Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

31 Mart 2009 Salı

BEYİN DÜŞÜNCE ÜRETMEZ

Nedense dünya bilimi madde ötesiyle hiç ilgilenmez, insanın beş duyusuna çarpmayan her şeyi yok sayar! Bu yüzden, mistiklerin binlerce yıl evvel sezgi yoluyla vardığı sonuçlar ancak günümüzde bilim tarafından doğrulanabilmiştir. Nitekim fizikçiler atom altı parçacıklar dünyasına indiklerinde, maddenin hem ışık dalgası hem madde özelliği gösterdiğini, bir bakıma hem var hem yok olduğunu yeni keşfettiler. Oysa mistikler eşyanın kendine özgü bir vücudu olmadığını, evrendeki tüm nesnelerin bölünmez Bütün’ün geçici tezahürleri olduğunu binlerce yıl evvel biliyorlardı. Bu bilimsel körlük, bu bilginin tekelini elinde tutma hırsı hala devam ediyor.
Bugün bile sözlük ve ansiklopedilerde beynin tarifi “kişilik ve zekayı yaratan düşünce ve duyguların merkezi” diye yapılır, dahası “bilincin, içgüdülerin, deneyimle kazanılan tüm bilgilerin beyinde oluşup biçimlendiği” söylenir. Oysa San Francisco’daki Mount Zion Hastahanesi’nde nörofizyolog olarak çalışan Benjamin Libet ve Bertram Feinstein’ın yaptıkları bir deney bilim çevrelerinde fırtınalar koparmıştır. Bu bilim adamları, bir hastanın tenine uygulanan dokunma uyarısının beyne elektrik sinyali olarak ulaşma süresini ölçtüler. Hastaya, kendine dokunulduğunu hissettiği anda düğmeye basmasını söylediler. Beynin bu uyarıyı saniyenin 0.0001’i kadar bir sürede kaydettiğini, ama hastanın düğmeye uyarıdan saniyenin 0.1’i kadar sonra bastığını gördüler. Asıl şaşırtıcı olan, hastanın uyarıdan sonra düğmeye bastığının şuuruna ancak 0,5 saniye sonra varmış olmasıydı. Bu deney, tepki kararının hastanın şuurdışı zihni tarafından verildiğini gösteriyordu, hastanın farkındalığı sanki yarışta geride kalan bir at gibiydi! Daha rahatsız edici olansa, deneylerde yer alan hastalardan hiçbirinin, düğmeye basmaya şuurlu olarak karar vermelerinden önce şuurdışı zihinlerinin düğmeye bastığının farkında olmayışlarıydı. Hastaların beyni, öyle olmadığı halde eylemleri şuurlu olarak bizzat kendilerinin denetlediği sanısını yaratıyordu. Bu durumda kararı veren kimdi, şuurlu zihin mi, yoksa şuurdışı zihin mi?
Bilim adamı Hunt daha iyi bir buluş yaptı, insanın enerji alanının uyarılara beyinden önce tepki verdiğini keşfetti. Enerji alanının EMG kayıtlarıyla, beynin EEG kayıtlarını aynı anda aldı ve yüksek bir ses çıkardığı ya da parlak bir ışık yaktığı anda, enerji alanının EMG’sinin, uyarıyı henüz EEG’de görünmeden önce aldığını gördü. Hunt bu deney konusunda şöyle diyordu: “Sanırım beynin, insanın dünyayla ilişkisindeki en etkin öge olduğunu kabul ederek onu gereğinden fazla önemsemişiz. Beyin aslında çok iyi bir bilgisayardır. Ancak zihnin yaratıcılık, imgeleme, spiritüellik gibi görünümlerine gelince, ben bunların beyinde yer aldığını sanmıyorum. Zihin beynin içinde değildir, zihin o yapılaştırıcı alandadır (düşünce nehrinde) ”
Görüldüğü gibi, insanın enerji alanı, yani aurası dış uyarılara beyinden önce tepki vermektedir. Ama aura bilimin inceleme alanına henüz girmediği için, beyin her tür eylem ve düşünceye kaynaklık eden organ olarak biliniyor. Medyum kanalıyla dünya insanlığına değerli bilgiler veren bir bilge, düşüncelerin nereden kaynaklandığını ve insan aurasıyla nasıl bağlantı kurduğunu şöyle açıklıyor: “Her şey Tanrı Zekası denen düşünceden çıkarak varolur ve düşünceden yayılan her şey tekrar Tanrı Zekasına döner. Işık düşünce imajını tutar ve düşünülen şeyi madde şeklinde yaratır. Bu ışık alanıyla, nesneler kendilerini meydana getiren düşünceyi yeniden “bilinç akımına” ya da “düşünce nehrine” gönderirler, işte bu Tanrı Zekasıdır. Fizik bedeniniz aura denen bir ışık alanıyla çevrilidir. Aura, bedeninizin maddesini çevreleyen ve onu bir arada tutan ışık alanıdır. Bu ışık alanları elektrik yoğunluğundan düşüncenin sonsuzluğuna kadar uzanır. Aura insanın özüdür ve Tanrı Zekasına ya da “bilinç akımına” direkt bağlıdır. Auranın bir kısmı, pozitif ve negatif elektriğin oluşturduğu güçlü bir elektromanyetik alandır. Bu alanın ötesinde elektrik bölünmez, artık o saf enerjidir, yani bölünmemiş bir ışık alanıdır. Işık alanı, tüm düşünceleri “düşünce nehrinden” alır ve bu güçlü alana aktarır. Hangi düşünceyi bilmek istediğinizi düşünce süreciniz belirler. Aura sürekli hareket halindedir ve değişen “düşünce nehrinin” kenarında bir elek gibidir. Siz aura kanalıyla Tanrı Zekasının alıcısı olursunuz, tüm benliğiniz, bedeninizin her hücresi bu “düşünce nehrinden” beslenir.”
Bilinç akımından ya da düşünce nehrinden gelen düşüncelerin insan bedeni tarafından nasıl özümsendiği bilim tarafından incelenmemiştir, çünkü pozitif bilime göre düşünce süreci maddi bedende başlayıp yine maddi bedende sona ermekte, aura ve elektromanyetik alanlar düşünce sürecinde hiçbir rol oynamamaktadır. Bilge, bilinç akımından düşünceyi nasıl aldığımızı ve beyne nasıl ilettiğimizi şöyle anlatıyor: “Düşünce, bedeni kuşatan ışıkla, yani aurayla karşılaştığında patlayarak ışık kıvılcımlarına dönüşür, bir anlamda düşünce kendini tutuşturur. Böylece düşünce cevheri frekansını düşürerek ışığa dönüşür, çünkü düşünce auranın ışığıyla uyum sağlayabilmek için onunla aynı frekansta olmak, yani ışığa dönüşmek zorundadır. Görünmeyen düşünce, ışık kıvılcımına dönüşerek görünür hale gelir. Sonra düşünce ışık olarak beyninize giriş yapar ve gelen düşüncenin değerine uygun frekanstaki elektriğe çevrilir. Bir şeyin farkına vardığınız an, ona ait düşünceyi algılamışsınız demektir, yani düşünceyi algıladığınız anda düşüncenin ışığı beyniniz tarafından kabul edilmiştir. Bazı varlıklar, arada bir göz ucuyla bir ışık kıvılcımı görürler, çoğunlukla gördükleri şey özlerinin (auralarının) düşünceyi kabul anıdır. Kısaca, ışığı gördükleri o an, ışığın aura alanına girdiği ve beyinde kendini gösterdiği andır.”
Beyne giriş yapan ışığa dönüşmüş düşüncenin insan beyninde geçirdiği serüveni ve beynin düşünce üreten bir organ olmayıp sadece bilinç akımından gelen düşüncelerin giriş kapısı olduğunu bilge şöyle açıklıyor: “Beyninizin farklı bölümleri farklı düşünce formlarını algılama, tutma ve ayarlama görevi yapar. Bu farklı bölümler, hücre duvarlarındaki suyun yoğunluğuna göre farklı düşünceleri alıp elektriğe çevirme potansiyeline sahiptir. Bazı bölümler yüksek düşünce frekanslarını alıp ayarlama, bazı bölümler ise düşük frekanslı düşünceleri alabilme kapasitesine sahiptir. Yaygın inancın aksine beyin düşünce üretmez, sadece bilinç akımından gelen düşüncelerin giriş kapısıdır, özünüzden (auranızdan) geçerek gelen düşüncelerin alınıp tutulması için tanrılar tarafından yaratılmış bir organdır. Düşünceyi elektrik akımına çevirir, yükseklik ayarlaması yapar ve merkezi sinir sistemi kanalıyla bedenin her noktasına yeni bir idrakin oluşması için gönderir. Beyin, herhangi bir frekansı algılayacak bölüm eğer aktif durumdaysa onu alabilir.”
Bilinç akımından beyne akan düşüncelerin, insan bedeni tarafından idrak edilmesinde hipofiz ve epifiz salgı bezlerinin çok önemli rolleri olduğunu söyleyen bilge, altıncı ve yedinci çakraları oluşturan bu enerji merkezlerinin işlevini şöyle anlatıyor: “Beyninizin farklı düşünce frekanslarını alabilme işlevi, hipofiz bezi denen, sağ ve sol beyin yarım küresinin ortasında yer alan çok güçlü bir ölçü aleti tarafından yönetilir. Yedinci çakra ya da “üçüncü göz” olarak da bilinen hipofiz, çok küçük ama harika bir guddedir. Beyniniz bu guddenin salgıladığı çok karmaşık hormon sistemiyle yönetilir. Hipofiz, salgıladığı hormonu beyin yoluyla epifiz bezinin ağzına akıtır. Epifiz, hipofizin yakınında, alt beyin tabanında ve omuriliğin üzerinde yer alır. Altıncı çakra olarak bilinen epifiz, düşünce frekanslarını bedene göndermek için gerekli ayarlamayı yapmaktan sorumludur. Hipofizden epifize yapılan hormon salgısı, değişik düşünce frekanslarını alabilmesi için beynin farklı bölgelerini harekete geçirir. Bu endokrin guddelerinden gelen hormon salgılarının kana karışmasıyla beden fonksiyonlarında denge ve uyum sağlanır, epifiz bu uyumu sağlamakla görevlidir. Epifizden gelen hormon salgıları, diğer guddelerin de dengeli şekilde hormon salgılamalarını sağlar. Buna hormonal denge denir. Epifiz, düşünce frekansı yükseldikçe hipofizin hormon salgılamasını artırır, bu da beyni daha yüksek düşünce frekanslarını alabilmesi için harekete geçirir.”
Bilinç akımından gelen düşüncelerin insan tarafından nasıl idrak edildiğini ve idrak safhasında egonun oynadığı rolü bilge şöyle anlatıyor: “Düşünce auranıza geldiği zaman aura seçim yapmaz, yani düşünceyi yargılamaz veya değiştirmez, olduğu gibi sınırsız haliyle içeri alır. Düşünce beyne ulaştığında, önce mantık fonksiyonlarının yer aldığı ve egonun ifade edildiği beynin sol üst yarı küresine gelir. Peki ego nedir? İnsan deneyiminden geçerek kazanılan, ruhta depolanan ve beynin mantık bölümüyle ifade edilen anlayıştır. Toplumsal bilincin gölgesinde yaşayan, yalnızca yaşam derdine düşmüş tanrı-insanın kolektif eğilimidir. İşte bu kolektif bakış açısı, güvenliğini sarsacak her düşünce frekansını reddedecektir, varlığın sağ kalma mücadelesini desteklemeyen her şeyi! Ego, bedende daha geniş bir anlayış yaratacak düşüncelerin geçmesine izin vermeyen bir engeldir. Egonun beyne girmesine izin verdiği her düşünce frekansı elektrik akımına çevrilir ve bu frekansa uygun beyin bölümü hipofiz tarafından harekete geçirilir. Beynin bu bölümü, akımı ayarlayarak epifiz sistemine gönderir. Epifiz merkezi sinir sistemini yönetir, kendine ulaşan düşünce frekanslarını toplar, ayarlar ve merkezi sinir sistemi kanalıyla dağıtır. Omurilik arasından geçen merkezi sinir sistemi elektriksel düşüncenin ana yolu gibidir. Epifiz sisteminden gelen elektrik akımı, merkezi sinir sistemi içindeki sıvı aracılığıyla kuyruk sokumuna, oradan da bedenin her bir sinir hücresine dağılır. Bedeninizin her bir sinir hücresi kan dolaşımınızla beslenir. Kan, besinler yoluyla aldığınız enzimlerin hareketi sonucunda çıkan gazı hücrelere taşır. Düşüncenin elektrik akımı, hücresel yapılara bir ışık kıvılcımı şeklinde girer, kıvılcım hücreyi tutuşturarak gazın genişlemesine sebep olur. Bu da hücrenin kendini kopya etmesini sağlar ki, buna klon yöntemi, yani kopyalama yoluyla çoğalma denir. Kısaca, hücre yeni bir hücre yaratarak kendini yeniler ve tüm beden tek bir düşünceyle beslenir. Bedenin moleküler yapısında hayat işte böyle oluşur, var oluşunuzun her anında kabullendiğiniz tüm düşüncelerin etkisiyle.”
Bilge, insanın beyniyle değil tüm bedeniyle elektriksel uyarılara yanıt verdiğini, düşüncenin insan hücrelerinden geçerek duygular yarattığını, duyguların da ruh tarafından kayda geçirildiğini söylüyor. “Düşünce sürekli bedeninizin her hücresini besledikçe, tüm beden bu elektriksel uyarıya yanıt verir, evet tüm bedeniniz yanıt verir. Böylece her hücrenizden geçen düşünce bedeninizde bir his, bir seziş, bir duygu yaratır ve bu duygu kaydedilmek üzere ruha gönderilir. Ruhunuz büyük bir teyptir, bedeninizde hissedilen her duyguyu kaydeden tarafsız bir bilgisayardır. Kendinizi duygusal hissettiğiniz zaman bir düşünceyi hissediyorsunuz demektir. Varlığınızın ışık yapısını bombardıman eden, beyniniz tarafından kabul edilip merkezi sinir sistemi kanalıyla dağıtılarak bedenin her hücresinde bir seziş yaratan düşünceyi bu şekilde kazanırsınız. Ruh bu hissi, bu sezişi yeniden başvurabilmeniz için kayda geçirir. İşte siz buna bellek diyorsunuz. Bellek ölçülemez, o bir özdür, görsel değil duygusal bir birikimdir, görsellik imajını yaratan duygudur. Ruh, resim ve sözleri bellekte kaydetmez, imaj ve sözlerin duygularını kaydeder. Ruh, tüm beden tarafından hissedilen düşüncenin yarattığı duyguyu alıp bellek kaydında benzer bir duygu arar ve beyninizin “akıl” dediğiniz mantık bölümü bu duyguyu tanımlayan sözcüğü seçer.”
İnsan deneyiminin temel taşının duygu olduğuna vurgu yapan bilge, şaşırtıcı bir tespitte bulunarak ruhun kayda geçirdiği şeyin resim ve söz değil duygu olduğunu, insanın düşünceyi sadece beyniyle değil, tüm bedeniyle idrak ettiğini söylüyor: “Tanımlayabildiğiniz her şey deneyime dayanan bir duyguyla bağlantılıdır. Çiçekleri duygusal deneyimleriniz sayesinde çiçek olarak tanıyorsunuz. Düşünce hissedildiği zaman, verdiği duyguyu ruh kaydeder ve daha evvel deneyimlenmiş düşüncelerden edinilmiş benzer duyguları bellek bankasında arar, edindiği bilgiyi düşüncenin idrak edildiğini göstermek üzere beyne gönderir. İdrak edilen her düşünce, tüm beden tarafından idrak edilir, yani düşünce sadece beyin tarafından idrak edilmez, bedenin tümünde idrak edilir. Sonra beyninizin mantık bölümü duyguyu tanımlayacak bir sözcük bulur. Düşünce duygu yoluyla idrak edilir, bilmek tümüyle bir duygudur. Hiçbir şeyin düşüncesi hissedilene dek bilinemez, ancak hissedildiğinde kimlik kazanır. Bir düşünceyi bilmek, onu beyninize kabul etmek, sonra hissetmenize izin vermek ve tüm bedeninizde deneyimlemektir. Bilgi bir şeyin kanıtlanması değil, duygusal olarak sorgulanıp anlaşılabilmesidir.”
Bilgeye göre evrendeki her şey ışık prensibiyle çalışır, bir şeyin nasıl düşündüğünü yaydığı frekanstan anlarız, bu frekans da duygulardan oluşur. Kısaca, bir şeyi bilmek demek onu hissetmek demektir: “İçinizde yanan ateşle, her atom zerresinde, her yıldızda, her hücrede yanan ateş aynıdır. Tüm hayatla bir olabilmeniz ışık prensibiyle sağlanmıştır. Ruhunuzda duyguları yaratan bu ışık, tomurcuklara, yıldızlara ve her şeye hayat veren aynı ışıktır. Bir şeyin nasıl düşündüğünü yaydığı frekanstan anlarsınız, bu frekansa duygu denir. Eğer bir şeyi bilmek istiyorsanız, yapacağınız tek şey onu hissetmektir, hissettikleriniz daima doğru olacaktır. Düşünceler sınırsızlaştıkça, bedeninize daha çok frekans yayılır, bu yüzden kendinizi daha hafif ve coşkulu hissedersiniz.”
Bilgenin önemli tespitlerinden biri de, ruhta kayda geçen duyguların insanda beklentiler yaratmasıdır. Bu beklentiler bilinç akımından benzer olay ve nesneleri kendine çekmekte, bir anlamda insanoğlu ektiğini biçmektedir: “Ruhta kayda geçen her düşüncenin duygusu auraya bir beklenti olarak yansır, bu beklenti ışık alanınızın elektromanyetik kısmını harekete geçirir ve kolektif eğilim bir mıknatıs gibi düşüncenize uygun şeyi size çeker. Tüm düşünceleriniz ürettiği duygulara benzeyen olayları, nesneleri ve varlıkları size çekecektir.”
Bilge arzuların nasıl gerçekleştiğini ise şöyle açıklıyor: “Arzu bir doyum düşüncesidir, bu düşünce bedeninizin elektromanyetik alanından çıkarak bilinç nehrine gider ve arzunun yarattığı duyguyu verebilecek şeyi size çeker. Güçlü arzulanan şey güçlü şekilde gerçekleşir. Arzunuzun kesinlikle gerçekleşeceğini bildiğiniz zaman gerçekleşme süreci hızlanır, çünkü kuşku duymadan bilmek yüksek frekanslı bir düşüncedir. Bu da aura alanınızdaki beklentinin gücünü artırır, böylece arzularınızı gerçekleştirme gücünüz artar.”
İnsanoğlunun, beyin kapasitesinin ancak %10-15’ini kullanabildiği, geri kalan %90’ının atıl olduğu söylenir. Bilim bu talihsizliğe neyin sebep olduğunu henüz bulamamıştır, ama bilge konuya şöyle açıklık getiriyor: “Beyniniz, Tanrı Zekasındaki tüm düşüncelerin frekansını algılayabilecek kapasiteye sahip olduğu halde, aktif olan kısmı sadece kabul ettiğiniz frekanslar ölçüsündedir. Toplumsal bilince göre yaşadığınız ve sınırlı düşünceye ait frekanslarla mantık yürüttüğünüz için, beyninizin çalışan bölümleri yalnızca üst sağ ve sol lopla, omuriliğin başlangıcındaki küçük beynin bir bölümüdür. Beynin büyük bölümü çalışamaz haldedir, hiçbir şey yapmamaktadır, çünkü dogmalarınızın sınırlı kalıplarına uymayan düşünceleri geri gönderirsiniz. Hipofiz bezinin ağzı, toplumsal bilincin düşük frekanslarını algılayan bölümlerini çalıştıracak kadar açılmıştır.”
Görüldüğü gibi, bilgenin beyin anlayışıyla bizim beyin anlayışımız arasında dağlar kadar fark var. Biz beyni düşünce üreten bir organ olarak nitelerken, bilge onun “bilinç akımından” gelen düşünceleri kabul eden bir kapı olduğunu, insanın sadece beyniyle değil, tüm bedeniyle düşünceyi idrak ettiğini söylüyor. Modern bilimimiz, insanın maddi yapısını aşan gerçeklere sırt döndüğü sürece bu sırrı çözemeyecek gibi görünüyor. Oysa bugün maddenin geçici bir tezahür olduğunu kavrayacak noktaya geldik, görünür evrenin ötesinde sırlarla dolu bir başka alemin uzandığını artık biliyoruz. Bilim bir an evvel beş duyunun cenderesinden kurtulmalı, bel bağladığı maddi yapıların ancak ışık prensibi ve ruhsallıkla ayakta durabildiğini anlamalıdır.

13 Mart 2009 Cuma

VİCDAN ÜSTÜNE

Karakola gidip yıllar önce işlediği cinayeti itiraf eden katil, uzun süre çektiği vicdan azabına dayanamayıp adalete teslim olur. Yaptığı haksızlığı içine sindiremeyen bir diğeri, hemcinsinin gönlünü almaya çalışır. Televizyonda yoksul ailenin dramını izleyen bir başkası, ertesi gün yardım için gecekondunun kapısını çalar. Bu olayların hepsinde ortak bir yan var, insanı iyi ve doğru olanı yapmaya zorlayan bu dürtü nedir? Nereden kaynaklanır, insan bedeninde belirli bir yeri var mıdır?
İnsanlığa çok değerli bilgiler armağan eden bir üstat, söz konusu dürtünün vicdandan kaynaklandığını söylüyor: “Vicdan Tanrının insana uzattığı eldir, çok üstün bir tesirin insanda galebe çalmasıdır. Vicdan denen şey bireyin bünyesinde değil, bünyesinin dışındadır. Fakat evrimin belirli aşamalarından sonra, bu üstün tesir bireyde bir odak oluşturur.” Vicdanın Tanrının insana uzattığı el olduğu doğrudur, ama eli hangi tanrının uzattığı, üstün tesirin insan bünyesinden değilse nereden kaynaklandığı kuşkuludur, en azından izaha muhtaçtır. Nedense insanoğlu vicdanın bedeninde yer aldığına inanmış, onu kendi dışında aramayı düşünmemiştir. Bilge bu konuya şöyle açıklık getiriyor: “İnsan bir tesir yumağıdır, ama bu yumak tutarlı olmayıp çok değişken tesirlerin bir araya gelmesinden oluşan küçük bir odaktır, odağın ortasındaki en parlak nokta vicdanınızdır. Bu parlak nokta, dünyanın sevk ve idaresiyle görevli ikinci dereceden Ruhi Mekanizma’nın yüce ve akışkan bağlantısının merkezidir. Öyle ki vicdanınız Alemlerin Rabbi’nden (Ruhi Mekanizma) sayılır. Geçmişte bu parlak noktayı seyredenler kendilerinde Hakkı bulmuş, o parlak noktanın seyrinden şaşkına dönmüşlerdi!”
Bu açıklama da gösteriyor ki, vicdana tesirler dışardan, dünyanın sevk ve idaresiyle görevli Ruhi Mekanizma’dan gelmektedir. İnsan bir tesir yumağı olarak, maddi olmayan bu akışkan tesirleri alabilme yeteneğindedir. Mekanizma’dan gelen tesirler o kadar güçlüdür ki, geçmişte o parlak noktayı seyredenler Tanrıyı temaşa ettiklerini, hatta onunla birleştiklerini sanmışlardır! İnsanın ruhi bir mekanizmadan tesir almasını yadırgayanlar, Tanrının evrenleri sihirli bir değnekle yönettiğini sanırlar. Oysa tevhidin Tanrısı evrenleri bizzat yönetmez, bu işler için sonsuz bir hiyerarşi içinde örgütlenmiş varlıklarını kullanır. Ruhi Mekanizma, yani Alemlerin Rabbi de söz konusu hiyerarşik örgütlerden biridir, ama Allah değildir!
Acaba insan bir tesir yumağı olarak sadece vicdanın üstün tesirlerine mi açıktır? Bu soruyu bilge şöyle yanıtlıyor: “İnsan bir yanıyla evrenin yüksek tesirlerine, bir yanıyla geri tesirlerine açıktır. Geri tesir olarak nefsiniz, yüksek tesir olarak vicdanınız vardır. Vicdan sesi, insan kişiliğinin en açık ifadesidir, kişilik ancak vicdan sesinin belirmesiyle varlık hükmü kazanır. Kişilik, geri tesir düzeylerinde nefs adı altında gözlemlenir, insanın gerçek düşmanı da nefsidir. Vicdanın gelişebilmesi, Ruhi Mekanizma’dan gelen tesirlerin nefsaniyet tarafından değişikliğe uğratılmadan asıl benliğe ulaştırılmasıyla mümkündür. Hangi tesire açık olacağınız bir bilgi sorunudur, nefs ve vicdan konusunda bilgilenmezseniz ayrım yapamazsınız. İnsanlar genellikle ince nefsaniyetle kaba vicdan sesini birbirine karıştırırlar.” Demek ki, Ruhi Mekanizma’dan gelen üstün tesirlere karşılık, bir başka mekanizmadan geri tesirler gelmektedir. Eğer insan tesirlerin niteliği hakkında bilgi sahibi değilse, kaba vicdan sesiyle ince nefsaniyet sesini birbirine karıştırır, yani nefsaniyetin ince tesirlerinin vicdandan kaynaklandığını zanneder. Tanrının rahim ve rahman oluşu, yani esirgeyen ve bağışlayan oluşu, geri tesirlerin bir rahmet eseri olarak üstün tesirlerle dengelenmesi demektir. İnsan sadece geri tesirlere açık olsaydı asla olgunlaşamazdı.
İnce nefsaniyetle kaba vicdan sesi çok sık birbirine karıştırılır. Taban tabana zıt bu iki tesirin neden birbirine karıştırıldığını bilge şöyle açıklıyor: “Kaynağından çıkan ince bir tesir size aynı incelikte gelemez. Aleminizin yapısı, ruhi auranız, fiziki yapınız ve evrim dereceniz buna uygun değildir, tesir bu yüzden kabalaşmak zorundadır. Ruhi auranız, düşüncelerinizle paralel çalışan eylemlerinizin berraklığı, sadeliği ve yüce amacıyla oluşur. Böylece insan giderek daha şuurlu, daha idrakli ve daha açık vicdanlı olur.” Görüldüğü gibi, tesirlerin istenen incelikte alınabilmesi, kişinin düşünce ve eylemlerinin berraklığına, sadeliğine ve amacının yüceliğine bağlı. Benzer şeylerin birbirini çektiğini söyleyen çekim yasası, bilgenin bu tespitini doğruluyor. Düşünce ve eylemlerdeki berraklık, elbette benzer nitelikteki tesirleri insana çekecektir. Eğer düşünce ve eylemlerde berraklık yoksa, ince nefsaniyetle kaba vicdan sesinin birbirine karıştırılması kaçınılmazdır.
Vicdanla adalet duygusu arasında bağlantı olduğunu vurgulayan bilge, “Adalet duygusu sevgiden üstündür, çünkü onda bilgi hakimdir. Adalet duygusunu sevk ve idare eden, şüphesiz vicdanın makul vicdan düzeyindeki evresidir” diyor. Ama bilgeye göre adalet duygusu vicdanın son durağı değildir, sorumluluk kavramı adaletten daha önemlidir. “Aslında her vicdan sesi ya da uyarısı, doğrudan doğruya bir bilginin çeşitli örtüler altında ortaya çıkışıdır. Vicdanın emrini yerine getiren kişi, size adaletten ve şeriatten söz eder, ama bunların üstünde yer alan bir sebepten dem vurmaz. Böyle oluşu, varlığın sorumluluk denen kavramı ve kolektif eylemi bilmeyişindendir. İnsan sorumluluğu vicdanında değil, inancında idrak etmiştir. Bu aşılması gereken bir evredir, insan için kesinleşmiş bir kaderdir!” Bilgeye göre, insan sorumluluğu inancında idrak ettiği sürece gerçek anlamda sorumluluk yüklenemez, çünkü inanç kaygan bir zemindir, kişinin zannına göre kılık değiştirebilir. Oysa vicdanda idrak edilen sorumluluk değişkenlik göstermez, çok daha istikrarlıdır.
Vicdan neden bu kadar önemli? İnsan ruhuyla bir ilişkisi var mı? Bilge bu sorulara olumlu yanıt veriyor: “İnsandaki en büyük kudret ruhun vicdanlı oluşudur, çünkü ruhun vicdanlı oluşu, en kutsal tesire susamış olmasındandır, yani biri diğerine sahnedir. Bu yüzden insan bilmediğini de bilen, bilecek olan bir varlıktır.” Vicdansız insan olabilir mi? Neden bazı insanların vicdanı diğerlerine nazaran geç uyanır? Bu sorulara bilgenin verdiği yanıt ise şöyle: “Vicdansız varlık olmaz. Vicdansız sanılan varlık, kendine kadar ulaşan ama sadece vicdan düzeyinde kalan tesirleri alamıyor demektir. Vicdanın uyanması demek, Vicdan Planıyla ilgili tesirleri almak demektir.”
Vicdani tesirleri almakta zorlanan insanlar bu talihsizliği doğuştan mı getirirler, yoksa sonradan mı edinirler? Bilge bu soruyu da şöyle yanıtlıyor: “Vicdan, her varlığı belirli incelikteki bir tesirin içine çekmek için faaliyettedir. İlk vicdan sesini duyan kişinin, bu sesi kararsız şekilde karşılayıp bazı yorumlara tabi tutması, bu işin bilgisinden habersiz olduğu için onu sarsıntılar içinde bırakır. O insan açık seçik bir prensibe sahip değildir. Eğer vicdan sesinden evvel bir prensibe sahip olsaydı, vicdan sesi onun için basit bir uyarı olurdu.” Görüldüğü gibi, vicdani tesirleri alamama doğuştan gelen bir talihsizlik değil, bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir durum. Eğer insan, tesirlerin niteliği konusunda açık seçik bir bilgiye sahip değilse, vicdanında bir kıpırtı hissedemez.
Tevrat’ta ilginç bir olay anlatılır. Hz. Musa kavmine su bulmak için asasını kayaya vurarak yerden su çıkarır. Oldum olası bu olay bir mucize olarak takdim edilmiştir, oysa din sembolojisinde taşla suyun değişik anlamları vardır. Hz. Musa’nın asasıyla parçaladığı taş nefs taşıdır, çünkü nefsin geri tesirleri billur bir kaynak olan suyun (vicdanın) üstünü örtmektedir. Aslında bu olayda peygamber, asasıyla nefsi parçalayıp vicdanı açığa çıkarmıştır.

6 Mart 2009 Cuma

AN’A KİLİTLENMEK

Tasavvuf erbabı, üstat payesini kazanan kişiye “ebul vakt” der. Sözlük anlamı “vaktin çocuğu” ya da “an’ın çocuğu” olan bu tamlama, mutasavvıfın yetkinlik derecesini gösteren bir terimdir. Ebul vakt olan bir üstat zamanın ve mekanın dışına çıkmış sayılır, daha doğrusu bizim zaman ve mekan kavramımız onun için artık geçerli değildir!
Üstat bile olsa, bir insan zaman ve mekanın dışına çıkabilir mi? Elbette çıkabilir. Üstelik içtenlikle isteyen herkes başarabilir bunu, yeter ki gerekli irade ve disipline sahip olabilsin. Zaman ve mekanın dışına çıkmanın son derece basit bir yöntemi vardır: Bunun için iki düşünce arasındaki boşluğa yerleşmek, yani an’a kilitlenmek yeterlidir. İnsan rahat edeceği bir pozisyonda oturup, zihninden tüm düşünceleri kovarak hiçliği yaşadığında, ama hiç düşünmeden yaşadığında an’a kilitlenmiş olur. İşin püf noktası düşünmemektir, çünkü düşünce süreci kaçınılmaz olarak geçmiş ve gelecek yaratır. Geçmiş ve gelecek demek, ıstırap, sevinç veya beklenti demektir, insan geçmiş için üzülür ya da sevinir, gelecek için beklentiye girer. Istırap, sevinç ve beklentilerin kaynağı zaman denen illüzyondur, dün ve yarından kaynaklanmayan ne ıstırap vardır, ne de beklenti.
Geçmişteki mutlulukları hep baş tacı ederiz, ama iş ıstıraba gelince kimse sahiplenmek istemez. Öyleyse ıstıraptan kurtulmak için önce yapay dünya zamanından kurtulmamız gerekir. İşte üstadın iki düşünce arasındaki boşluğa yerleşerek, yani içinde düşüncenin olmadığı an’a kilitlenerek yaptığı iş budur. O artık zamanın ve mekanın hükmünü yitirdiği bir alemdedir, yaratılış öncesi bir “an” sürekliliğinde, eşya ve olaylardan arınmış bir sükunet denizinde! Orada zaman, başlangıcı ve sonu olmayan an’dan, yani sonsuz şimdi’den ibarettir. Orada mekan bir şuur hali, yani farkındalıktır, içinde hiçbir nesnenin olmadığı, ama her şeyin olduğu bir farkındalık! Varlık aleminin tümü o şuurun içinde, ama tezahür etmemiş haldedir. Bilinen, bilinmeyen her şey potansiyel olarak oradadır.
İşin ilginç yanı, üstat o şuur halini deneyimlerken, aynı zamanda dünyanın da farkındadır. Çevresinde olup biten her şeyi, karıncanın ayak sesini bile duyar! Kendisi dünyada değildir, ama dünya onun içindedir, yani varolan her şey farkındalık alanındadır. Üstadın o andaki halini tarif etmek gerekirse, tepeden tırnağa farkındalık kesilmiş Tanrısal odak demek abartı sayılmaz. Bu noktada akla gelen ilk soru şudur: Üstat an’a kilitlenmediği zaman aynı farkındalık halini sürdürebilir mi? Bazıları sürdürebilir, çünkü farkındalık günlük hayatın bir parçası olmuş, yani alışkanlık haline gelmiştir. Ama çoğunluğun aynı beceriyi günlük hayatta da sürdürebildiğini söylemek zordur. Farkındalık hali, sürekli cennette yaşamak gibi bir şeydir, yani varlık alemiyle barışık olmaktır, dahası Tanrıdan ayrı bir varlığı olmadığını bilmek ve buna iman etmektir.
An’a kilitlenmenin nasıl bir ayrıcalık olduğunu anlamak için, söz konusu hali kıyısından köşesinden bir kez tatmak yeterlidir. Başlangıçta dipsiz bir kuyuya düştüğünü zanneder insan, eğer korkuya kapılıp tekrar dünyaya dönmezse, mutluluğun zirvesinde yüzerken bulur kendini. Orada insanı şuna ya da buna bağlayan nedensellik zincirleri yoktur, orada ıstırap ve keder, geçmiş ve gelecek yoktur, orada hesaplaşma ve kin, hastalık ve ölüm yoktur. Her şey sonsuz şimdide biteviye akar gider. Başlangıçta hissedilen boşluğa yuvarlanma hissi, aslında egonun dizginleri ele geçirdiği, insanı tekrar dünyaya çağırdığı andır. O korkuya teslim olmayan cennetle ödüllendirilir!