Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

25 Ocak 2009 Pazar

BAŞARININ BAŞARISIZLIĞI!

İnsan hayattaki başarısını manasına değil maddesine endekslemiş, ruhuna boş verip bedenini tatmin etmeye çalışmıştır. Eğer refah içindeyse, eğer işinde yeteri kadar para kazanıyorsa, eğer toplumda saygın bir yer edinmişse, kendini başarılı saymıştır. Ne var ki bu başarıların hiçbiri beklediği huzuru getirmemiş, bu yüzden başarıdan başarıya koşma işi asla sona ermemiştir. Bunca çabaya rağmen insanın iç huzurunu neden yakalayamadığını iyi irdelemek gerekir. Kalıcı mutluluk nasıl sağlanabilir, onu nerede aramalı? Günümüzde yaptığı mucizelerle insanları şaşkına çeviren Hintli ermiş Sathya Sai Baba bu konuda şöyle diyor: “Yüksek maddi hayat standardı düşüncesi toplumu harap etmiştir. Arzular hiçbir zaman tatmin edilemez, aksine ihtiyaçların üremesine, bunun sonucunda da dertlere ve hayal kırıklıklarına yol açar. Lükse, aşırı tüketime duyulan açgözlülüğün yok edilmesi için alçakgönüllülüğe, bağımsızlığa ve merhamete ihtiyacınız var.”
Sai Baba’dan önceki ermişler de aynı konuya dikkat çekmiş, arzuların mutsuzluk kaynağı olduğunu defalarca dile getirmişlerdi. Ne var ki, arzu geçmişte dünyanın dengesini bozacak boyuta henüz ulaşmamıştı, oysa günümüzde artan nüfusla orantılı olarak tehlikeli bir düşman haline gelmiştir. Bugün insanoğlu dizginleyemediği isteklerinin kurbanı olmakta, dünyanın dört bir yanında orman kanunu uygulanmaktadır. Artık büyük balığın küçük balığı yutması sıradan bir şeydir, insanların maddi refahı yakalamak için hemcinslerini itip kakması da. Sai Baba’nın dediği gibi, alçakgönüllülüğe ve merhamete şimdi her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Sıradan insana başarı gibi görünen eylemlerin yoğun başarısızlık sergilediği günlerde yaşıyoruz. İnsanoğlu bu gezegene niçin geldiğini unutmuştur. Bilgelik ve sevgi bir kenara itilmiş, bencillik ve köşe dönmecilik sosyal hayata egemen olmuştur. Herkes yırtıcı hayvana rahmet okutacak bir açgözlülükle kardeşlerinin kanını emmekte, onların çaresizliğiyle beslenmektedir. Sai Baba, dünyaya geliş nedenini açıklarken insanlara güçlü bir mesaj veriyor: “İnsanlığın tarihine, yalancılığın başarısızlığa uğrayacağı, gerçeğin muzaffer olacağı ve erdemin hükmedeceği altın bir sayfa yazmak için geldim. O zaman insanları kudretli kılacak şey bilgi, icat becerisi ve servet değil karakter olacak, bilgelik ulusların konseylerinde baş tacı edilecektir.” Maddi çıkar için canavar kesilme aslında korkudan kaynaklanmakta, insan kendini güvende hissetmek için çevresini kırıp dökmekten başka çare olmadığını düşünmektedir. Oysa Tanrının halifesi olarak yapması gereken şey, Sai Baba’nın dediği gibi nefsi merhamet sunağı üzerinde çarmıha germektir, insan ancak o zaman dünyadaki misyonunu yerine getirmiş olur.
Günümüzde baş tacı edilen başarı kriterleri elbet durup dururken ortaya çıkmadı, ilkokul sıralarından itibaren maddi başarıya yönelik kriterler gençlerimizin beyinlerine nakşedildi. Okuyup büyük adam olma motivasyonu bile, bir meslek sahibi olup bol para kazanma ve toplumda saygın bir yer edinmeyle eşanlamlı. Yüksek insanlık değerlerinin, iç huzurunun, sevgi ve bilgeliğin bu eğitimde esamisi bile okunmuyor. Bu değerlerden yoksun bireylerin sosyal hayatları da, ticaret ahlakları da elbet maddiyata yönelik olacak. Sathya Sai Baba, eğitim kurumlarının nerede yanlış yaptığını şu sözlerle dile getiriyor: “Karakter olmaksızın eğitim, insan severlik olmaksızın bilim, ahlak olmaksızın ticaret yararsız ve tehlikelidir.” Önümüzdeki yıllarda eğitim kurumlarındaki kofluk iyiden iyiye göze batacak, insanlık nerede yanlış yaptığını enikonu düşünmeye başlayacak. O gün geldiğinde, eğitim kurumlarına yön verenlerin Sai Baba’nın uyarılarını dikkate alacaklarını umarız. Ermiş, eğitim konusuna ilişkin görüşlerini de şöyle açıklıyor: “Eğitim nasıl yaşanacağına ilişkin olmalıdır, nasıl para kazanılacağına değil. Günümüzde eğitim okumuş insanlara yiyecek, giyecek ve barınak temin etmekte, bunlar başarıldığında görevinin sona erdiği sanılmaktadır. Her ülkenin en ücra köşelerinde bile eğitim kurumları olduğu halde, ne yazık ki zihin huzuruna pek az rastlanıyor. İnsanlara konfor ve zevk sunan aletlerin bolluğuna rağmen, huzurun erişilmez hale gelmesinin sebebi nedir?”
Görüldüğü gibi, sıradan ana baba için başarı sayılan şey bir ermiş için başarısızlık. Bu yargı bir ermişten geldiği için doğru değil, insanlığın başarı kriterleri iyiden iyiye çuvalladığı, bireylerin ıstırabı yüzlerinden okunduğu, mutsuzluk dört bir yanda kol gezdiği için doğru. İçinde yaşadığımız yüzyıl, başarının başarısızlığının sıkça dile getirileceği bir dönem olacak. Yüksek insanlık idealleriyle bilgeliğin, maddi refahtan daha önemli olduğu kafalara dank ettiğinde, insanlık yeni bir ufka yelken açacak. Sai Baba’nın maddesiyle manası arasında bocalayan insanlara son uyarısı şudur. “Tanrıyı sağ elle, dünyayı sol elle kavrayın, sol el giderek gevşeyecektir!”


17 Ocak 2009 Cumartesi

DİN DEĞİŞTİRMEK

Şaşarım şu din değiştirenlere, kendi dininde bulamadığı şeyi ötekinde bulacağını sandığı için! Neyi, nerede, nasıl arayacağını bilmediği için! Sanki Tanrının izini filanca dinde yitirmiş de, falanca dinde keşfetmiş gibi davranır bu tipler, oysa yitirilen ve keşfedilen bir şey yoktur ortada. Çünkü Tanrı Musevi’nin havrasında, Hıristiyan’ın kilisesinde ve Müslüman’ın camisinde değildir, devasa Buda heykellerinin gölgesinde, Hint gurularının eteklerinin dibinde de değildir. Öyle bir yere saklanmıştır ki, bulabilene aşk olsun!
İnsan bedeni denen mabede gizlenmiştir Tanrı! O daracık yere nasıl sığdığını erbabı bilir. Tasavvuf ehli bu yüzden, insan bedeninde iki düşünce arasındaki boşluğu mesken tutmuştur, aradığı şeyin orada gizlendiğinden emindir. O boşlukta, o Büyük Sessizlikte kollarını açmış çocuklarını bekler Tanrı! Dünyadaki hiçbir din, hiçbir mabet o boşluktaki huzuru veremez insana.
Tanrı, anahtarı insana teslim edilmiş bir kilittir, bu yüzden insanı es geçen hiçbir felsefe o kilidi açamaz. “Nefsini bilen, Rabbini bilir” özdeyişinin anlamı budur, insan kendini bilmediği sürece Rabbini de bilemez. Hz. İsa, “Ben alfayım ve omegayım” derken, kendini yüceltmeyi amaçlamıyordu. Başlangıç ve son olduğunu söylerken, aslında ezel ve ebedin insanda gizlendiğini, yeryüzünde Tanrıyı insanın temsil ettiğini söylemek istiyordu. Mansur “Enel- Hak” derken, Tanrılık iddiasında bulunmuyor, Tanrıyla insanın ayrı şeyler olmadığını söylüyor, vücut birliğine (vahdet-i vücuda) gönderme yapıyordu. Bıstamlı Beyazıt, “Cübbemin altında Allah’tan başka bir şey yok” derken, Hallac-ı Mansur’un muradını değişik bir cümleyle dile getirmekten başka bir şey yapmıyordu. Ama insanın yeryüzünde Tanrıyı temsil ettiğini beyan eden en açık kanıt, Hz. İsa’nın “Ben ve Babam biriz” sözünde ifadesini bulmuştur. Bu ifade, tasavvuftaki vücut birliği inancının kelimelere dökülmüş bir versiyonudur.

Din değiştirmek, insanın bir süre kendini iyi hissetmesini sağlayabilir, ama sonu hüsran olan bir arayıştır. Gerçi Tanrı insanda gizlendiği kadar dinlerde de gizlenmiştir, ama marifet O’nu saklandığı yerden çekip çıkarabilmektedir. Yüzeysel arayış sonuç verecek olsaydı şimdiye kadar verirdi, Tanrıyı arayış iğreti kaldığı sürece din değiştirmenin hiçbir anlamı yoktur. Dogmalara bel bağlayarak, kurumlardan medet umarak Tanrıya ulaşılamaz. Yunus Emre bir nefesinde “Küfr içinde iman vardır, seçebilirsen gel beri” diyor. Eğer aramayı biliyorsa, insan bir katilin yüreğinde bile bulur Tanrıyı

7 Ocak 2009 Çarşamba

BABA, OĞUL, KUTSAL RUH

Putperestler birçok tanrı olduğuna inanır, değer verdikleri her fenomen için ayrı bir put yaparlardı. İyilik ve kötülük, savaş ve barış tanrıları ayrı ayrıydı, bu yüzden halk tanrısıyla iletişim kurmakta zorlanmaz, yakarmak istediği putun önünde kafası karışmadan dua edebilirdi. Ama tevhit dinleri dünyaya egemen olunca kafalar karıştı, artık iyilik ve kötülük, savaş ve barış bir tek Tanrı tarafından temsil ediliyordu. Putlarını gözleriyle görüp elleriyle tutmaya alışan insanlar, bu görünmez Tanrıyı kavramakta zorlandılar!
Tevhit inancını vazedenler, halkın yeni Tanrıya ısınmasını sağlamak için, onu geçmişte olduğu gibi parçalara bölmenin gerekli olduğunu düşünmüş olabilirler, aksi takdirde tevhidin Tanrısının neden teslis (üçleme) şeklinde takdim edildiğini açıklamak hayli zorlaşır. Bu düzenlemenin işe yarayıp yaramadığı hala tartışmalıdır, kimine göre teslis putperestliğe geri dönüş sinyalidir, kimine göreyse Tanrının veçhelerine vurgu yapan gerekli bir tasarruf. Biz her iki görüşün de haklılık payı taşıdığına inanıyoruz.
Tevhit inancını parçalara bölme ve bazı figürler kullanarak anlaşılır kılma çabası aslında yanlıştır, savunulmaması gereken bir şeydir, çünkü tevhidin Tanrısı hiçbir sıfat ya da isimle ifade edilemez, ayrıca O’nu herhangi bir figür yardımıyla anlaşılır kılmak da mümkün değildir. Kullanılacak her sıfat ya da figür Tanrıyı sınırlar, kendine izafe edilen sıfat ya da figürün dışında kalanları kapsamadığını ima eder. Yaratılıştaki hiçbir nesne ya da kavram tevhidin Tanrısını kuşatamaz, çünkü O yaratılışın ötesindedir. İşte bu yüzden, yaratılışa ait sıfat ve figürleri Tanrıyla özdeşleştirmek doğru değildir.
Öte yandan, sıradan insanın Tanrıyı algılamasını kolaylaştırdığı için teslis gereklidir. Kadim Mısır dininin kurucularından Thot (Hermes), İsis- Osiris- Horus, yani Ana, Baba, Oğul üçlemesi hakkında soru soran öğrencisi Asklepios’a şöyle der: “Düşüncelerimizin hiçbiri Tanrı kavramını kuşatamadığı gibi, hiçbir kelime de onu tarif edemez. Gayri maddi, görünmez ve şekilsiz olanı duyularımız kavrayamaz. Ezeli ve ebedi olan şu sınırlı zaman kavramıyla ölçülemez. Demek ki, Tanrı dile ve söze sığmaz olandır. Tanrı bir ve Tek’tir, öz olarak mevcut olandır, cevher olarak yaşayandır, gökte ve yerde doğurulmamış yegane yaratıcıdır. Hem Baba, hem Ana, hem de Oğul olarak hayat bahşeder, yaratır, o sürekli mevcuttur. Bu üç ayrı kişilik ilahi tabiatın birliğini, bütünlüğünü bölmek şöyle dursun, aksine onun sonsuz ve sınırsız mükemmelliğini pekiştirir.”
Bu açıklama, Ana, Baba, Oğul üçlemesinin Mısır dininde bir pekiştirme motifi olarak kullanıldığını gösteriyor. Dinin halka dönük yüzünde hemen her zaman putperestlik görüntüsü veren figürler kullanılmasına rağmen, Osiris mabetlerindeki rahipler bu figürlerin aslında bir tek Tanrıyı vurguladığını, isim ve sıfatların O’na tekabül ettiğini biliyorlardı. Bu yüzden, Hıristiyan teslisindeki Baba, Oğul, Kutsal Ruh üçlemesinin, Tanrının veçhelerini vurgulayan pekiştirici bir motif gibi kullanıldığını söylemek yanlış olmaz. Aynı olgu İslam’ın Alevi yorumunda Allah-Muhammed-Ali üçlemesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çağımızın ünlü bilgelerinden Hintli guru Paramahansa Yogananda, Hıristiyan ve Hindu teslislerini karşılaştırdığı bir konuşmasında şöyle diyor: “Zihin içe dönerek kimliğini dünyadan ve bedenden çektiği zaman, içsel ışık açığa çıkar ve görüş alanında kalır. İçsel sesler tümüyle emilir, Aum beyne dolar, kozmik titreşim kalbin kapısını zorlayarak bedenin içine akar, belkemiğinden aşağı doğru hareket eder, tüm beden Aum sesiyle titreşir. Meditasyon derinleştikçe şuur bu sesle genişler, beden sınırlarının ötesine geçip sınırsız titreşimi kucaklar, artık kozmik titreşimle bir olduğunuzu hissedersiniz. Bu safha, Tanrının Kozmik Ses veçhesiyle birleşme safhasıdır. Aum, Hıristiyan teslisinin Kutsal Ruh ya da Tanrı Kelamı olarak bilinen unsurudur. Kişi derin bir meditasyonla fiziksel beden içinde Aum titreşimini, birlik şuurunun sessiz titreşimsizliğini, yaratılış ötesindeki hareketsiz Ruh’un yaratılıştaki yansımasını idrak eder. Kadim ruhsal gelenek birlik şuurundan Oğul olarak söz eder, çünkü insanlar arasında oğlun babayı yansıttığı gibi, kozmik şuurda da oğul tüm yaratılışın ötesindeki Baba’nın (Tanrının) şuurundaki herşeyi yansıtır. Daha derin bir meditasyonla kişi yaratılışın ötesine geçer ve şuuru Baba’nın şuuruyla, o muazzam Ruh Okyanusuyla birleşir. Fark edişin ilerleyen safhalarında teslisin üç yönü tersinden, yani Baba, Oğul, Kutsal Ruh olarak keşfedilir. Aum denen Kutsal Ruh, Tanrının dişil yönünü temsil ettiği için kadim geleneklerde Anne olarak da bilinir. Birlik şuuruna ulaşmak için önce şuurunuzu Aum ile, yani Kozmik Titreşimle birleştirmelisiniz. Kendini bilmek, gerçek özünüzün ego değil Tanrı, yani o muazzam Ruh Okyanusu olduğunu fark etmektir.”
Yogananda, Hindu teolojisindeki Brahma-Vişnu-Şiva üçlemesinin, Hıristiyanlıktaki Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesine tekabül etmediğini, Hıristiyan dünyasının bu konuda yanıldığını söylemektedir. Ona göre söz konusu tanrılar, Hindu dinindeki Aum’un, yani Kozmik Titreşimin kişileştirilmiş veçheleridir. Yogananda bu teslis hakkında şöyle diyor: “Brahma,Vişnu ve Şiva evreni yaratan, koruyan ve yok eden Aum’un, yani Kozmik Titreşimin üç yönünü kişileştirir. Brahma yaratan, Vişnu koruyan, Şiva da yok edendir. İngilizce’de genellikle OM olarak iki harfle gösterilen Kozmik Titreşim, aslında AUM şeklinde üç harfle yazılır. İlk harf olan A yaratıcı titreşimi, ikinci harf U koruyucu titreşimi, üçüncü harf M ise yaratılmış evreni Büyük Sessizliğe dönüştüren yok edici titreşimi temsil eder. Bu yüzden, Aum geleneksel olarak üç kere makamla tekrarlanır. İlki yüksek perdeden, ikincisi alçak, üçüncüsü ise daha alçak söylenir. Yaratıcı Brahma yüksek perdelidir, koruyucu Vişnu alçak perdelidir, yok edici Şiva ise daha alçak perdelidir.”
Yogananda, Hıristiyan teslisine denk düşen asıl Hindu teslisini ise şöyle açıklıyor. “Hıristiyan teslisine denk olan Hindu teslisine Aum-Tat-Sat denir. Aum Kozmik Titreşimdir, Hıristiyan teslisindeki Kutsal Ruh’a denk düşer. Tat Birlik Şuurudur, Hıristiyan teslisindeki Oğul’un karşılığıdır. Sat ise, tüm titreşimlerin ötesindeki Ruh’tur, yani Hıristiyan teslisindeki Baba’nın karşılığıdır. O hep varolan, hep şuurlu olan, hep taze ve mutluluk içinde olandır.”
Görüldüğü gibi, dünyadaki tüm dinlerde teslis inancı vardır. Tanrıyı kavramak açısından teslis yararlı bir inanç olabilir, ama bazen insanları putperestliğin ötesine sürüklediği de olmuştur. Örneğin Katolik kilisesi, kişinin İsa’ya ulaşmak için Anne’den geçmesi gerektiğini öğretir, elbette onlar için Anne İsa’nın annesi Meryem’i ifade eder. Oysa kadim gelenekler Anne’nin Kozmik Titreşim olduğunu söylerler, tüm yaratılışı meydana getiren Kozmik Titreşimin çarpıtılarak Hz. Meryem’e indirgenmesi vahim bir hatadır. Öte yandan, İsa’nın Tanrının oğlu olduğunu söylemek, üstelik bu iddiayı Hıristiyan inancının dogması haline getirmek büyük bir yanlıştır. Tevhit Tanrısının seçilmiş bir oğul edinmeyeceği gün gibi aşikardır, İsa ne kadar Tanrının oğluysa, bizler de o kadar Tanrının oğulları ve kızlarıyız.
İsa bu saçmalığı benimsemiş olsaydı kendine Tanrı oğlu derdi, oysa her zaman İnsanoğlu olduğunu söylemiştir. Ne var ki, Hıristiyan kilisesi bu yanlışa son verecek gibi görünmüyor, çünkü İsa’nın Tanrının oğlu olması, kiliseye hak etmediği bir güç kazandırmakta, diğer dinlere karşı bir üstünlük unsuru gibi kullanılmaktadır. Sonuç olarak, teslisin sağladığı fayda kadar zarara da yol açtığı söylenebilir.