Aykırı Yazılar

Bu blogda, 40 yıl boyunca kaleme aldığım makaleleri okuyacaksınız. Genelde tasavvufi konulara eğilen söz konusu yazılar, ezelden beri insanoğlunun aklını kurcalayan bazı temel sorunlara açıklık getirme iddiasındadır.

19 Mayıs 2008 Pazartesi

ŞEYTAN ÜZERİNE BİR DENEME

Dipteki odadan gürültüler geliyordu, mürşit merak edip o tarafa yürüdü, aralık kapıdan içeri baktı. Çömezlerden Ali ve Cafer hararetli bir tartışmaya tutuşmuşlardı, sekiz kişilik bir grup etraflarında halka olmuş ilgiyle onları izliyordu. Konu şeytanın varlığıyla ilgiliydi, kendilerini tartışmanın seyrine o kadar kaptırmışlardı ki, izlendiklerini bile fark etmediler. Mürşit tam kapıyı itecekken vazgeçti, varlığı tartışmanın seyrini etkileyebilirdi, kapının pervazına yaslanıp dinlemeye koyuldu. Ali, alnında biriken terleri elinin tersiyle silip inatçı bir tavırla söze girdi:
- Ben şeytanın tuzağa düşürüldüğü konusunda ısrar ediyorum, her şey apaçık ortada.
Tanrı “Benden başkasına tapmayacak ve secde etmeyeceksin” diyor, ama aynı Tanrı “Adem’e secde et” diye şeytana buyruk veriyor, yani iradeyle buyruk birbirini tutmuyor.
Ne yapsın şeytan? İradeye uysa buyruğa karşı gelecek, buyruğa uysa iradeyi çiğneyecek, aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık. Bu tuzak değil de ne? Sanki Tanrı bile bile şeytanı tuzağa sürüyor, başkaldırması için onu kışkırtıyor. Bana kalırsa şeytan doğru olanı yaptı, iradeyi çiğnemektense buyruğa karşı geldi. İmanı yüzünden insana secde etmeyip Tanrısını yüceltmeyi yeğledi. Uzun lafın kısası, bana göre şeytan Tanrı tarafından tuzağa düşürülmüş, harcanmış bir melek, bu kesin. Benim anlamadığım, en sadık meleğine Tanrının bu muameleyi neden reva gördüğü, şanına yakışmayan bu haksızlığı neden yaptığı. Bunu bir türlü aklım almıyor, haksız mıyım?
Cafer bir süre lafa neresinden gireceğini kestirmeye çalıştı, dinleyiciler merakla ne söyleyeceğini bekliyorlardı, nihayet kırgın bir sesle,
- Başından beri sana anlatmaya çalıştığım da bu, dedi. Tanrı şeytanı neden tuzağa düşürsün, neden harcasın? Bana kalırsa ortada tuzak filan yok, ama şike var. Evet, bir nevi danışıklı dövüş var!
Dinleyiciler hayret ifade eden sesler çıkararak Cafer’in konuşmasını kestiler, mürşit kapıda belli belirsiz kımıldandı. Ali şaşkındı,
- Ne, şike mi dedin?
- Evet şike dedim, lafımı kesmezsen neden bu sonuca vardığımı anlatacağım. Suçsuz bir meleği tuzağa düşürmek, senin deyiminle harcamak Tanrının şanına yakışmayacağından başka bir çözüm bulmak gerekiyor. Düşünüyorum ve akla en uygun çözüm olarak işin içinde şike olduğu sonucuna varıyorum. Nasıl varıyorsun diyeceksin? Bana göre Tanrı insanı monoton bir yaşamdan kurtarmak, ona seçim hakkı tanımak için iyinin yanında kötünün de var olması gerektiğine karar verdi. Bu durumda kötülüğü temsil edecek bir gücün, yani bir meleğin bu işle görevlendirilmesi gerekiyordu. Konu çok önemli olduğundan, bu işe en çok güvendiği meleği memur etti. Adem’in ve diğer meleklerin işin ciddiyetini kavramaları için senin tuzak dediğin olay, Tanrı ve meleği tarafından önceden planlanarak tüm yaratıkların önünde sahneye kondu! Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oldu, hem kötülüğü temsil edecek melek belirlendi, hem de hazır bulunanlara isyan etmenin cezasız kalmayacağı konusunda gözdağı verilmiş oldu. Aslında melek harcanmadı, harcanmış gibi yapıldı! Üstelik bu görüşün doğruluğunu destekleyen kanıtlar var. Hatırlarsan, şeytan buyruğa karşı gelip Tanrı tarafından lanetlendikten sonra, insanı saptırmak için kıyamete kadar kendine süre verilmesini istedi. Tanrı bu isteği kabul etti ve şeytana hem yetki hem de süre verdi. Harcandı dediğin melek, bu kadar yetkiyle neden donatıldı dersin? Çünkü her şey önceden Tanrı ve meleği arasında kararlaştırıldı da ondan. İşte bu yüzden tuzak değil şike diyorum, ama bu bizim anladığımız anlamda şike, yani sahtekarlık değil. Kötülüğün temsilcisini belirlemek için Tanrının başvurduğu bir düzenleme, bir zorunluluk o kadar.
Cafer sözlerini bitirdiğinde uzun bir sessizlik oldu, şeytanın varlığı hala açıklığa kavuşmamıştı, tuzak mıydı yoksa şike mi? Herkes bu sorunun yanıtını arıyordu. Yusuf sessizliği bozdu:
- Ee şimdi ne olacak? Arkadaşlarımız tartışmayı bir sonuca bağlayamadı, hangi görüş doğru, hangisine inanmamız gerekiyor?
Dinleyicilerden en genç olanı:
- En iyisi konuyu üstada götürmek, dedi. O bize hangi görüşün doğru olduğunu söyleyecektir, hadi yanına gidelim.
Kapıya doğru birkaç adım atmışlardı ki mürşitle yüz yüze geldiler. Üstat hepsini tek tek süzdükten sonra, sağlı sollu dizilen müritlerinin arasından geçip köşedeki koltuğa oturdu. Eliyle kapının kapatılmasını işaret ederek,
- Oturun bakalım, dedi. Tartışmanıza kulak misafiri oldum, yanlış doğru birçok şey söylediniz, ama sonuca varamadınız, çünkü işin özünü değil, daha çok biçimini konuştunuz.
Son sözleri Ali ve Cafer’e bakarak söylemişti. Herkes kulak kesilmiş sabırsızlıkla onun konuşmasını bekliyordu, üstat bir süre düşündükten sonra yumuşak bir sesle söze girdi:
- Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, şeytanın varlığı teolojinin aksadığı, kaba tabirle teklediği konulardan biridir. Teoloji meleklerin iradesinin olmadığını, Tanrının verdiği emirlere harfiyen uymak zorunda olduklarını söyler. Bu ne demektir? Bir melek verilen emre uymamazlık edemez, fikir ileri süremez, karşı koyamaz demektir. Peki nasıl olur da, bir melek olan şeytan Tanrının buyruğuna karşı gelebilir? Gördüğünüz gibi teoloji bu konuda çelişkiye düşmekte. Biz akıl yürütmeyi esas alan bir görüşe mensup olduğumuzdan, teoloji öyle istiyor diye birbiriyle çelişen hükümleri kabul etmek zorunda değiliz. İşte bu noktayı gözden kaçırdınız.
Ali ve Cafer başlarını önlerine eğdiler, gerçekten de bu noktayı atlamışlardı. İradesi olmayan bir meleğin Tanrıya isyan etmesi ne kadar anlamsızdı. Üstat bıraktığı yerden devam etti:
- Aslında şeytanın nasıl değil, niçin var olduğu önemli. Dikkat ettim, şeytanın var oluş şekliyle uğraşıp durdunuz, oysa üzerinde durulması gereken nokta, şeytanı varlık alanına salan iradenin tutarlı olup olmaması. Teoloji bu konuda, “Allah Adem’i yarattı” der gibi
“Ve Allah şeytanı yarattı” diyebilirdi, eğer öyle deseydi siz şimdi bu tartışmayı yapıyor olmazdınız. Ali ve Cafer kardeşlerinizin tezlerinde mantığa uygun noktalar var, her iki şıkkın da gerçeklik payı taşıdığı söylenebilir. Ama bunlar arasında bir tercih yapmanın ve mutlak gerçeği aramanın size kazandıracağı bir şey yok. Şekille ilgili bu bahsi kapatmadan önce, Hallac-ı Mansur’un şeytanı ululayan şu sözüne dikkatinizi çekmek isterim. Hallac, “Kainatta iki muvahhit (Tanrıyı birleyen) tanıyorum, biri Hz Muhammed öbürü de şeytandır!” demişti, yani şeytanın Tanrıya olan inancını peygamberle denk tutmuştu. Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olsa bile, şeytanın bunu Tanrıyı çok sevdiği için yaptığını ima etmişti. Bana göre, şeytan figürü biraz da cahil kitlelerin idrak seviyeleri dikkate alınarak yaratılmıştır. Eğer teoloji “Ve Allah şeytanı yarattı” demiş olsaydı, söz konusu cahil kitleler, “Bu nasıl Tanrı ki hem şeytanı yaratıyor, hem de bize ona uymayın diye tavsiyede bulunuyor” diyeceklerdi. Çünkü eskiden putperestler iyilik ve kötülük tanrılarını birbirinden ayırıyor, iyilik tanrısından kötülüğün çıkmayacağına dair bir kanaat taşıyorlardı. Putperestlikte şeytanın varlığı bir sorun teşkil etmiyordu, çünkü kötülük tanrısı ayrıydı. Oysa tek tanrılı dinlerde iyinin de kötünün de kaynağı aynıdır. Teoloji, iyiliğin kaynağından kötülüğün ancak buyruğa karşı gelen bir melek motifiyle çıkmasının cahil kitleler açısından daha inandırıcı olacağını düşünmüş olabilir. Bu tespit kesin değil, ama en inandırıcı olanı.
Cafer ve Ali göz göze geldiler, ikisinin de aklından aynı şeyler geçiyordu. Tuzakmış, şikeymiş amma da saçmaladık dercesine bakıştılar. Diğerleri pür dikkat hayranlıkla üstadı dinliyorlardı. Mürşit hafif bir iç geçirdikten sonra devam etti:
- Şimdi gelelim işin özüne, yani şeytanın neden var olduğuna. İnsanın varlık alanına çıkışıyla birlikte şeytanın varlığı da gündeme geldi, çünkü insan irade sahibi bir varlıktı, seçebilme yeteneği vardı. Ama neyi seçecekti? İnsanın maddi dünyalarda deneyim geçirerek olgunlaşabilmesi için zıtların, yani iyinin yanında kötünün de varolması şarttı. Oysa Tanrı salt iyilik ve güzellikti, her şey cemal (nur) sıfatına göre düzenlenmişti, O’nun celal (nar) yanını temsil edecek bir olgu gerekiyordu. Bu yüzden teoloji Tanrının celal yanını temsil etmek üzere şeytanı devreye soktu. Bu zorunlu bir tasarruftu, bizim bu tasarrufu kabul etmemiz ya da etmememiz meselenin özünü değiştirmez. Çünkü evrensel yasa “aşağıda nasılsa, yukarda da öyledir” der. Eğer dünyada şeytanı insanın nefsi temsil ediyorsa, yukarda da benzer bir figür kötülüğü temsil etmek zorundadır. Tanrı evreni eşzamanlı ve eşgüdümlü tasarruflarla yönetir, yani insan zihninin yarattığı her olgu, yukarda eşdeğer bir sembole bürünmek zorundadır. Bu konuda belirleyici faktörün Tanrısal dayatma ve düzenleme değil, insan bilinci olduğunu sakın aklınızdan çıkarmayın. Kısaca, şeytanı yaratan Tanrı değil biziz! Sonuç olarak şeytan, insanın kötülük yapabilme yeteneğidir, insanı kötülüğe sevk eden her tür maddi ve manevi güce verilen isimdir. Kötüyü seçen nefsine uyarak seçer, Tanrıya uyarak değil. Günde bin kez şeytana lanet okuyan şaşkınlara bir bakın, acınacak haldedirler. Sanki iradelerinin dışında bir varlık onları kötülük yapmaya zorluyormuş gibi davranır, şeytanı lanetledikleri zaman kötülükten kurtulacaklarını sanırlar. Oysa kötülüğün kaynağı bizzat kendi nefisleridir.
“Hz. Peygamberin bu konuya açıklık getiren çok güzel bir hadisi var. Bir gün kendisine “Şeytanın yurdu neresidir?” diye sordular. Tanrı elçisi şöyle yanıt verdi: “Şeytan sizin kan damarlarınızda dolaşır” yani şeytan kendi nefsinizdir demek istedi. Bildiğiniz gibi, insanın damarlarında dolaşan kan damar duvarlarına basınç yapar. İşte insana hayatiyet kazandıran nabız dediğimiz bu basınçtır. Gençlerde bu basınç güçlü olduğundan, daha enerjik ve daha hırslıdırlar. Kanlarının deli deli akmasına kinaye olarak onlara delikanlı sıfatını yakıştırırız, oysa ihtiyarlarda bu basınç düşük, bu yüzden hareketler gevşektir. Peygamber evrende bir şeytan olmadığını, şeytani işlerin insanın nefsinden zuhur ettiğini bu hadisle anlatmak istemiştir. Çünkü damardaki kan basıncıyla, nefsin azgınlığı arasında bağlantı vardır. Sonuç olarak diyebiliriz ki, hayal ürünü bir şeytanı lanetleyenler, aslında kendi nefislerini lanetlemekteler! Adını şimdi hatırlayamadığım bir bilge bu konuda şöyle diyor: “Yeryüzünü saran şu çığlıklar, acılar, gözyaşları hep insanın eseridir, çünkü kötülüğün vücudu yoktur” yani sorumluluğu var olmayan şeytana yüklemeyin, sorumlu nefsinizdir demek istiyor.
“Hal böyleyken, şeytanın şöyle mi böyle mi yaratıldığının ne önemi var? Önemli olan kötülükten kaçınmaktır, ona ne isim verdiğiniz hiç, ama hiç önemli değildir. Kötülüğü yok edemezsiniz, onu yok ettiğinizde iyiliği de yok etmiş olursunuz, çünkü bir şey ancak zıddıyla ayakta durabilir. Uzunsuz kısa, gecesiz gündüz, kötüsüz iyi olamaz. İnsanın özgür olabilmesi, zıtlar arasında seçim yapabilmesine bağlıdır, kötülüğün olmadığı bir dünyada insanoğlu iyiyi nasıl seçebilir?”
Mürşit sustu, araştıran gözlerle müritlerine baktı, sorusu olan var mı diye bir süre bekledi, kimseden soru gelmeyince geldiği gibi sessizce çıkıp gitti. Müritler hayranlık dolu bakışlarla üstadın odadan çıkışını izlediler.

1 Mayıs 2008 Perşembe

“RUHLARINIZ BEDENLERİNİZ, BEDENLERİNİZ RUHLARINIZDIR”

Hz. Muhammed’in en çarpıcı hadislerinden biri şöyledir: “Ervahuna eşbahuna, eşbahuna ervahuna”, yani ruhlarınız bedenleriniz, bedenleriniz ruhlarınızdır. Yaklaşık 1400 yıldır künhüne varılamamış, taşıdığı hikmet bir türlü çözülememiş olağanüstü bir yargıdır bu. Öyle sanıyoruz ki daha uzun süre anlaşılamayan hikmetler arasındaki yerini koruyacaktır.
Ruh ve beden oldum olası birbirine zıt iki kavram, varlığın iki zıt yönü gibi algılanmıştır. O kadar ki, birinin varlığı diğerine asla tahammül edememiş, yekdiğerini yok sayacak kadar ileri gitmiştir. Ortaçağ din adamlarının bedene verdiği değer, ezilip susturulması gereken bir varlık olmaktan öte gitmez. Onlara göre Tanrının kutsadığı ruh, şeytanın elinde oyuncak olmuş bedenden çok daha değerlidir. Dünyalık heveslerin ve sonsuz ihtirasların kaynağını kurutmak için bedeni terbiye etmek, her fırsatta yılanın başını ezer gibi onu ezmek gerekir.
Öte yandan günümüz bilimi, ortaçağ din adamlarının tam tersi bir uygulama içindedir. Onlara göre ruhun kayda değer bir özelliği yoktur, elle tutulup gözle görülen beden bilimsel merceğin en iyi müşterisidir. Bedenin istekleri, bedenin mahiyeti elbette ne idiği belirsiz uhrevi bir hasımdan daha üstün tutulacaktır! Tüm bilimsel kurgular bedene göre yapılacak, madde en ince ayrıntısına kadar incelenecek, ille de gerekliyse ruhi fenomenler bile maddenin saçtığı ışıklarla aydınlatılmaya çalışılacaktır. Kısaca ruh, maddenin bir yan ürünü olmaktan öte gidemeyecektir, bu noktada bilim adamının katılığı din adamından daha az değildir.
Okuması yazması bile olmadığı söylenen bir peygamberin, 21. yüzyılda bile ulaşılamamış bir idrak enginliğiyle ruhla bedenin aynı şey olduğunu söylemesi tek kelimeyle mucizedir! Bu olağanüstü tespitte hangi ilahi ilhamın ya da bilginin etkin olduğunu söylemek zordur. Bilinen tek şey, peygamberin bu mucizeyi doğru noktadan kalkarak gerçekleştirdiğidir. Çünkü tevhit inancından yola çıkan birinin, ruh ve bedenin aynı şey olduğunu söylemesi doğaldır. Aslında başka türlü düşünmesi, ruh ve bedeni ayrı şeylermiş gibi değerlendirmesi yanlıştır, çünkü vücut Bir’dir, çok gibi görünenler ise Bir’in tezahürleridir.
Peygamberin “Başlangıçta O vardı ve başka hiçbir şey yoktu” şeklindeki hadisini Hz. Ali’ye nakleden ve fikrini soran sahabiler, ondan şu yanıtı aldılar, “Hala öyledir.” Veliler Şahı peygamberin yargısını onaylamakla kalmamış, başlangıçta da, yaşadığımız şu anda da sadece O vardır, çok gibi görünenler O’nun tezahürüdür demek istemiştir. Tek’lik, sıradan insanın idrak alanına girebilmek için kendini çokluk şeklinde ortaya koymak zorundadır, çünkü insan sınırlı yetenekleriyle Tek’i, yani Tanrının Zatını göremez ve kavrayamaz.
Çağdaş teorik fizikçilerin atom altı dünyadan elde ettikleri bilimsel veriler, peygamberin 1400 sene evvel yaptığı mucizevi tespiti doğrulamaktadır. Gerçi fizikçiler son sözlerini henüz söylemediler, ama gidişat gösteriyor ki evren tümüyle bir Tek’liğin, parçalanmaz ve bölünmez bir Varlığın yansımalarından ibaret. İlerde madde sonuna kadar tüketildiğinde, maddeyi de ruhu da kapsayan tek bir yapı tüm ihtişamıyla gözler önüne serilecek, zıt gibi görünen tüm unsurlar o Bütün’ün içinde yerlerini alacaklar. Eğer tevhit inancı doğruysa (ki biz doğru olduğuna inanıyoruz) böyle olması gerekir. Öyle sanıyoruz ki, insanlar bu gerçeği idrak etmek için fazla beklemeyecek, kısıtlı idraklerinin kıskacından 21. yüzyıl sona ermeden kurtulacaklardır.
Yakın gelecekte, atom altı dünyaya yapılan yolculuk çok ilginç gelişmelere sahne olacak, madde sanılan şeyin son halkasında manaya (ruha) geçiş belirtileri görülecek, büyük olasılıkla maddedeki “ilk zekanın” ya da prensibin, ilahi yasalarla uyum içinde olduğu anlaşılacaktır. Maddeden manaya geçişteki bu gizli kapı, bize tevhit inancının anahtarını da sunacaktır!
Sonuç olarak, bilimin ancak günümüzde el yordamıyla zar zor bulabildiği bir gerçeği, peygamberin 1400 sene evvel ifade etmiş olması tevhit inancının zaferidir. Salt ruha ya da salt maddeye bel bağlayanlar, geç de olsa yanıldıklarını artık anlamalı, tevhit inancı etrafında kenetlenmelidirler. Tanrı bizi din adamının inadından ve bilim adamının aymazlığından korusun. Amin!