Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

22 Kasım 2008 Cumartesi

RUH KUSURSUZDUR

Reenkarnasyon, insan ruhunun her seferinde değişik bir bedene bürünerek maddi dünyalara inip deneyim geçirmesidir. Bu konuda akla gelen ilk soru şudur: Ruh deneyime neden ihtiyaç duyar? Ruhun deneyim geçirmesi, doğal olarak onun kusurlu ve eksik bir varlık olduğunu düşündürür insana. Acaba insan ruhu kusurlu mudur, yoksa kusursuz mu? Ruh elbette kusursuzdur, Tanrıdan tezahür eden parçanın kusurlu olduğunu düşünmek, bütünün de, yani Tanrının da kusurlu olduğunu ima eder. Öyleyse insan ruhu neden deneyim için maddi dünyalara inmektedir?
Aslında bu sorunun yanıtı basittir. Ruh dünyalara maddeyi yüceltmek için iner, çünkü evrensel yasa, evrim skalasındaki her varlığın bir alttakini yüceltmek zorunda olduğunu söyler. Kozmik sistemin evrim motoru böyle çalışır, olgunlaşmak zorunlu olarak başkalarını da olgunlaştırmayı gerektirir, aksi takdirde bu devasa çarkın saat gibi işlemesi imkansız hale gelirdi. Kısaca, sistemin bir kaos değil de bir kozmos olarak işlev yapması bu evrensel yasaya bağlıdır denebilir.
Bu olgu da kaçınılmaz olarak şu soruyu akla getirir: İnsan ruhu maddeyi yüceltme görevini nasıl yerine getirir? Örneğin, evlerimizde beslediğimiz kedi ve köpekleri ya da kuşları ele alalım. Onlarla dostluk kurduğumuz her seferinde, bu yaratıklara hayvan ruhunda bulunmayan bir özellik, yani bireysellik bilinci kazandırır, bazı insani niteliklerimizi onlara da aşılarız. Kedi, köpek ve kuşlarımız artık bizim gibi sevinmeye, üzülmeye, küsmeye, hatta şaka yapmaya alışırlar! Ama bu arada biz de onlardan bir şeyler öğreniriz, örneğin köpekler bize sadakatin ne olduğunu öğretirler. İşte bu karşılıklı ilişki hem bizi, hem de hayvanları olgunlaştırır. Üstelik söz konusu ilişki sadece hayvanlarla sınırlı değildir, aynı zamanda bitkileri de kapsar. Örneğin, sevgi sözcükleriyle yetiştirilen bir çiçek daha çabuk boy atar, domates tarlada çürümektense, bir insan tarafından tüketilmekten haz duyar, çünkü kendinden üstün bir organizmaca özümsenerek onurlandırılmış olur. Ağaçlarla, kayalarla, hatta toprakla kurduğumuz ilişki de böyledir. Bir ağaç ya da kaya, kendisine gösterdiğimiz özel ilginin farkındadır, bu yüzden bizden hoşnuttur! İnsan ruhu için bundan daha yüce bir amaç düşünülebilir mi?
Ama insan ruhunun görevi burada bitmez, maddeyi yüceltmeyi öğrendiği oranda dünyalar yaratıp yönetmeyi de öğrenir. Belirli bir düzeye gelen insan ruhuna, örneğin bir gezegen yaratma ve onu yönetme yetkisi verilebilir. Geceleri gökyüzünde parlayan yıldızların her biri kemale ermiş bir ruhun bedenidir, biz aslında yıldızlara değil, gelişmiş bir ruhun bedenine bakmaktayız! Örneğin şu güzelim dünyamız, Dünya Rabbi denen ruhun bedeninden başka bir şey değildir! Gezegenler, galaksiler, evrenler yaratmak ve onları yönetmek, işte insan ruhunun maddi dünyalardaki deneyiminin meyveleri bunlardır.
Tanrının sihirli bir değnekle evrenleri yaratıp tek başına yönettiğini söylemek safdilliktir, çünkü Tanrının yaratma ve yönetmeyle hiçbir ilgisi yoktur. O sadece olur, yani yaratılışı ayakta tutan bilinç ışığını ya da kozmik enerjiyi boşluğa yayar. Gerisi kemale ermiş varlıkların işidir, evrenleri yaratıp yönetmek, kozmik yasaları uygulamak, hatta insan bedenini ilahi murada uygun şekilde dizayn etmek bile onlara aittir! Sıradan birinin, insan ruhunun yeteneklerine bu kadar geniş açıdan bakmasını beklemek pek gerçekçi olmaz, hala putperestliğin Tanrı anlayışını sürdüren insanoğlu bu büyük tabloyu görmekten acizdir. Basit bir dünya şirketinde bir sürü müdür, müdür yardımcısı ve amir olmasını gayet doğal karşılar, ama koskaca evrende Tanrının gelişmiş varlıklardan oluşan bir hiyerarşiye sahip olmasını yadırgar. Varlığını yüzeysel olarak kabul ettiğimiz Mikail, Cebrail, İsrafil, Azrail gibi melekler, Tanrının her işini sihirli bir değnekle gerçekleştirmediğinin kanıtı değil midir? Eğer dört tane varsa daha fazlası neden olmasın? Tanrının nötr bir güç, yani hiçbir oluşuma müdahale etmeyen bir Cevher olduğunu idrak etmeden, yaratılış bilmecesini çözmek mümkün değildir. Tanrı hiçbir şeye müdahale etmediği için adil sıfatını koruyabilmekte, her yaratığa ne olmak istiyorsa o olabilmesi için izin vermektedir. Müdahaleci tanrı putperestlerin tanrısıdır, tevhit inancının Tanrısı ise yapıp eden değil, izin veren, serbest bırakan bir Tanrıdır.
Sonuç olarak, insan ruhunu defalarca maddi dünyalarda deneyime zorlayan sır, önce maddeyi yüceltmek, sonra yaratmak, daha sonra da yönetmekle ilgilidir. İnsanın yeryüzünde Tanrı halifesi olmasının anlamı da budur. Tanrının yapabildiği her şeyi, ondan tezahür eden parçanın, yani insan ruhunun da yapabilmesinde bir terslik yoktur.



17 Kasım 2008 Pazartesi

“İLİM BİR NOKTA İDİ, CAHİLLER ONU ÇOĞALTTILAR”

İşte billur kıvamında bir beyan, işte Hz. Ali’nin damgasını taşıyan ilahi bir hikmet! Hiç mübalağasız hakkında ciltler dolusu kitap yazılacak bir cümledir bu. “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttılar.” Yaratılışın sırrı bundan daha iyi ifade edilemez, böyle bir cevher ancak “ilim şehrinin kapısı”ndan ortalığa saçılabilirdi.

Bu yargının en önemli yanı, vahdet-i vücuda (vücut birliği) yaptığı vurgudur. Cahiller, yani tek’in Gerçek, çok’un illüzyon olduğunu anlamayanlar, onu parçalara bölüp kendi varlıklarını abartma eğilimindedir, yaratılış ormanına bakıp her varlığa hayran olur, ama varlığı varlık yapan özü göremezler! Yaratılış o denli çeşitli, o denli albenilidir ki, hemen her zaman Yaradan’ı gözlerden gizler. Ancak Hz. Ali çapında bir veli çokluğun ardındaki Gerçeği temaşa edebilir ve ilmin (Tanrı’nın) bir “nokta” olduğunu söyleyebilir. Aslında nokta o kadar engindir ki, gelmiş geçmiş tüm yaratılışları kuşatır!
Söz konusu cümleyi anlamakta zorlanan bazı sahabiler, nokta’nın ne anlama geldiğini Hz Ali’ye sormuş, şu yanıtı almışlardır: “Kainatın tüm sırları kutsal kitaplardadır, kutsal kitapların sırrı Kuran’dadır, Kuran’ın sırrı Fatiha suresindedir, Fatiha’nın sırrı Bismillah’tadır, Bismillah’ın sırrı başındaki be harfindedir, be harfinin sırrı ise altındaki noktadadır, işte o nokta benim.” Bazıları bu beyanın iyi örtülmüş bir “Tanrılık iddiası” olduğundan emindir. Ama biz o kanıda değiliz, kainatın sırlarının kutsal kitaplardan be’nin altındaki noktaya kadar süzülüp gelmesi, Şah-ı Velayet’in mikrokozmos’a gönderme yapmasından başka bir şey değildir, çünkü mikrokozmos (insan), makrokozmosun (kainatın) tüm sırlarını barındırır. Kısaca, yukarda nasılsa aşağıda da öyledir, yani Tanrı tüm ilmini hem en büyük parçaya (kainata), hem de en küçük parçaya (insana) aynı özenle yerleştirmiştir. Başka bir deyişle, Tanrının ilmi insanda tecelli eder, çünkü insan yeryüzüne gönderilmiş halifedir, yani Tanrısallığa ilişkin tüm bilgiyi sinesinde toplayan varlıktır. Bu yüzden, Hz. Ali’nin ustaca “Tanrılık iddiasında” bulunduğunu iddia etmek, ona söylemediği şeyi zorla söyletmekten başka bir anlam taşımaz. Kendisi de sağlığında bu haksız isnatlardan yakınmış, şöyle demişti: “Benim yüzümden helak olacak iki tür insan var. Beni sevmede aşırı ileri gidenler ve beni yermede aşırı ileri gidenler.” Tanrılık iddiası, onu sevmede aşırı ileri gidenlerin marifetidir! “Ben Tanrıyım” demekle, “Tanrının tüm ilmi bende tecelli etmiştir, çünkü ben Tanrının halifesiyim” demek arasında dağlar kadar fark olduğunu insaf sahibi her insan bilir.
Öyleyse nokta, tüm varlığın vücut bulduğu ezeli ve ebedi cevherdir. Tanrının Zat mertebesi, yani yaratılıştan önceki “Hiçlik” tir. Orada bırakın varlığı, varlığın kokusu bile yoktur, henüz evrenler yaratılmamış, yani zıtlar alemi tezahür etmemiştir. Kısaca, Tanrının kendi içinde sadece kendini “bildiği” bir Tek’lik halidir, işte Hz. Ali’nin sözünü ettiği nokta bu Tek’liktir. Varlık alemi noktanın, yani Tek’in kendini açığa vurmasından, daha doğrusu tezahür etmesinden meydana gelmiştir. Noktayı çoğaltan cahil ise, varlığın fışkırdığı noktayı değil, noktadan fışkıran çokluğu görür, sanki onların noktadan bağımsız bir vücudu varmış gibi! Nokta olmasa varlığın da olamayacağını idrak edemez, yaratılış ormanında yitip gider. Bu yüzden, gözlerini noktaya değil de, noktadan tezahür eden nesnelere dikenlerin körlüğü ölünceye kadar devam eder. Geçici binekleri (bedenleri) üstünde anlamsızca koşuşturur, ama eninde sonunda her şeye vücut veren “nokta” ya dönerler.
Sıradan insanın vücutların gerisindeki “Vücudu” görmesi zordur, zaten o yüzden cehaleti kalıcıdır, o yüzden dünya denen oyuncak ona sevimli gelir. Ta ki Azrail tırpanı vuruncaya, değersiz bedeninin varla yok arasında salınan bir illüzyon olduğunu anlayıncaya kadar! Gerçek insan ise, Hz. Ali gibi “nokta”nın anlamını kavrayabilen, yani ölmeden önce ölen insandır.