Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

22 Şubat 2009 Pazar

KİMLİKLER BAŞ BELASIDIR!

İnsanoğlu bir kimliğe sahip olduğunda kendini güvende hisseder, yalnızlık ve değersizlik duygusundan kurtulduğunu sanır. Her kimliğin bir süreliğine insanı rahatlattığı doğrudur, ama büyü bozulduğunda eskisinden daha huzursuz ettiği de doğrudur. Arayış asla sona ermez, kurtuluş vadeden her kimlik yeni bir hayal kırıklığı ve yeni bir arayışla sonlanır. Sürekli aranan, ama bir türlü bulunamayan o şey nedir?
Edindiği her kimlikle, Tanrının bir parçasını deneyimler insanoğlu, başlangıçtaki tatmin duygusu, o küçük parçayı deneyimlemekten kaynaklansa da, asla aranan şeyin tümü değildir. Örneğin, bir kadına aşık olmak, Tanrının zerresine aşık olmaktır, tümüne değil! Bir ulusa, dine, ideolojiye bağlanmak da öyledir, insanı ancak bir süre avutur. Gerçek şu ki, insandaki Tanrısal cevher aslını aramakta, ama sadece kopyaya ulaşabilmektedir! İşte bu yüzden değersizlik duygusu kişiyi asla terk etmez, yani parça bütünün yerini tutmaz. Kısaca, külli şuura ulaşmadıkça insan rahat yüzü görmeyecek, ne aradığını bilmeden kimlik deryasında aslını aramaya devam edecektir.
Kimlikler bir anlamda baş belasıdır, çünkü hepsi birbiriyle kavgalıdır! Kavga etmeyen kimlik hemen hemen yok gibidir. Meslekler, partiler, sendikalar, devletler, ordular, hatta bayrak ve flamalar bile kavgalıdır! İnsan bir ulus kimliği edindiğinde diğer uluslardan, bir din edindiğinde diğer dinlerden, bir ideoloji edindiğinde diğer ideolojilerden, bir futbol kulübü tuttuğunda diğer kulüplerden kendini yalıtır. Giderek öteki uluslara, dinlere ve ideolojilere yabancılaşır, onlardan üstün olduğunu iddia eder. Edinilen her kimlik, insanı birilerinden ya da bir şeylerden koparır, sonunda Tanrısal cevher kimlik yığınının altında kaybolup gider. Bir noktadan sonra, parçaları bir araya toplayıp salt insan olmak artık imkansızdır.
Sıradan insan kimliksiz yaşayamaz, bir şeye, bir yere tutunmak zorundadır, aksi takdirde kendini boşlukta hisseder. Aslında kimlikler evrimi kolaylaştıran değerli araçlardır, toplumda sürekli sürtüşme yaratıp insanın bir an evvel olgunlaşmasını sağlarlar. Ama bu tarz olgunluk sancılı bir süreçtir, kişi mutluluk ve ıstırap salıncağında bir o yana bir bu yana sallanarak düşe kalka ilerler. Ancak ölüm son noktayı koyduğunda, kimliklerle oynanan bu garip oyunun ne işe yaradığını anlar insan. Sağken çok değer verdiği, üstüne titrediği kimliklerinin şimdi yerinde yeller estiğini, öte alemde kimliksiz de yaşanabildiğini, Tanrısal çekirdeğin dünyasal hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını idrak eder.
Kimliksiz yaşayabilmek ermişlere has bir ayrıcalıktır! Onların ne ulusa, ne dine, ne de ideolojilere ihtiyacı var. Dünyaya özgü şeylerin geçici olduğunu bilir, maddi hiçbir şeye bel bağlamazlar. Bu yüzden bir lokma bir hırkayla yetinir, gösterişten uzak dururlar. Onlara göre kimlik, egosunu tatmin etmek için insanoğlunun kullandığı gereksiz bir örtüdür. Ne var ki sıradan insan bir kimliğe bürünmeden dünyayı sahiplenemez. Sahiplenme hırsı ise tüm kötülüklerin anasıdır, arzular arzuları doğurur, ama hepsinin altında arzuları tetikleyen kimlikler yatar. Sonuç olarak, kimlik dünya insanının giysisidir, bir süre giyilip yıprandığı zaman çöpe atılan hem değerli, hem de değersiz bir giysi!



13 Şubat 2009 Cuma

KİM BU CANAVAR?

İncil’de Yuhanna’nın Vahyi bölümünde, yedi başlı, on boynuzlu, başları üzerinde yedi tacı olan bir canavardan söz edilir. Kehanete göre, canavar başında on iki yıldızlı taç taşıyan gebe bir kadının önünde doğar doğmaz çocuğunu yutmak için beklemektedir. Kadın, milletleri demir çomakla güdecek bir erkek doğurur, çocuk doğar doğmaz Allah’ın tahtının yanına götürülüp koruma altına alınır. İnsanı sürekli itham ettiği için Tanrıyla ihtilafa düşen canavar, Başmelek Mikael’in ordusuyla göklerde cenk eder, savaşı kaybederek yeryüzüne atılır. İnsanları azdırmak için Tanrıdan kıyamete kadar izin alır, denizden çıkan yedi başlı, on boynuzlu ve boynuzları üzerinde on tacı, başları üzerinde küfür isimleri yazılı bir başka canavara tahtını ve yetkisini devrederek insanları kendine secde ettirmeye çalışır. Yerden çıkan iki boynuzlu bir başka canavar ise, denizden çıkan canavarın yetkilerini kullanarak herkesi ona secde etmeye zorlar, insanların sağ ellerine veya alınlarına damga vurdurur, bu damgayı taşımayan hiç kimseye alış veriş ettirmez. Canavarın adı veya adının sayısı, insan sayısı olan 666’dır.
Bazı yorumcular, göklerdeki savaşı kaybederek yeryüzüne atılan birinci canavarın Lusifer’i, yani şeytanı simgelediğini, denizden çıkan yedi başlı on boynuzlu ikinci canavarla yerden çıkan iki boynuzlu canavarın, şeytanın dünyadaki işbirlikçilerini temsil ettiğini söylerler. Hatta canavarın boynuz sayısının, gizli şer örgütünün üye sayısını simgelediğini söyleyenler bile vardır. Onlara göre iblis, dünyadaki bazı elitleri kullanarak yeryüzünde egemenlik kurmaya çalışmaktadır.
Oysa biz, göklerdeki savaşı kaybederek yeryüzüne atılan canavarın şeytanı değil, insan egosunu simgelediğine inanıyoruz. Tanrının kendi mülkünde habis bir ur yaratması, üstelik ona kıyamete kadar süre tanıması hiç inandırıcı değil. Tevhidin Tanrısı ne böyle düzenlemeler yapar, ne de canavarları insanlara musallat eder! O’nun gücü hiçbir şey yapmamasından, yani ne olmak istiyorsa, o olması için herkese izin vermesinden kaynaklanır. Eğer Tanrı yapıp eden bir güç olsaydı adil olamazdı, kayıran, taraf tutan olurdu. Tanrının bu niteliği göz önüne alındığında, vahiydeki canavarın neyi simgelediği bellidir.
Şu anda dünyada insan egosundan daha tehlikeli bir canavar yoktur. Ego o kadar gaddar, o kadar bencildir ki, milyonlarca insanın tek bir savaşta telef olmasına aldırmaz, milyonlarca bebeğin hastalık ve açlıktan ölmesine göz yumar, konfor ve zenginlik uğruna akarsuları ve denizleri sanayi atıklarıyla kirletir, şehirlere atom bombaları atıp binlerce insanı bir anda yok eder, ölüm kusan silahlarla ülkeleri harabeye çevirir. Egonun vahşeti yanında canavarın esamisi bile okunmaz. Yuhanna canavardan dem vururken, aslında insan bedeninde gizlenen yırtıcı bir güçten, yani egodan söz etmekteydi. İnsanoğlu oldum olası şeytanı da, Tanrıyı da dışarda aramış, iç alemine bakmayı hiç düşünmemiştir, eğer düşünebilseydi, Tanrının vicdanında, şeytanın da nefsinde gizlendiğini anlardı! Ama egoyu canavar haline getiren Tanrı değil insandır, her şeye izin veren Tanrı, insanın ister egosuyla, isterse vicdanıyla iş görmesine de izin vermiştir. Kısaca, yaptığı her işten sorumludur insan, eylemlerinin sorumluluğunu asla var olmamış bir canavara yıkamaz.
Yuhanna, canavarın insan egosunu simgelediğini elbette biliyordu. Armagedon’da, yani insan bedeninde yapılacak son savaşta vicdan tarafından bozguna uğratılacağını da biliyordu. Ama vahyi gönderenler, canavarın kimliğinin uzun bir süre insandan gizlenmesini istediler, bu yüzden vahyin sonuna kehanete bir şey eklemeyi ya da çıkarmayı yasaklayan bir mühür vurdular! Besbelli canavarın kimliğinin merak edilmesini, üzerinde enikonu düşünülmesini istiyor, insanoğlunun gizli şeylere ilgi duyduğunu biliyorlardı.

3 Şubat 2009 Salı

KÜRESELLEŞME VE RUHSALLIK

21. yüzyıla damgasını vuracak iki olgu var: Küreselleşme ve ruhsallık. Birbiriyle ilgisiz gibi görünen bu iki kavram, dünyayı insanlık tarihinde asla şahit olmadığımız ölçüde değiştirecek. Değişim, küreselleşme karşıtlarının ve ruhsallıkla ilgili her şeyi elinin tersiyle itmeyi alışkanlık haline getirenlerin sandığı gibi tek yönlü bir olay değil. Hem hayır hem de şer güçleri, amaçlarına ulaşmak için küreselleşme ve ruhsallığın uygun kavramlar olduğunu düşünüyor, her ikisi de aynı atlara oynuyor!
Beğensek de beğenmesek de, önümüzdeki yıllar kesinlikle dinsel bağnazlıkların, ulusal söylemlerin ve bencil duyguların hüküm sürdüğü bir zaman dilimi olmayacak. Bunun böyle olması hem hayır, hem de şer güçlerinin planına uygun, her iki taraf da ulusal söylemleri terk etmiş, dinsel bağnazlıklardan arınmış bir dünya istiyor. Ne var ki, insanoğlu olaylara ya inanç ya da ideoloji gözlüğüyle baktığından çevresinde meydana gelen olayları doğru okuyamıyor.
Şer güçleri, yani insan egosunun yönlendirdiği güçler, küreselleşme rüzgarının olabildiğince hızlı esmesini ister, engelleri silip süpürecek kadar hızlı. Onlara göre, sermayenin uluslar arası olduğu bir dünyada ulusal söylemlerin de, dinsel bağnazlıkların da yeri yoktur. Bu amaçla ulusalcı yerel derebeyleri temizleme hareketini çoktan başlattılar. Afganistan ve Irak’tan sonra sıra İran, Suriye ve Kuzey Kore’ye gelecek. Amerika’nın Irak’a müdahalesini salt petrol kaynaklarına el koyma hareketi diye algılayanlar yanılıyorlar, çünkü müdahale şer cephesinin oluşturmaya çalıştığı “yeni dünya düzeninin” bir parçasıdır. Büyük Orta Doğu Projesi ise, Orta Doğu’da başına buyruk yerel derebeyleri sindirme ve küreselleşmeye entegre etme hareketinden başka bir şey değil. Şu anda dünya onların planına uygun olarak küreselleşme sancıları çekmekte, Avrupa Birliği’nden sonra Amerika ve Asya kıtalarında oluşacak yeni birliklere hazırlanmakta. Bu arada BOP kapsamında, belki de İsrail’in önderliğinde dördüncü bir güç ortaya çıkabilir. Gelişen olaylar bunun güçlü bir olasılık olduğunu gösteriyor.
Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Şer güçleri ulusal bilinci dünyadan kazımayı mı amaçlıyor? Elbette hayır, şimdilik bunu başaramayacaklarını onlar da biliyorlar, hatta ılımlı bir ulusalcılığı teşvik bile edebilirler. Her ulusun, kendi rengini koruyarak diğer uluslarla birarada kardeşçe yaşaması onlar için yeterli. Yeter ki ulusal kimlik düşmanlık ve kavga aracı haline gelmesin, çünkü uluslar arası sermaye düşman ulusların coğrafyasında serbestçe dolaşamaz, her zaman istikrar arar. Başka bir deyişle, şer güçleri küreselleşmiş bir dünyada ulusların kimliklerini korumalarına katlanacak, ama bu kimliği kavga aracı, özellikle yabancı sermaye düşmanlığı haline getirmesine de izin vermeyecektir.
Hayır güçlerinin küreselleşme planı ise şer güçlerininkiyle bire bir örtüşmekte. Onlar da insanlığı kamplara bölen ulusal söylemlerin törpülenmesinden, hatta nötralize edilmesinden yanalar. Gerçekleştirmek istedikleri “birleşik insanlık realitesi” böyle olmasını emrediyor. Sınırlarla birbirinden ayrılmış, ulusal söylemlerle ajite edilmiş bireylerin yekpare bir insanlık oluşturması için, toplumların kin ve nefretten arındırılıp Tanrının ağzına layık bir lokma olması gerekiyor! Küçük topluluklar halinde sessiz sedasız çalışan ışık işçileri, dünyanın dört bir yanında kendi küresel hedeflerinin yolunu açmaya çalışıyorlar. Ama hayrın asıl tanrısal güçleri henüz tarih sahnesine çıkmış değil. Görünmez boyutlardan dünyada olup biteni izlemekte, şeytanın (şer güçlerinin) işini tamamlamasını beklemekteler! Çünkü Tanrı her zaman işini şeytana gördürür! Meyvenin olgunlaşmasını bekler, zamanı geldiğinde “göklerin ordusu” duruma el koyar! Şer güçleri elle tutulur, gözle görülür olduğu için varlığından kuşku duyulmaz, ama iş Tanrının ordusuna gelince kafalarda kuşkular belirir. Onun bir ordusu elbette var, bu gezegen sahipsiz değil, hiçbir zaman da olmadı.
Şer güçlerinin ruhsallık konusunda da bir planları var. Onlara göre, ulusların kavgalı olduğu bir dünya ne kadar küreselleşmeye engelse, dinlerin kavga ettiği dünya da o kadar engel. Ellerinden gelse tek din, tek devletten oluşan “yeni dünya düzenini” hemen yürürlüğe koyarlar. Nitekim İllüminati adlı gizli örgütün, tek bayraklı, tek dinli, koyu faşizmle yönetilen bir polis devleti kurmayı amaçladığı söyleniyor, ama şu anda ulaşılması zor bir hedef bu. Şimdilik, “dinler arası diyalog” gibi daha yumuşak bir yaklaşımla dinleri küreselleşme sürecine entegre etmeyi amaçlıyorlar. Dinler arasında diyalog kurulabilmesi için, elbette dünyanın bir “medeniyetler çatışmasından” geçmesi gerekiyor! Medeniyetler çatışması teorisinin rüzgarını arkalarına alıp, İkiz Kuleler Olayını bahane ederek Asya’da at oynatmaları elbette tesadüf değil. Şer güçlerini yönetenler, Hegel diyalektiğini en iyi kullanan kişiler olsa gerek, dinler arasında diyalogu, ancak dinler arasında çıkacak bir gerginliğin başlatacağını çok iyi biliyorlar.
Hayır güçlerinin ruhsallık konusundaki planları da rakiplerininkine benziyor. Onlar da birbirine düşman dinlerin “birleşik insanlık realitesini” engellediğine, dahası ruhsallığı iğdiş ettiğine inanıyorlar. Ruhsallık derken, üç semavi dinin şimdiye dek vazettiği ruhsallıktan söz etmiyoruz. Onlar, yeni dünyanın gereksinimlerine cevap veremedikleri için zaten silinip gidecekler. Birbirleriyle didişen, inanç pastasından daha büyük pay almak için yarışan dinler artık genç nesilleri avutamıyor, binlerce yıldır görkemli binalarda yapılan ruhsuz ayinler, artık insanlara bunalımdan çıkış yolunu gösteremiyor. Gelecekte ışığı destekleyenlerin dini tevhit inancı olacak, yani insanın Tanrıyı kendi benliğinde deneyimleyeceği, ruhani bir aracıya ya da kuruma ihtiyaç duymadan Tanrıyla haşir neşir olabileceği bir din. O dinde belki mabede bile ihtiyaç olmayacak, belki ruhani hiyerarşiler bile yoklara karışacaklar. O gün geldiğinde, insanlar bir zamanlar din adına boğazlanan hemcinslerini dehşetle anacak, engizisyon mahzenlerinde yapılan işkenceleri, diri diri yakılan insanları, zina yaptı diye taşlanarak öldürülen kadınları tüyleri ürpererek hatırlayacaklar. Bu tablonun, hayali geniş biri tarafından vazedilen bir ütopya olduğunu düşünenler, yanıldıklarını bu yüzyıl sona ermeden anlayacaklar.
Geleceğin dünyası, bireyin bencil duygularıyla değer yargılarını da tümüyle dönüşüme uğratacak. Artık hiç kimse soyunun yüceliğiyle, ulusunun ve dininin önemiyle, dilinin ve kültürünün niteliğiyle değerlendirilmeyecek. Yeni dünyada bireyin bir insan olarak ne ifade ettiği, ulusuna ve ailesine değil, insanlığa ne kattığı sorgulanacak. Bireyi birey yapan kriterler daha evrensel bir anlam kazanacak, örneğin fedakarlık, insan severlik, doğa severlik, tüm yaratıklara duyulan merhamet ve hoşgörü, zulüm ve zorbalığa direnç geçer akçe olacak. Artık birey kendi ulusuna mensup olmayan sanatçı ya da bilim adamını insanlığa yaptığı katkıdan ötürü hiç gocunmadan sevebilecek, kendi dininden olmayan birine şapka çıkarabilecek. Bu tavır insanın riyadan arınmasını da sağlayacak, oluk gibi kan akıttığı için ulusal kahraman ilan edilen kendi ulusuna mensup bir kasabı yüceltmek zorunda kalmayacak, vatan ve bayrak için savaşmanın vahşet olduğunu söylemekten çekinmeyecek. Küreselleşme ve ruhsallık, ışık ve karanlık, hayır ve şer, bunların hepsi kelime, hepsi etiket! Arif kişi kelimelerin ardında gizleneni bilir, bir yanda vicdan, bir yanda ego. Vicdan ışığın güçlerini yönetir, ego ise şerrin! Sonunda zafer vicdana nasip olacak, çünkü Tanrının ezelde insana verdiği sözdür bu. Dünyanın kaosa sürüklendiğine, insanoğlunun şer güçlerine yem olacağına inananlar yanılıyor, bu gezegen şerre teslim olsun diye yaratılmadı. Biz farkında olmasak da, ilahi saat tüm dakikliğiyle işlemeye devam ediyor