Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

27 Aralık 2008 Cumartesi

TANRI’NIN RÜYASI

Tasavvuf ehli, yaratılışın Tanrı’nın rüyası olduğunu söyler. İnsanın kanını donduran bir laftır bu! Şu fırıl fırıl dönen gezegen ve galaksilerin, dostluk kurduğumuz kedi ve köpeklerin, dalından meyve kopardığımız ağaçların bir rüya olduğuna inanmak ne kadar zor! Sevgi ve nefretlerimizin, dostluk ve düşmanlıklarımızın, ıstırap ve sevinçlerimizin bir rüya olduğuna inanmak ne kadar acı! Gül dalında şakıyan bülbüllerin, görkemli çağlayanların, derin okyanusların, heybetli dağların bir illüzyon olduğuna inanmak ne kadar zalimce! Dünyanın elle tutulup gözle görülebilen bir gerçek olduğuna inanmış biri için, bundan daha umut kırıcı ne olabilir? Bel bağladığımız bunca güzelliğin sabun köpüğü gibi eriyip gitmesine insanın gönlü nasıl razı olur?
Geçmişte, yaratılışın Tanrının rüyası olduğuna sadece tasavvuf erbabı inanırdı, oysa günümüzde bilim adamları da bu görüşe katılır oldu! 1992’de ölen “Holografik Evren” teorisinin kurucularından ünlü teorik fizikçi David Bohm, “Çevremizdeki tüm nesne ve varlıkları, yapı ve olayları, oluş hareketi içindeki bölünmez bütünlüğün bir parçası” olarak görmeyi tavsiye ediyor, maddede bir “ilk zeka” bulunduğunu ileri sürüyordu. Ona göre olaylar rastgele değil, saklı realite düzeylerinden izafi olarak birleşmiş bütünler (terkipler) halinde ve yaratıcı bir şekilde gerçekleşiyordu. Bohm bu alana “saklı düzen” adını veriyor, ruh ve madde ayrımının bir zandan ibaret olduğunu söylüyordu. Ona göre evrende saklı bir düzen, yaratılışın temelinde ise “varlık birliği” vardı. Bu orijinal görüş, tasavvuf erbabının görüşüyle bire bir örtüşüyor, yani yaratılışın Tanrının rüyası olduğunu söyleyenlerin görüşüyle.
Günümüz teorik fizikçilerinden Fritjof Capra ise, son bilimsel verilerin Hint tasavvufunu doğruladığını belirterek şöyle diyordu: “Günlük hayatta dünyayı birbirinden ayrı nesne ve fenomenlere ayrıştırırız, bu tür sınıflandırma doğanın temel özelliği değildir, zihnimizin yaptığı bir soyutlamadır. Birbirinden ayrı nesne ve fenomenlerden oluşan bir gerçekliğe inanmak bir hayaldir! Evrenin temel “tekliği” sadece mistik deneyimin ürünü değil, modern fiziğin de gün ışığına çıkardığı en önemli olgulardan biridir. Bu teklik ilk olarak atom düzeyinde ortaya çıkmakta, atom altı parçacıkların hüküm sürdüğü dünyada daha da belirgin hale gelmektedir.” Capra, yüksek basınç altında bombardıman edilen atomların hem madde, hem ışık dalgası özelliği gösterdiğini, bombardıman esnasında elektronların yerini belirlemenin imkansızlaştığını, ancak “belirli bir alanda bulunma olasılığından” söz edilebileceğini söylüyor. Yani madde hem var hem yok, hem madde hem ışık dalgası özelliği gösteriyor, bu da bel bağladığımız dünyanın ne kadar değişken olduğunu, dahası bir terkip, bir zan olduğunu kanıtlıyor. Capra’nın iddiaları da, yaratılışın Tanrının rüyası olduğunu söyleyenlerin iddialarıyla örtüşmekte.
Günümüzde icat edilen ve bir milyar kere büyüten elektro mikroskobun altına yatırılan insan vücudu, oksijen, hidrojen, azot, demir, kalsiyum, fosfor ve magnezyum türünden elementlere dönüşüyor. Demek ki daha güçlü mikroskoplar icat edildiğinde insan vücudu atomlardan ve elektromanyetik alanlardan ibaret olacak! Eğer gözümüz atom altı dünyayı görecek tarzda dizayn edilmiş olsaydı, evreni sonsuz bir elektromanyetik alan olarak görecektik. Bu da varolan her şeyin bir terkip olduğunu kanıtlıyor, yani mutasavvıfların yaratılışın rüya olduğu görüşünü doğruluyor. Bilimin dönüp dolaşıp, tasavvuf erbabının sezgiyle vardığı sonuçta karar kılması, gerçekten de yaratılışın Tanrının rüyası olabileceğini düşündürüyor insana. Bunca ıstırabın sırf Tanrı rüya görsün diye çekilmesine gelince, bu konuda insanoğlunun yakınması pek inandırıcı değil, çünkü ezelde bizzat yaptığı bir tercih bu! Tanrının nötr olduğu, hiçbir şeye hiçbir şekilde müdahale etmediği, herkese ne olmak istiyorsa o olma iznini verdiği kabul edildiğinde, bu yakınmaların hiçbir anlam ifade etmediği ortada. Demek ki insanoğlu Tanrının rüyasında yer almayı ezelde kabul etmiş, Tanrı da ona bu izni vermiş


13 Aralık 2008 Cumartesi

GÖNÜL GÖZÜYLE GÖRMEK

Hz. Ali’ye sordular: “İbadet ettiğin Allah’ı görüyor musun?” Veliler Şahı bu soruyu şöyle yanıtladı: “Görmediğim Allah’a ibadet etmem, ne var ki ben onu et gözüyle değil, gönül gözüyle görüyorum.” Aslında ibadet ettiği Allah’ı gönül gözüyle gören ilk kişi değildi o, kendinden önce yaşayan peygamber ve ermişler de Allah’ı gönül gözüyle görmüş, hatta dostluk bile kurmuşlardı! Hz. İbrahim’in adlarından biri Halilullah, yani Allah’ın Dostu idi.
Hz. Musa bir keresinde Tanrıdan kendini göstermesini istemiş, ama kendisine çalının ortasında yanan bir ateş gösterilmişti. Peygamberin o anda ne hissettiğini bilmiyoruz, ama verilen mesaj çok açıktı. Tanrı adeta, “Beni et gözüyle göremezsin, ancak şu çalıda yanan ateşi, yani tezahürlerimi görebilirsin” demek istemişti. Musa bu olaydan sonra Tanrıyı ancak gönül gözüyle görebileceğini anlamış olmalı!
Nedir gönül gözüyle görmek? Zaman ve mekan ötesi bir görüş mü? Aklın aracılığı olmaksızın salt sezgi yoluyla ulaşılan bir keyfiyet mi? Yoksa Tanrının gözdelerine has bir ayrıcalık mı? Herkes gönül gözüyle göremediğine göre öyle olmalı. Ama zaman ve mekan ötesi olduğu çok açık, çünkü görülen zamana ve mekana bağımlı değil. Salt sezgi yoluyla ulaşılan bir keyfiyet olduğu da doğru, çünkü biçare aklımız zamanın ve mekanın ötesine uzanamaz! Yoksa gönül gözü düşüncenin olmadığı bir yerde, mesela iki düşünce arasındaki boşlukta mı? O boşluk ki “an” denen süreçle dolu, geçmiş ve geleceğin içinde barınamadığı sonsuz şimdi’yle. O zamansız boşlukta her şey mümkün, o mekansız hiçlik okyanusunda yaratılış anlamını yitirir ve insanoğlu Tanrısına kanat açar, et gözüyle görülemeyen ayan beyan görünür hale gelir!
Aslında o boşlukta görülecek hiçbir şey yoktur, ama her şey yerli yerinde, potansiyel olarak her şey el altındadır. İnsanın halis niyeti, o doğurgan boşluktan istediği şeyi çekip alabilir, Tanrıyı bile! Şimdi denecek ki, Tanrıyı gönül gözüyle görebileceğimiz adres belliyse, neden ondan böylesine uzağız, neden tüm yaşamımız onu aramakla geçiyor? Çünkü oyun öyle kurulmuş, yani saklambaç üzerine. Tanrı saklanır, biz de zavallı beynimizin kıvrımlarında onu arayıp dururuz, ta ki halis niyetle o doğurgan boşluğa uzanıp aradığımızı bulana dek!