VARLIK VE BİLİNÇ
Varlık deyince aklımıza hemen bilinç gelir, bilinçsiz varlık olamayacağına kendimizi inandırmışızdır. Dolayısıyla, insan demek bilinç demektir, hatta hayvan ve bitki bile kendine has bir bilince ya da içgüdüye sahiptir. Komadaki insanın “bitkisel hayata” girdiğini söyleyerek, zavallıyı hemen insan sınıfından çıkarıp bitki sınıfına dahil ederiz, dahası uykuda aktif bilince sahip olmadığımız için kendimizi yarı ölü farz ederiz.
Oysa 1981 yılında ölen çağımızın en büyük bilgelerinden Hintli Sri Maharaj, varlığın bilinçsiz de var olabileceğini söylüyor. Bir nebze huzur bulmak için üstadın dizinin dibinden ayrılmayan batılı gençler, bilgenin varlıkla bilinci aynı sepete koymadığını görünce apışıp kalıyorlar! Guruyu soru yağmuruna tutan bu gençlerden biri soruyor: “Sabah uyanır uyanmaz dünya birden beliriyor, o nereden geliyor?” Ama bilgeden hiç ummadığı bir yanıt alıyor: “Bir şeyin meydana gelebilmesi için, her şeyden önce o şeyin gelip ulaşacağı birinin varlığı gereklidir. Tüm görünüşler (tezahürler) ve kayboluşlar değişmeyen bir fon içindeki değişimlerdir.” Maharaj’ın her şeyden soyutlanmış “varlığa” vurgu yaptığını, sadece onu önemsediğini anlamayan batılı genç ısrar ediyor: “Ama uyanmadan evvel bilinçsizdim!” Gence göre bilinçsizken dünyanın yok olması, uykudan uyanınca belirmesi gayet doğal, çünkü bir şeyin var ya da yok olması bilince bağlı. Bilge gencin bu varsayımını şöyle çürütüyor: “ Ne anlamda bilinçsizdin? Uykuda yaşadıklarını unuttuğun ya da bilinçli olarak deneyimlemediğin için mi böyle düşünüyorsun? Bilinçsiz haldeyken bir şeyleri deneyimleyemez misin? Bellekte bir kayma, var olmayışın kanıtı olabilir mi? Üstelik zihninin uykuda var olmadığını bile söyleyemezsin! Uyandığında ilk hissettiğin Ben’im (var olanım) duygusu değil mi? Sonra deneyim işlemeye başlar, “Ben-beden-im dünyada” algısı art arda belirir gibi görünse de, aslında eşzamanlıdır, çünkü dünyada bedenli bir varlık olmak tek bir fikirdir, ortada bir kimse olmadan Ben’im duygusu olabilir mi? ”
Bilinci ve bedeni olmadan var olamayacağına inanan genç diretiyor: “Ben her zaman anıları ve alışkanlıkları olan biriyim, bir başka “Ben” bilmiyorum.” Bilge tekrar beden ve bilinçten bağımsız “varlığa” vurgu yapıyor: “Bir beden mi, yoksa daha başka bir şey mi olduğunu bilmek senin için önemli değil mi? Tüm sorunlarının bedeninin sorunları olduğunu görmüyor musun? Besin, giysi, barınak, aile, dostlar, isim, şöhret, güvence, bütün bunlar bir bedenden ibaret olmadığını idrak ettiğin zaman önemini yitirir.” Salt beden ve bilinçten ibaret olmadığını bilmek sonunda genci biraz olsun ilgilendirmeye başlıyor: “Beden olmadığımı bilmemde ne yarar var? ” Bilge, sıradan bir gencin çok zor idrak edebileceği “gerçek varlığı” anlatmaya başlıyor: “Beden olmadığını söylemek pek doğru değil. Bir bakıma sen tüm bedenler, zihinler, kalplersin ve çok daha fazlasısın. Ben’im duygusuna derinlemesine gir onu bulacaksın. Var oluş, yani Ben’im duygusu ilk ortaya çıkan şeydir. Zihnin Ben’im duygusu üzerinde sabit kaldığında sözcüklerle anlatılamayan, ancak yaşanabilen bir hale girersin. Yapman gereken tek şey tekrar tekrar denemektir. Sen o duyguya beden, duygular, düşünceler, mal mülk gibi bin türlü şey eklemişsin. Kendinle özdeşleştirdiğin bu şeyler yanıltıcıdır, onlar yüzünden kendini aslında olmadığın şey sanmaktasın!”
Aklı iyiden iyiye karışan genç sonunda can alıcı soruyu soruyor: “Öyleyse ben neyim? ” Maharaj, bilinç ve bedenden, dünyasal statü ve yargılardan arınmış “gerçek varlığı” doğulu bilgelerin “soğan soyma” dedikleri geleneksel yöntemle şöyle açıklıyor: “Ne olmadığını bilmek yeterlidir, ne olduğunu bilmen gerekmez. Çünkü bilgi daha önceden edindiğin bilgilerle yapılan bir tarif olduğuna göre, onun kendini biliş olması söz konusu değildir. Ne olduğunu tarif, tümüyle her şeyi reddetme dışında mümkün değildir. Tek yapacağın ben şu değilim, ben bu değilim demekten ibarettir. Bu ya da şu olarak tarif edeceğin hiçbir şey kendin olamaz. Sen görülüp algılanabilen ya da idrak ve hayal edilebilen bir şey değilsin, ama sen olmadan ne idrak ne de hayal gücü olabilir. Görme ve algılama fiili bile algıladığın şey olmadığını gösterir, sen olmadan algılama fiili gerçekleşebilir mi? Deneyimleyen yoksa deneyim gerçek değildir, deneyime gerçeklik sağlayan onu deneyimleyendir.”
Bu diyalogda üzerinde durulması gereken en önemli nokta, varlıkla bilinç arasındaki ilişkidir. İnsan bilinç sahibi olduğu için varlık değil, varlık olduğu için bilinç sahibidir. Çünkü Tanrısal cevher olan “varlık” ezeli ve ebedidir, var olmak için hiçbir şeye, hatta bilince bile ihtiyacı yoktur. Oysa bilinç sürekli kendini şu ya da bu şeyle özdeşleştirir, yani nesne ve olgular arasında seçim yapar, bu yüzden kendini ya yaptığı işle, ya toplumdaki statüsüyle ya da servetiyle özdeşleştirir, bir şekilde dünyaya tutunmak, bir şeylere bağlanmak zorundadır. Bilinçsiz olmak insanı o kadar rahatsız eder ki, uykuda geçirdiği süreyi bile “var olmadığı” bir zaman dilimi sayar, kısaca ebedi varlığını, yani özünü inkar eder.
Bu noktada insanın aklına şu soru takılıyor. Eğer bilinç bu kadar güvenilmez ve kaygan bir zeminse, Maharaj’ın sözünü ettiği varlıkla bağlantı nasıl kurulacak? Bilge bu soruyu “farkındalık” diye yanıtlıyor. Ona göre farkındalık varlığın yaratılıştan getirdiği bir özellik, daha doğrusu özünde mevcut bir şuur hali. Farkındalık içindeki insan hem ebedi Tanrısal varlığının, hem de dünyadaki geçici varlığının farkındadır, bu yeteneği sıradan insanın bilinciyle karıştırmamak gerekir. Farkındalık ancak “şimdi”de yakalanabilir, geçmiş ıstırapla, gelecek ise beklentiyle doludur, oysa sonsuz şimdi, yani içinde bulunduğumuz şu an varlığın sorunsuz var olabildiği tek yerdir! Orada ıstırap ve beklenti yoktur, orada zaman ve mekan da yoktur, orada sadece farkındalık vardır, ama bu farkındalık aynı zamanda çevresinde olan biten her şeyden haberdardır. Tasavvuf erbabı bu yüzden sonsuz şimdi’ye kilitlenen üstada “an’ın çocuğu” der, an’a kilitlenmek hem “varlığın” tahtına oturmak, hem de dünyanın “farkında” olmaktır.
Varlık deyince aklımıza hemen bilinç gelir, bilinçsiz varlık olamayacağına kendimizi inandırmışızdır. Dolayısıyla, insan demek bilinç demektir, hatta hayvan ve bitki bile kendine has bir bilince ya da içgüdüye sahiptir. Komadaki insanın “bitkisel hayata” girdiğini söyleyerek, zavallıyı hemen insan sınıfından çıkarıp bitki sınıfına dahil ederiz, dahası uykuda aktif bilince sahip olmadığımız için kendimizi yarı ölü farz ederiz.
Oysa 1981 yılında ölen çağımızın en büyük bilgelerinden Hintli Sri Maharaj, varlığın bilinçsiz de var olabileceğini söylüyor. Bir nebze huzur bulmak için üstadın dizinin dibinden ayrılmayan batılı gençler, bilgenin varlıkla bilinci aynı sepete koymadığını görünce apışıp kalıyorlar! Guruyu soru yağmuruna tutan bu gençlerden biri soruyor: “Sabah uyanır uyanmaz dünya birden beliriyor, o nereden geliyor?” Ama bilgeden hiç ummadığı bir yanıt alıyor: “Bir şeyin meydana gelebilmesi için, her şeyden önce o şeyin gelip ulaşacağı birinin varlığı gereklidir. Tüm görünüşler (tezahürler) ve kayboluşlar değişmeyen bir fon içindeki değişimlerdir.” Maharaj’ın her şeyden soyutlanmış “varlığa” vurgu yaptığını, sadece onu önemsediğini anlamayan batılı genç ısrar ediyor: “Ama uyanmadan evvel bilinçsizdim!” Gence göre bilinçsizken dünyanın yok olması, uykudan uyanınca belirmesi gayet doğal, çünkü bir şeyin var ya da yok olması bilince bağlı. Bilge gencin bu varsayımını şöyle çürütüyor: “ Ne anlamda bilinçsizdin? Uykuda yaşadıklarını unuttuğun ya da bilinçli olarak deneyimlemediğin için mi böyle düşünüyorsun? Bilinçsiz haldeyken bir şeyleri deneyimleyemez misin? Bellekte bir kayma, var olmayışın kanıtı olabilir mi? Üstelik zihninin uykuda var olmadığını bile söyleyemezsin! Uyandığında ilk hissettiğin Ben’im (var olanım) duygusu değil mi? Sonra deneyim işlemeye başlar, “Ben-beden-im dünyada” algısı art arda belirir gibi görünse de, aslında eşzamanlıdır, çünkü dünyada bedenli bir varlık olmak tek bir fikirdir, ortada bir kimse olmadan Ben’im duygusu olabilir mi? ”
Bilinci ve bedeni olmadan var olamayacağına inanan genç diretiyor: “Ben her zaman anıları ve alışkanlıkları olan biriyim, bir başka “Ben” bilmiyorum.” Bilge tekrar beden ve bilinçten bağımsız “varlığa” vurgu yapıyor: “Bir beden mi, yoksa daha başka bir şey mi olduğunu bilmek senin için önemli değil mi? Tüm sorunlarının bedeninin sorunları olduğunu görmüyor musun? Besin, giysi, barınak, aile, dostlar, isim, şöhret, güvence, bütün bunlar bir bedenden ibaret olmadığını idrak ettiğin zaman önemini yitirir.” Salt beden ve bilinçten ibaret olmadığını bilmek sonunda genci biraz olsun ilgilendirmeye başlıyor: “Beden olmadığımı bilmemde ne yarar var? ” Bilge, sıradan bir gencin çok zor idrak edebileceği “gerçek varlığı” anlatmaya başlıyor: “Beden olmadığını söylemek pek doğru değil. Bir bakıma sen tüm bedenler, zihinler, kalplersin ve çok daha fazlasısın. Ben’im duygusuna derinlemesine gir onu bulacaksın. Var oluş, yani Ben’im duygusu ilk ortaya çıkan şeydir. Zihnin Ben’im duygusu üzerinde sabit kaldığında sözcüklerle anlatılamayan, ancak yaşanabilen bir hale girersin. Yapman gereken tek şey tekrar tekrar denemektir. Sen o duyguya beden, duygular, düşünceler, mal mülk gibi bin türlü şey eklemişsin. Kendinle özdeşleştirdiğin bu şeyler yanıltıcıdır, onlar yüzünden kendini aslında olmadığın şey sanmaktasın!”
Aklı iyiden iyiye karışan genç sonunda can alıcı soruyu soruyor: “Öyleyse ben neyim? ” Maharaj, bilinç ve bedenden, dünyasal statü ve yargılardan arınmış “gerçek varlığı” doğulu bilgelerin “soğan soyma” dedikleri geleneksel yöntemle şöyle açıklıyor: “Ne olmadığını bilmek yeterlidir, ne olduğunu bilmen gerekmez. Çünkü bilgi daha önceden edindiğin bilgilerle yapılan bir tarif olduğuna göre, onun kendini biliş olması söz konusu değildir. Ne olduğunu tarif, tümüyle her şeyi reddetme dışında mümkün değildir. Tek yapacağın ben şu değilim, ben bu değilim demekten ibarettir. Bu ya da şu olarak tarif edeceğin hiçbir şey kendin olamaz. Sen görülüp algılanabilen ya da idrak ve hayal edilebilen bir şey değilsin, ama sen olmadan ne idrak ne de hayal gücü olabilir. Görme ve algılama fiili bile algıladığın şey olmadığını gösterir, sen olmadan algılama fiili gerçekleşebilir mi? Deneyimleyen yoksa deneyim gerçek değildir, deneyime gerçeklik sağlayan onu deneyimleyendir.”
Bu diyalogda üzerinde durulması gereken en önemli nokta, varlıkla bilinç arasındaki ilişkidir. İnsan bilinç sahibi olduğu için varlık değil, varlık olduğu için bilinç sahibidir. Çünkü Tanrısal cevher olan “varlık” ezeli ve ebedidir, var olmak için hiçbir şeye, hatta bilince bile ihtiyacı yoktur. Oysa bilinç sürekli kendini şu ya da bu şeyle özdeşleştirir, yani nesne ve olgular arasında seçim yapar, bu yüzden kendini ya yaptığı işle, ya toplumdaki statüsüyle ya da servetiyle özdeşleştirir, bir şekilde dünyaya tutunmak, bir şeylere bağlanmak zorundadır. Bilinçsiz olmak insanı o kadar rahatsız eder ki, uykuda geçirdiği süreyi bile “var olmadığı” bir zaman dilimi sayar, kısaca ebedi varlığını, yani özünü inkar eder.
Bu noktada insanın aklına şu soru takılıyor. Eğer bilinç bu kadar güvenilmez ve kaygan bir zeminse, Maharaj’ın sözünü ettiği varlıkla bağlantı nasıl kurulacak? Bilge bu soruyu “farkındalık” diye yanıtlıyor. Ona göre farkındalık varlığın yaratılıştan getirdiği bir özellik, daha doğrusu özünde mevcut bir şuur hali. Farkındalık içindeki insan hem ebedi Tanrısal varlığının, hem de dünyadaki geçici varlığının farkındadır, bu yeteneği sıradan insanın bilinciyle karıştırmamak gerekir. Farkındalık ancak “şimdi”de yakalanabilir, geçmiş ıstırapla, gelecek ise beklentiyle doludur, oysa sonsuz şimdi, yani içinde bulunduğumuz şu an varlığın sorunsuz var olabildiği tek yerdir! Orada ıstırap ve beklenti yoktur, orada zaman ve mekan da yoktur, orada sadece farkındalık vardır, ama bu farkındalık aynı zamanda çevresinde olan biten her şeyden haberdardır. Tasavvuf erbabı bu yüzden sonsuz şimdi’ye kilitlenen üstada “an’ın çocuğu” der, an’a kilitlenmek hem “varlığın” tahtına oturmak, hem de dünyanın “farkında” olmaktır.