneceği ders ya da derslerle ilgilidir, yani olgunlaşmak için gereksinim duyduğu dersleri hayat planına koyar. Planın hazırlanmasında rehber varlıkların rolü tavsiyede bulunmaktan öte gitmez. Planı hazırlayan da, onaylayan da bedenlenecek varlıktır, yani müstakbel insandır. Eğer varlık ıstırabı ve yoksulluğu deneyimlemek istiyorsa, örneğin bir savaşın ortasında dünyaya gelmeyi seçebilir. Eğer alçakgönüllülüğü deneyimlemek istiyorsa, yoksul bir çevrede, yoksul bir aileden dünyaya gelmeyi isteyebilir. Eğer daha çabuk olgunlaşmak istiyorsa, örneğin bedensel bir özürle doğmayı seçebilir, çünkü çekeceği çile onu daha çabuk olgunlaştıracaktır.
Bundan sonrası görevli varlıklar tarafından ayarlanır, yani genetik yapı varlığın öğreneceği derse göre oluşturulur. Bu eskilerin fıtrat ya da mizaç dediği yaratılış özelliğidir. Bazılarına göre doğum anında burçların cenin üzerindeki etkisiyle, bazılarına göre genetik yapıdaki nedenlerle insanlar birbirlerinden farklı özellik ve güdülerle dünyaya gelirler. Farklılığın sebebi ne olursa olsun, gerçek olduğu kesindir, çünkü insanlar ayrı huy ve karakterde yaratılırlar. Bunlar doğuştan getirdiğimiz fıtri yeteneklerdir. Halk arasında “Huy canın altındadır” ya da “Can çıkmadan huy çıkmaz” şeklindeki deyimler, aslında bu gerçeğin ifadesinden başka bir şey değildir. Bazı insanlar sinirli, bazıları şen şakraktır. İyimserler kötümserler, girginler çekingenler, açgözlüler tokgözlüler, hırçınlar uysallar hepsi de ayrı yaratılıştadır. Bu nitelikler hayat planını (kaderi) etkileyen genetik kotlardır. Amaç, dünya okuluna gelen insanların robot gibi birbirine benzemelerini önlemektir, çünkü yaşamdaki devinim ancak bu farklılıklarla sağlanabilir, daha doğrusu insanlar birbirinden farklı oldukları zaman evrimleşebilirler. Çiçekler, hayvanlar ve ağaçlar nasıl çeşit çeşitse, insanlar da çeşit çeşit olmak zorundadır. Öte yandan, dünyaya gelecek varlığın hayat planındaki dersi öğrenip öğrenmemesi tamamen kendi iradesine bağlıdır. Tanrının insana dayattığı bir kader yoktur, hayat planını kabul eden de, ona uyup uymamayı özgür iradesiyle seçen de insandır.
Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir. İnsan kaderini kendi belirliyorsa, neden dünyada yaşarken hayat planını (kaderini) hatırlamıyor? Hatırlamıyor, çünkü doğum anındaki ilk çığlıkla birlikte “unutma perdesi” devreye giriyor ve insan bedenlenmeden önce onayladığı plandan habersiz özgürce seçimler yapmaya başlıyor. İyi ki öyle oluyor, aksi takdirde bir katil olacağını bile bile insan bu dünyada yaşayamazdı! Öyle ağır hayat planları vardır ki, hiçbir insan aklı tahammül edemez. Peki bir varlık bu denli ağır bir kaderi neden seçer? Çünkü ruh varlığı kaderini oluştururken daha çok olgunlaşmayı hedefler, bir ruh varlığının hayat planındaki güçlüklere bakış açısıyla, bedenlenmiş insanın bakış açısı tamamen farklıdır.
Görüldüğü gibi, Tanrının kaderle hiçbir ilgisi yoktur. Eğer Tanrı insanların kaderine müdahale edecek olsaydı, kimine iyilik, kimine kötülük etmiş olurdu, kimini doğuştan sakat, kimini sağlıklı, kimini yoksul, kimini de zengin yaratmış olurdu ki, bu da Tanrının adil sıfatıyla bağdaşmazdı. Eğer Hz Ali, kaderin bu yönüyle ilgili gerçekleri o devrin insanına anlatacak olsaydı, acaba kaç kişiyi inandırabilirdi? Bu yüzden, kader Tanrının sırrıdır, derin bir denizdir, dalmayın o denize demekle yetindi. Bırakın o devrin insanını, günümüz insanına bile Tanrının kaderle ilgisi olmadığını anlatmak, deveye hendek atlatmak kadar zordur!
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ali’nin Tanrının sırrıdır dediği kader açıklaması, bedenlenmeden önce öte alemde ruh varlığının onayladığı hayat planıyla (kaderle) ilgili, çünkü insan dünyada unutma perdesi yüzünden bu plandan habersiz yaşar ve kaderi sır perdesiyle örtülüdür. Hz. Ali’nin kaderle ilgili ikinci açıklaması, yani Şam’a sefere giderken arkadaşına verdiği yanıt ise, kaderin dünyadaki bölümüyle, yani hayat planına uyup uymamada kişinin özgür olduğu dünya yaşamıyla ilgili. Veliler Şahı’nın birbiriyle çelişir gibi görünen iki beyanı arasında aslında çelişki olmadığı aşikar.
Oysa Sünni İslam mezhepleri, ya kaderi baştan sona Tanrının belirlediğine, ya da insana kader konusunda kısmi bir özgürlük bahşettiğine inanırlar. Cebriye ekolü, insanın kaderini baştan sona Tanrının tayin ettiğini söyleyerek O’nu bir zalim durumuna düşürür ve Tanrının adil sıfatını hiçe sayar. Diğer Sünni ekolleri ise, irade-i cüzi’yi (sınırlı irade) kabul ederek insanın kaderini belirlerken kısmen özgür olduğunu söylerler. Bu görüşü savunanlar, bir orta yol bulduklarını sanarak kaderin oluşumunda aslan payını Tanrıya, sınırlı bir payı da insana verip ne şiş yansın ne kebap misali işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Bize göre bu görüş diğerinden daha abestir, çünkü kötü eylemlerin sorumluluğu dönüp dolaşıp yine Tanrının üstünde kalır! Sonuçta, insanın yetersizliği üzerine kurulmuş iki dinden avare bir görüştür.
Hz. Muhammed’e ait bir hadis, irade-i cüzi’yi savunanların görüşünü doğrular gibi görünse de, aslında bizim savunduğumuz tezi kanıtlayan ipuçları taşımaktadır. Yıkılmak üzere olan bir duvarın altından hızla geçen peygambere, “Neden acele ettiniz, eğer kaderinizde varsa o duvar yine de üstünüze yıkılabilirdi” diyen adama,“Allah’ın kazasından, Allah’ın kaderine sığındım” diye yanıt vermiştir, yani ben tedbirimi aldım, irademin ve aklımın gereğini yaptım, gerisini dünyaya gelmeden önce onayladığım, ama şimdi tamamen unuttuğum hayat planına (kadere) bıraktım demek istemiştir. Bu hadis de gösteriyor ki, kaderin oluşumunda insan iradesinin rolü mutlaktır.
Eğer kader konusunda durum Ehli Sünnet alimlerinin dediği gibi olsaydı, Hz. Ali’nin işaret ettiği sakıncalar ortaya çıkar, iyilik ve kötülük anlamını yitirir, söz ve sözü veren mazur gösterilebilir, peygamberler ve onlara indirilen kitaplar geçersiz olurdu. İnsan ise hiçbir sorumluluğu olmayan, hayvan mertebesinde basit bir varlık olmaktan öte gidemezdi. İnsanın özgür iradesi o denli etkindir ki, Tanrı buyruklarını dinleyip dinlememekte, hatta Tanrıya küfretmekte bile özgürdür! Tanrının, oya gibi bezeyerek en ince ayrıntısına kadar tasarlayıp vücut verdiği evrende bir despot gibi her varlığın kaderini belirlemesinin, sonucunu bildiği bir oyunu bıkıp usanmadan defalarca oynamasının hiçbir anlamı olamaz! Bu bakış açısı, Tanrıyı yaratıklarına kötülük yaptırtan, sonra da onları cezalandıran bir zalim durumuna düşürür ki, bu küfürle eşanlamlıdır. Sanki ihtiyacı varmış gibi Tanrıyı kuru bir tapıncın objesi haline getirenler, kendilerine verilen hilafet görevini ellerinin tersiyle geri çevirenlerdir.
Sonuç olarak, Hz. Ali kader hakkındaki sözleriyle idraki kıt insanları, kaderlerinden Tanrıyı sorumlu tutup O’nu bir zalim durumuna düşürmemeleri için “Girmeyin o denize, gitmeyin o yola” diye uyarıyor, elbette anlayanları ya da anlamak için çabalayanları!

19 Aralık 2007 Çarşamba

KURAL+ SEVGİ + AKIL = EVRENSEL DİN

Kadim Mısır mabetlerinin derinliklerinden süzülüp gelen tevhit inancı, Sina ve Arap Yarımadasında ortaya çıkan üç semavi dinle taçlanarak evrimini tamamladı. Sanıldığı gibi tek tanrılı din Musa ile başlamadı, ama onunla kendini açığa vurma cüretini gösterdi! Mısır ve Hint gibi merkezlerde, yaklaşık 3.700 yıl mistik örtülere sarılarak bir sır gibi saklanan ve halka dönük yüzünde çok tanrılı özellikler gösteren tevhit inancını eski Mısır’ın bilge rahipleri biliyor, ama halkın idrak düzeyi soyut bir Tanrıyı kavramaya yatkın olmadığı için açığa vurmuyorlardı. Musa’dan çok önce Hermes’in (Thot) Tanrının tekliğini vurgulayan açıklamaları bunun kanıtıdır. Hermes bir öğrencisine şöyle demişti: “Düşüncelerimizin hiçbiri Tanrı kavramını kuşatamadığı gibi, hiçbir lisan da onu tasvir edemez. Gayri maddi, görünmez ve şekilsiz olanı duyularımız kavrayamaz. Ezeli ve ebedi olan şu sınırlı zaman kavramıyla ölçülemez. Demek ki Tanrı dile ve söze sığmaz olandır. Tanrı bir ve Tektir. Öz olarak mevcut olan, cevher olarak yaşayandır, gökte ve yerde doğurulmamış yegane yaratıcıdır.” Ama kadim Mısır’da bu bilgi sadece inisiyelere açıklanıyor, halktan titizlikle gizleniyordu.
Musa’nın yaptığı iş, kendinin de eğitim gördüğü Mısır mabetlerinin gizli sırlarını açığa vurmaktan ibaretti. Kendinden önce yaşayan ilahiyatçı Firavun Amenofis IV’ün, (sonraki adı İhnaton ya da Ahen-Aten) Amon-Ra rahiplerinin nüfuzunu kırmak için kurduğu tek tanrılı din Musa’ya cesaret vermiş olabilir. Aksi takdirde, kavmini yıllarca çölde dolaştıran göçebe bir Yahudi’nin, bu kadar detaylı teolojik bilgiyi nasıl edinebildiğini açıklamak imkansız hale gelir. Tanrı emirlerinin kutsal sandıkta nasıl taşınacağından tutun da, rahiplerin giysilerini, ibadet yerlerinin düzenini en ince detaylarına kadar açıklayan, hijyen kuralları koyup teolojik hiyerarşiyi kuran, dahası “Vadedilmiş Toprak” ülküsünü her an diri tutmayı başaran bir adamın, çölde aniden beliriverdiğini söylemek safdillik olur. Hiç kuşkusuz Musa, kadim Mısır mabetlerinin bir ürünü ve binlerce yıl sır gibi saklanan tevhit inancının konuşan dilidir!
Musa’nın, ilk kez tevhit inancına ilişkin kurallar koyup uygulaması büyük başarıdır. Aynı kuralların, Mısır’ın bilge rahipleri tarafından kültür düzeyi hayli yüksek bir halka bir türlü öğretilemediğini düşünürsek, onun yarı barbar İsrail kavmini tek tanrıya inandırmasının ne denli zor olduğunu kavrayabiliriz. Nitekim mücadele oldukça sert geçmiş, Musa ile kavmi arasında sayısız sürtüşmelere yol açmıştır, ama Mısırlı rahip tüm engelleri aşarak tek tanrılı dinin iskeletini kurmayı sonunda başarmıştır. Daha evvel yaşamış hiçbir Yahudi peygamberinin bunu başaramaması elbette tesadüf değildi, çünkü hiçbiri yeterli teolojik bilgiyle donatılmamıştı. İbrahim ve benzerleri, Mısır geleneğinden gelen Melkisedek gibi bilgelerden kulaktan dolma bazı bilgiler edinerek çölü arşınlamış, ama teoloji kuracak gücü kendilerinde bulamamışlardı.
İsa’daki yumuşaklığa ve barışseverliğe bakarak, Musa’nın şeriatını fazla katı ve kuralcı bulanlar yanılmaktadır. Yarı barbar bir kavmi, yepyeni bir şeriatın içinde tutabilmek bilgi ve beceri isteyen bir iştir, vadedilmiş toprak ülküsü bile bu dehanın derinliğini gösterir. Ancak bu ülkü sayesinde İsrail kavminin beklentileri sürekli diri tutularak şeriat kuralları işlerlik kazanabilmiştir. İnsanlık, tevhit inancının iskeletini kuran Musa’ya çok şey borçludur.
İsa’nın avantajı, alt yapısı tamamlanmış bir ‘din evine’ gelmek olmuştur. Gelir gelmez olağanüstü zekasıyla şeriat evinde neyin eksik olduğunu kavramış ve hemen işe koyulmuştur. 1300 senedir katı şeriat kurallarıyla yönetilen insanlar, Roma lejyonlarının da baskısıyla iyiden iyiye bunalmış, özgüvenlerini yitirmişlerdi. İsa’nın yeteri kadar şiddet ve katılık içeren bu ortama sevgiyle yönelmesi, beklentileri iyi değerlendirdiğini gösterir. O günlerde evrensel din epey somurtkan, yaşam koşulları ise hayli çetindi. Bu durumda, insanları sevginin gücüyle rahatlatmak en uygun yoldu.
Aslında İsa’nın evrensel dine yapacağı katkı sekiz asır evvel İşaya peygamber tarafından haber verilmiş, dahası sevgi peygamberini desteklemekle görevli peygamberin (Yahya’nın) İsa’nın yolunu açacağı bile bildirilmişti. Öyle ki, İsa’ya sadece düğmeye basmak kaldı! Hazırlık o kadar aşikardı ki, sevgi peygamberini tarih sahnesine çıkaracak olanlar, onun İsrail kavminin hangi boyundan geleceğini, ne yapacağını bile önceden belirlemişlerdi. İşaya, sekiz asır evvel şu kehanette bulunuyordu: “Ve Yesse’nin kütüğünden filiz çıkacak ve kökünden bir meyve verecek ve dünyaya ağzının değneğiyle vuracak ve kötüyü dudaklarının soluğu ile öldürecek…ve kurt kuzu ile beraber oturacak ve kaplan oğlakla beraber yatacak.” Bu kehanet, İsa’nın dünyaya kılıçla değil, sevgi sözcükleriyle hükmedeceğini, kurtla kuzunun yan yana oturacağı bir barış ve kardeşlik ortamı yaratacağını sekiz asır öncesinden dünyaya ilan ediyordu.
Musa’nın iskeletini çatıp kurallarını koyduğu evrensel din, İsa peygamberle sevgi unsuruna kavuştu. Tevrat şeriatının katılığını kendine kalkan yapan ruhban sınıfının, İsa’nın dine getirdiği yeni soluktan rahatsız olması, bunu sık sık İsa’ya saldırarak göstermesi, hatta onu şeriatı inkar etmekle suçlaması tamamen kendi çıkarlarını korumaya yönelikti. İsa’nın bu suçlamalara verdiği yanıt çok anlamlıdır: “Ben şeriatı yıkmaya değil, yapmaya geldim.” Bu sözler, şeriat evinde tamamlanması gereken eksikler olduğunu, bizzat uygulayıcısının ağzından dile getirmekteydi.
Musa’nın kuralları ve İsa’nın sevgi dolu öğretisiyle güçlenen tevhit inancı, bir süre sonra eksik bir unsurun sinyallerini vermeye başladı. Kilise babalarının yanlış yorumlarıyla iş çığırından çıkmış, İncil’in sevgi öğretisinin dışına taşmıştı. Sevgi ve coşku o denli aşırıydı ki, onu dengelemek için aklın devreye girmesi gerekiyordu. Eski ve Yeni Ahitteki adı İnsanoğlu olmasına rağmen, İsa ‘Allah’ın Oğlu’ olarak takdim edilmeye başlanmış, kilise duvarları bu dogmayı destekleyen fresklerle süslenir olmuştu. Öte yandan; İsa’nın, havarilerin ve kilise babalarının ikon ve heykelleri, putperestliğe dönüşün sinyalini verir gibiydi!
Akıl unsurunu evrensel dine monte eden Muhammed’in ilk işi, bu tehlikeli gidişe dur demek oldu. Tanrının seçilmiş bir oğul edinmediği, bu tür iddialarda bulunmanın sapkınlık olduğu yolunda sürekli uyarılarda bulunan peygamber, resim yapmayı yasaklayarak hiç olmazsa kendi ümmeti içinde muhtemel bir putperestliğe set çekti. Hıristiyan kilisesi, başlangıçtaki yoğun çabalarına rağmen resim ve heykel yapımını önleyememiş, bu işin bir zümrenin gelir kaynağı haline gelmesine engel olamamıştı. Muhammed, tarihteki bazı uygulamalardan halkın önce sevdiği kişilerin resim ve heykellerini yaptığını, bir süre sonra da onlara tapmaya başladığını biliyordu. İslam’daki resim yasağının çok radikal bir tasarruf olduğunu söyleyerek peygamberi sanat düşmanlığıyla suçlayanlar, yasağın putperestliği önlemek için konduğunu bilselerdi, herhalde daha insaflı olurlardı.
Kuran ayetleriyle hadislerde, ilim ve aklı ön plana çıkaran söylemlerin çokluğu, Muhammed’in akla ne denli önem verdiğinin kanıtıdır. Bunlardan birkaçını sıralamakta yarar var: Akıl sahiplerine ve düşünenlere birçok ibretler vardır - İlim müminin yitiğidir, bulduğu yerde alır - İlim Çin’de bile olsa gidip alınız - Bir anlık tefekkür, bin yıllık ibadetten yeğdir - Alimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından kıymetlidir - Allah aklını işletmeyenin üstüne pislik yağdırır. Muhammed’i kehanette bulunmadığı, mucize göstermediği için küçümsemeye kalkanlar, peygamberin bu sözüm ona eksiğini evrensel dine monte etmeye çalıştığı akılcılıkta aramalılar. Onun başarmaya çalıştığı şey ne kehanet, ne de mucizeydi, tevhit inancında yeteri kadar kehanet, yeteri kadar mucize zaten vardı. Olmayan ya da eksikliği hissedilen tek şey akıldı. “Ben ahlakı tamamlamak için ba’solundum” şeklindeki hadis, evrensel dindeki eksiği çok iyi kavradığının kanıtıdır. Hadisteki ahlak kelimesi ise, doğrudan doğruya evrensel dine yapılan bir göndermedir. Kısaca, Musa’nın iskeletini kurduğu, İsa’nın sevgi unsuruyla donattığı ahlak, Muhammed’le akıl unsuruna kavuşturulup kemale erdirilmiştir.
Bu noktada, dünyadaki tüm din adamlarına ve ilahiyatçılara sorulması gereken şudur: Vahyin kaynağı TEK midir, yoksa ÜÇ mü? Eğer kaynak TEK ise, din de TEK olmak zorundadır. Eğer vahyin kaynağı ÜÇ ise, dünyada ÜÇ ayrı din olmasında bir terslik yoktur, yani üç ayrı tanrıdan üç ayrı din indirilmiş demektir. Ama tevhit inancı kaynağın TEK olduğunda ısrarcıdır, indirilen kitaplar da, gönderilen peygamberler de bunu doğrulamaktadır. Çünkü gelen hiçbir peygamber kendinden önceki kitabı ve peygamberi inkar etmemiş, aksine yüceltmiştir. Öyleyse, üç ayrı din kurdurup insanları birbirine boğazlatan üç ayrı tanrıyı kim yarattı? Peygamberler ve kitaplar birbirlerini onayladıkları halde, neden ümmetler bir önceki dini ve peygamberi inkar ettiler? Neden Museviler İsevileri, İseviler ise Muhammedileri dışladılar? Ya durum yukarda tespit ettiğimiz gibidir, yani tek Allah’ın dini de tektir, ya da insanlık üç ayrı tanrının varlığını kabul edip üç ayrı din kurarak putperestliğe yönelmiştir!
Öte yandan, hak din bizimkidir, diğerleri sahtedir demek hiçbir şey dememektir. Çünkü hak dine mensup olduğunu iddia eden, inkar ettiği dinin kaynağını sorgulamaktan acizdir, elinde iddiasını kanıtlayacak hiçbir delil yoktur. Bizzat Tanrı doğrulamadığı sürece hangi dinin sahte, hangisinin gerçek olduğu kuru bir iddia olarak kalmaya mahkumdur. Bu noktada tek ölçü, birbirini izleyen peygamber ve kitapların beyanlarıdır, bu beyanlar birbirini yalanlıyor mu, yoksa doğruluyor mu? Yukarda da belirttiğimiz gibi, hem peygamberler, hem de kitaplar kaynağın tek olduğunda hemfikirdirler. Öyleyse her din hak dindir, daha doğrusu her biri evrensel dinin bir aşamasıdır.
Sonuç olarak, kadim Mısır’dan başlayıp Muhammed’de son bulan tevhit inancı, KURAL, SEVGİ, AKIL üçgeninde evrimleşerek amacına ulaşmıştır. Muhammed’in son peygamber olduğunu söylemesi, bir anlamda evrensel dinin evriminin sona erişinin de ilanıdır. Kısaca, mevcut dinler öyle sanıldığı gibi üç ayrı din değil, evrensel tek bir dindir. Evrensel Kelam’ın binlerce yıl süren evrimini göremeyip ayrıntılara takılanlar onun özünü asla kavrayamazlar. Kendi dinlerini ön plana çıkarıp diğerlerini küçümseyenler, Tanrının insanları birleştirmek için değil bölmek için peygamber ve kitap gönderdiğini sananlar, spor kulübü tutar gibi din tutanlar Tanrının hikmetinden nasipsiz olanlardır. Gönderilen her kitap, her peygamber insanlığı bir üst basamağa taşıma amacı gütmüştür. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık Evrensel Dinin üç ayağıdır, KURAL, SEVGİ, AKIL’dan oluşan bir sacayağı! Bir gün, tevhit inancının özünü kavramış evrensel çocuklar, dünya denen gezegenin kaderine hükmedecektir.

12 Aralık 2007 Çarşamba

İKİ TANRI, İKİ İNSAN

13. yüzyılda yaşamış ünlü sufilerden Azizüddin Nesefi, İnsan-ı Kamil adlı eserinde, Şia ile Ehli Sünnet mezheplerinin Tanrı anlayışını kıyaslarken şöyle diyor: “Bazılarının dediklerine göre, yüce Allah ezelde her şeyin zatı ve sıfatını, miktarını bilmiştir. İşte bu Allah’ın takdiridir, yani onun ilmi takdiridir. Bu taife Şia’dır. Bazılarının dediklerine göre ise, yüce Allah ezelde her şeyin zatı ve sıfatını, miktarını bilmiş ve istemiştir. Bu Allah’ın takdirinin manasıdır, yani onun ilmi ve iradesi takdiridir. Bu taife de Ehli Sünnet’tir.”
Bu cümleyi basitleştirirsek, Azizüddin Nesefi’nin ne demek istediğini daha iyi anlarız. Şia mezhebine göre, Tanrı ta başta yaratılan her şeyin zatını, sıfatını ve miktarını bilir. Bu onun ilminin gereğidir ve hiçbir şey Tanrının bilgisinin dışında değildir. Ehli Sünnet mezhebine göre ise, Tanrı ta başta her şeyin zatını, sıfatını ve miktarını bilir ve ister. Hiçbir şey onun ilminin ve isteğinin dışında değildir. İlk bakışta bu iki tanım arasında pek fark yok gibi görünüyor. Oysa dağlar kadar fark var! Şöyle ki, Şia’ya göre Tanrı her şeyin bilgisine sahip bir ilim sahibidir, Ehli Sünnete göreyse hem ilim sahibi, hem de istek sahibidir. Başka bir deyişle, yaratıkları hakkında hem bilgisi vardır, hem de iradesiyle onların ne yapacağını tayin eder. Tanrı birinde sadece bilenken, diğerinde hem bilen, hem de müdahale edendir. Sonuçta bu iki tanımdan iki Tanrı anlayışı ortaya çıkar. Şia’nın Tanrısı insanın hareketlerine karışmayan, ama her şeyin başlangıç ve sonunu bilen bir ilim sahibidir. Ehli Sünnet’in Tanrısı ise, yaratıklarına müdahale eden, onların ne yapacağına karar veren bir ilim sahibidir.
Nitekim Azizüddin Nesefi, aynı kitapta bir paragraf altta bu iki Tanrı anlayışına tekabül eden iki insan tipini şöyle tarif etmektedir: “Eğer O’nun ilmi O’nun takdiriyse, bu takdire göre bütün insanlar sözlerinde, hallerinde ve her şeyde muhtar olurlar. Dilediklerini yerler, istediklerini söylerler, istediklerini yaparlar. Eğer O’nun ilim ve iradesi O’nun takdiriyse, bu takdire göre bütün insanlar sözlerinde, hallerinde ve her şeyde mecbur olurlar. Allah’ın dilemiş olduğu şeyi yerler, söylerler ve yaparlar. Çünkü Allah’ın ilmi insanların ihtiyarına mani olmaz, ama Allah’ın iradesi insanların ihtiyarına engel olur.” Yani Azizüddin Nesefi demek istiyor ki, Şia’nın Tanrı anlayışına denk düşen insan hareketlerinde serbesttir. Tanrı onun ne yapıp yapmayacağını, sonunun nasıl olacağını bilir, ama şu ya da bu davranışı seçmesine, iyi ya da kötüye yönelmesine karışmaz, onu serbest bırakır. Ehli Sünnet’in Tanrı anlayışına denk düşen insan ise, hareketlerinde serbest değildir, doğruyu ve yanlışı seçerken Tanrının iradesine uyar.
Bu iki Tanrı, iki insan anlayışı İslamiyet’teki ayrılıkların ve değişik uygulamaların temelini oluşturmuştur. Ehli Sünnet alimlerine göre Tanrının iradesi olmadan yaprak bile kımıldamaz, insan ne yaparsa, Tanrı tarafından önceden belirlenen bir kadere göre yapar, kimin iyi kimin kötü olacağına o karar verir, insanın istek ve iradesinin hiçbir hükmü yoktur. Bu anlayışta insan Tanrının oyuncağı gibidir, bir robot gibi önceden belirlenen rolünü oynar ve gider. Ehli Sünnet mezhebi insana hiçbir sorumluluk yüklememiş, irade özgürlüğü tanımamıştır. Bu arada Tanrı da bazı insanlara bile bile kötülük yaptırtan, onlara eziyet eden bir zorba konumuna düşürülmüştür! Kısaca, Tanrının mutlaklığını yüceltmek pahasına insanın iradesi adeta sıfırlanmıştır. Her ne kadar Cebriye ekolu dışındaki Ehli Sünnet mezhepleri irade-i cüzi’yi (sınırlı sorumluluk) kabul etmişlerse de, değindiğimiz çerçevenin dışına pek çıkamamışlardır.
Ama Şia mezhebinin insanları irade özgürlüğüne sahip varlıklardır. İyiyi ya da kötüyü seçmekte serbesttirler. Tanrı, sorumluluğunu taşımadıkları eylemler için onları cezalandıran bir zorba değil, aksine esirgeyen ve bağışlayan adil bir varlıktır. Şia’ya göre evrende her şey kendim ettim kendim buldum mantığıyla işlemekte, insanın özgür iradesinin egemen olduğu bir yaşam tarzı hüküm sürmektedir. Şia imamlarının, özellikle Hz. Ali’nin içtihada (görüş) verdiği önem bu farklı Tanrı anlayışından kaynaklanır. Şiiler, hiçbir sorumluluk taşımayan bir robot yerine, seçimini özgür iradesiyle yapan, eylemlerinden sorumlu olan insan tipini yeğlemişler, Tanrıya ise adil bir varlığa yaklaşır gibi sevgiyle yaklaşmışlardır. Bu yüzden Alevi ve Bektaşiler, Şii olmadıkları halde insanı her şeyin merkezine koyan, Tanrıya sevgiyle yönelen insanlardır. Öte yandan, özgür iradesi, dolayısıyla seçme hürriyeti olmayan insanların cennet ya da cehenneme hangi gerekçeyle gideceği de ayrı bir konudur, özgür iradesi elinden alınanların Tanrı karşısında sorumluluğu da olamaz.