VARLIK VE BİLİNÇ
Varlık deyince aklımıza hemen bilinç gelir, bilinçsiz varlık olamayacağına kendimizi inandırmışızdır. Dolayısıyla, insan demek bilinç demektir, hatta hayvan ve bitki bile kendine has bir bilince ya da içgüdüye sahiptir. Komadaki insanın “bitkisel hayata” girdiğini söyleyerek, zavallıyı hemen insan sınıfından çıkarıp bitki sınıfına dahil ederiz, dahası uykuda aktif bilince sahip olmadığımız için kendimizi yarı ölü farz ederiz.
Oysa 1981 yılında ölen çağımızın en büyük bilgelerinden Hintli Sri Maharaj, varlığın bilinçsiz de var olabileceğini söylüyor. Bir nebze huzur bulmak için üstadın dizinin dibinden ayrılmayan batılı gençler, bilgenin varlıkla bilinci aynı sepete koymadığını görünce apışıp kalıyorlar! Guruyu soru yağmuruna tutan bu gençlerden biri soruyor: “Sabah uyanır uyanmaz dünya birden beliriyor, o nereden geliyor?” Ama bilgeden hiç ummadığı bir yanıt alıyor: “Bir şeyin meydana gelebilmesi için, her şeyden önce o şeyin gelip ulaşacağı birinin varlığı gereklidir. Tüm görünüşler (tezahürler) ve kayboluşlar değişmeyen bir fon içindeki değişimlerdir.” Maharaj’ın her şeyden soyutlanmış “varlığa” vurgu yaptığını, sadece onu önemsediğini anlamayan batılı genç ısrar ediyor: “Ama uyanmadan evvel bilinçsizdim!” Gence göre bilinçsizken dünyanın yok olması, uykudan uyanınca belirmesi gayet doğal, çünkü bir şeyin var ya da yok olması bilince bağlı. Bilge gencin bu varsayımını şöyle çürütüyor: “ Ne anlamda bilinçsizdin? Uykuda yaşadıklarını unuttuğun ya da bilinçli olarak deneyimlemediğin için mi böyle düşünüyorsun? Bilinçsiz haldeyken bir şeyleri deneyimleyemez misin? Bellekte bir kayma, var olmayışın kanıtı olabilir mi? Üstelik zihninin uykuda var olmadığını bile söyleyemezsin! Uyandığında ilk hissettiğin Ben’im (var olanım) duygusu değil mi? Sonra deneyim işlemeye başlar, “Ben-beden-im dünyada” algısı art arda belirir gibi görünse de, aslında eşzamanlıdır, çünkü dünyada bedenli bir varlık olmak tek bir fikirdir, ortada bir kimse olmadan Ben’im duygusu olabilir mi? ”
Bilinci ve bedeni olmadan var olamayacağına inanan genç diretiyor: “Ben her zaman anıları ve alışkanlıkları olan biriyim, bir başka “Ben” bilmiyorum.” Bilge tekrar beden ve bilinçten bağımsız “varlığa” vurgu yapıyor: “Bir beden mi, yoksa daha başka bir şey mi olduğunu bilmek senin için önemli değil mi? Tüm sorunlarının bedeninin sorunları olduğunu görmüyor musun? Besin, giysi, barınak, aile, dostlar, isim, şöhret, güvence, bütün bunlar bir bedenden ibaret olmadığını idrak ettiğin zaman önemini yitirir.” Salt beden ve bilinçten ibaret olmadığını bilmek sonunda genci biraz olsun ilgilendirmeye başlıyor: “Beden olmadığımı bilmemde ne yarar var? ” Bilge, sıradan bir gencin çok zor idrak edebileceği “gerçek varlığı” anlatmaya başlıyor: “Beden olmadığını söylemek pek doğru değil. Bir bakıma sen tüm bedenler, zihinler, kalplersin ve çok daha fazlasısın. Ben’im duygusuna derinlemesine gir onu bulacaksın. Var oluş, yani Ben’im duygusu ilk ortaya çıkan şeydir. Zihnin Ben’im duygusu üzerinde sabit kaldığında sözcüklerle anlatılamayan, ancak yaşanabilen bir hale girersin. Yapman gereken tek şey tekrar tekrar denemektir. Sen o duyguya beden, duygular, düşünceler, mal mülk gibi bin türlü şey eklemişsin. Kendinle özdeşleştirdiğin bu şeyler yanıltıcıdır, onlar yüzünden kendini aslında olmadığın şey sanmaktasın!”
Aklı iyiden iyiye karışan genç sonunda can alıcı soruyu soruyor: “Öyleyse ben neyim? ” Maharaj, bilinç ve bedenden, dünyasal statü ve yargılardan arınmış “gerçek varlığı” doğulu bilgelerin “soğan soyma” dedikleri geleneksel yöntemle şöyle açıklıyor: “Ne olmadığını bilmek yeterlidir, ne olduğunu bilmen gerekmez. Çünkü bilgi daha önceden edindiğin bilgilerle yapılan bir tarif olduğuna göre, onun kendini biliş olması söz konusu değildir. Ne olduğunu tarif, tümüyle her şeyi reddetme dışında mümkün değildir. Tek yapacağın ben şu değilim, ben bu değilim demekten ibarettir. Bu ya da şu olarak tarif edeceğin hiçbir şey kendin olamaz. Sen görülüp algılanabilen ya da idrak ve hayal edilebilen bir şey değilsin, ama sen olmadan ne idrak ne de hayal gücü olabilir. Görme ve algılama fiili bile algıladığın şey olmadığını gösterir, sen olmadan algılama fiili gerçekleşebilir mi? Deneyimleyen yoksa deneyim gerçek değildir, deneyime gerçeklik sağlayan onu deneyimleyendir.”
Bu diyalogda üzerinde durulması gereken en önemli nokta, varlıkla bilinç arasındaki ilişkidir. İnsan bilinç sahibi olduğu için varlık değil, varlık olduğu için bilinç sahibidir. Çünkü Tanrısal cevher olan “varlık” ezeli ve ebedidir, var olmak için hiçbir şeye, hatta bilince bile ihtiyacı yoktur. Oysa bilinç sürekli kendini şu ya da bu şeyle özdeşleştirir, yani nesne ve olgular arasında seçim yapar, bu yüzden kendini ya yaptığı işle, ya toplumdaki statüsüyle ya da servetiyle özdeşleştirir, bir şekilde dünyaya tutunmak, bir şeylere bağlanmak zorundadır. Bilinçsiz olmak insanı o kadar rahatsız eder ki, uykuda geçirdiği süreyi bile “var olmadığı” bir zaman dilimi sayar, kısaca ebedi varlığını, yani özünü inkar eder.
Bu noktada insanın aklına şu soru takılıyor. Eğer bilinç bu kadar güvenilmez ve kaygan bir zeminse, Maharaj’ın sözünü ettiği varlıkla bağlantı nasıl kurulacak? Bilge bu soruyu “farkındalık” diye yanıtlıyor. Ona göre farkındalık varlığın yaratılıştan getirdiği bir özellik, daha doğrusu özünde mevcut bir şuur hali. Farkındalık içindeki insan hem ebedi Tanrısal varlığının, hem de dünyadaki geçici varlığının farkındadır, bu yeteneği sıradan insanın bilinciyle karıştırmamak gerekir. Farkındalık ancak “şimdi”de yakalanabilir, geçmiş ıstırapla, gelecek ise beklentiyle doludur, oysa sonsuz şimdi, yani içinde bulunduğumuz şu an varlığın sorunsuz var olabildiği tek yerdir! Orada ıstırap ve beklenti yoktur, orada zaman ve mekan da yoktur, orada sadece farkındalık vardır, ama bu farkındalık aynı zamanda çevresinde olan biten her şeyden haberdardır. Tasavvuf erbabı bu yüzden sonsuz şimdi’ye kilitlenen üstada “an’ın çocuğu” der, an’a kilitlenmek hem “varlığın” tahtına oturmak, hem de dünyanın “farkında” olmaktır.
KARMA ÜSTÜNE
Toz duman içinde yitip giden kavramlardan biri de karmadır, bir sürü tarif yapılmıştır hakkında. Kimine göre telafi yasasıdır, kimine göre çekim yasasının yan ürünüdür, kimine göreyse karma diye bir şey yoktur. Üç semavi dinin pek ilgilenmediği bu kavrama ilişkin en geniş yorumu Hinduizm yapmıştır, bu yüzden Brahmanik tradisyonlarda karma inancı çok önemli bir yer tutar.
Sağlığında spiritüalizmle yakından ilgilenen Fransız düşünürü Albert Pauchard kader (karma) hakkında şöyle diyor: “Dünya hayatını olgunluğa doğru yol alma, sürekli ruhsal bir gelişme gibi görenler için kader tamamen başka bir şeydir. Kader, ruhun çözmek, eritmek zorunda olduğu güçlükler bütünü ve uğraşacağı denemelerdir, daha önceki enkarnasyonunda yapmış olduğu hataları telafi ederek olgunlaşacağı zorunlu hayat koşullarıdır. Tüm önemli şeyler ezelde yazılmıştır, ama sanıldığı gibi kimilerine mutluluk ve refah, kimilerine hastalık ve yoksulluk, kimilerine de sayısız güçlük veren Tanrı tarafından yazılmamıştır, çünkü her eylem, her düşünce yaşanır ve sonuçları bir enkarnasyondan diğerine yansır.” Görüldüğü gibi, Pauchard karmayı telafi edilecek zorunlu hayat koşulları olarak algılıyor, ama koşulları Tanrının değil insanın yarattığını söylüyor.
P’taah adlı bilge ise karma konusunda şunları söylüyor: “Herhangi bir enkarnasyonda, herhangi bir deneyimi yargısızca kucaklamadığınız takdirde, onu başka enkarnasyonda gerçekleştirirsiniz. Fakat buna ceza denemez, çünkü doğru ve yanlış yoktur. Siz ya uyum içindesinizdir ya da değilsinizdir, yani her ne varsa ya sevgi denen yasaya dahildir ya da korkuya. Öyleyse, karma dediğiniz şey sadece deneyimdir. Sadece bu hayatınızın değil, her bir hayatınızın geçmişini ve geleceğini değiştirme şansına sahipsiniz, çünkü arada ayrılık yoktur.” P’taah’a göre, yargıladığımız her deneyimi bir sonraki enkarnasyona taşımak, yani gelecek yaşamımızda telafi etmek zorundayız. Ama bu telafinin cezayla ilgisi yoktur, çünkü karma denen şey sadece deneyimdir.
Bilge Ramtha’nın karma anlayışı ise çok farklı, ona göre karma Tanrının değil, insanın icat ettiği bir yasa! “Karmik bağ denen şey, “gereksinim” denen çok basit bir sözcüğün dini açıklamasıdır. Karma Tanrı yasası değil, ona inananların yasasıdır! Var olan yasalar, kendi evreninizde etkili olmalarına izin verdiklerinizdir. Eğer karmaya inanmayı seçerseniz, kesinlikle yarattığınız şeyin pençesinde olacaksınız, çünkü ona güç veren sizsiniz. Yazgınızı kimin belirlediğini sanıyorsunuz? Çoğunuz herkesi yönlendiren ve olayların meydana gelmesine sebep olan yüce bir varlığa inanırsınız, böylece yaşamın sorumluluğunu sırtınızdan atmış olursunuz. Oysa yazgınızı siz yaratıyorsunuz, şu anda düşünüp hissettiğiniz şekilde yaşamınızın her anını yaratan sizsiniz, şimdi yarattığınız düş, yarının realitesini hazırlar. Şimdi ya da bin yıl önce ne yapmış olursanız olun karşılığını ödemek zorunda değilsiniz, hiçbir zaman da olmadınız! Çünkü onu yaparak anlayış kazandınız ve amaçlı bir yarar sağladınız. Geçmiş bitti sevgili varlıklar, geçmiş içinizde bir olgunluk olarak yaşıyor. Şu an geçmişinizden daha büyüksünüz, sizler şimdi’nin ürünüsünüz, hayatınızı şimdi’de yaşıyorsunuz, geleceğiniz bile şimdi’de yaratılıyor, çünkü Tanrının yaşadığı yer orasıdır!” Ramtha’ya göre karmayı yaratan insan düşüncesidir, yani insandan bağımsız ne karma yaratan bir Tanrı vardır, ne de bir yasa. Sonsuz şimdi, geleceğin tüm olgularını bağrında taşıyan yerdir. Yapılan hiçbir eylem gelecekte telafi edilmesi gereken bir karma yaratmaz, sadece insana deneyim kazandırır.
Karma konusunda en isabetli yorumu ise bilge Omni yapıyor. Ona göre sıradan insanın karma sandığı yasa, aslında “çekim yasası”ndan başka bir şey değil. “Karma, sizi cezalandırmak ya da dengelemek için tasarlanmış bir yasa değildir. O sadece farklı terimlerle ifade edilen, din tarafından binlerce yıldır kefaret kavramına dayandırılarak yorumlanan çekim yasasıdır. Bazıları, eğer geçmiş yaşamınızda servetinizi kötüye kullandıysanız, bu yaşamınızda yoksul kalacağınızı, geçmiş yaşamda birini öldürdüyseniz, bu yaşamda cezasını çekeceğinizi söylerler. Eğer fikrinizi değiştirmediyseniz bu doğrudur. Şunu söylemek istiyorum: Eylem düşünceden kaynaklanır, yani düşünce eylemden önce gelir. Bir insanı hırsızlığa, tecavüze ya da cinayete sevk eden şey düşüncedir. Peki bir hırsızın düşünceleri nelerdir? Bu birey çekim yasasını anlamaz, Tanrının sonsuz sevgisini anlamaz, servet yaratma yeteneğine sahip olduğuna da inanmaz. Eğer bir yaşamınızda zengin olamayacağınız ya da servet edinmeye layık olmadığınız inancını taşıyorsanız, eğer inanç sizi hırsızlığa itecek kadar güçlüyse, o inanç dünyadaki deneyiminizin bir sonraki bölümüne dek sizi izleyecektir, yani size karma çeken şey eylem değil, sizi o eyleme iten inancın ardındaki düşüncedir. Şimdiki yaşam deneyiminize girerken, otomatik olarak zenginlikle ilgili benzer inanç ve deneyimleri paylaşan bir ana babaya çekilirsiniz, ta ki bu düşüncenin artık size hizmet etmediğine karar verene dek. Kendinizle ilgili tüm yanıtlar, çok az istisna dışında bu enkarnasyonda bulunmaktadır, çünkü inançlarınız şimdiki yaşamda mevcuttur. İnançlarınızı değiştirirseniz karmanızı da değiştirmiş olursunuz. Kabul etmek zor olsa da, ceza, yargı, başarısızlık ve olumsuz karma diye bir şey yoktur, sadece deneyim vardır. Zaten en yüksek anlamda doğru ve yanlış da yoktur!”
Aslında Omni’nin karma hakkındaki yargılarıyla, diğer bilgelerin yargıları arasında çelişki yok, hepsi karmayı yaratanın eylem değil düşünce olduğunda hemfikirler. Yargılar arasındaki tek fark terminolojide, biri karmaya zorunlu hayat koşulları derken, diğeri deneyim, bir diğeri de gereksinim diyor. Adı ne olursa olsun, karma dediğimiz şey aslında çekim yasasıyla yakından ilgili. Benzerin benzeri çektiğini söyleyen bu yasa, olumlu düşüncelerin olumlu karmalar, olumsuz düşüncelerin ise olumsuz karmalar yaratmasını sağlar. İnsan düşüncesi sürekli kozmostaki “düşünce nehrinden” kendine benzer düşünceleri çekmektedir, bu yüzden düşünce değiştiğinde karma da değişir. Kısaca, çekim yasası “kendim ettim, kendim buldum” mantığıyla çalışmakta, nötr olan kozmik enerji herkese düşündüğü şeyi vermektedir. Sonuç olarak, karma Tanrının dayattığı bir kader değildir, üstün bir gücün insanoğluna verdiği ceza ya da ödül de değildir, düşüncelerimizle yarattığımız kendi geleceğimizdir.
SEVGİ ÜSTÜNE
Sevginin ne olduğu konusunda çok laf edilmiş, ama ne olmadığı hakkında çok az şey söylenmiştir. Bilge Bartholomew sevginin ne olmadığını çarpıcı biçimde şöyle açıklıyor: “Bazı kimseler birileriyle aralarında sevgi bulunduğunu hissederler. Onlara göre bu sevgi çok güçlü, derin ve kalıcı bir ifade vasıtasıdır. Burada yanlış olduğunu sandığım sözcük kalıcı sözcüğüdür. Eğer bu harikulade ve kalıcı sevgiye dikkatle bakacak olursanız, kalıcı olmadığını görürsünüz. Örneğin, kalıcı sevgi beslediğiniz biriyle hayati bir konuda fikir ayrılığına düştüğünüzde ya küser, ya tartışır, ya da ona bağırıp çağırırsınız, yani hoşnutsuzluğunuzu çeşitli şekillerde dile getirirsiniz. Bunların hepsi kızgınlık ve gücenme belirtileridir, ama sevgi değildir, çünkü sevgi böyle yaşanmaz.”
Bilgeye göre bir duygunun sevgi olup olmadığını sadece kalıcılığına değil, heyecan olup olmadığına bakarak da anlayabiliriz. Ama sıradan insanın söz konusu duygunun sevgi mi, heyecan mı olduğunu ayırt etmesi oldukça zordur. Bilge sevginin ne olmadığını anlatmaya devam ediyor: “Sevgi olduğunu düşündüğünüz şey, aslında sevgi değil bir çekim hareketidir. Eğer çekim varsa itme de vardır. Bir insanla derin ilişkide olup da, bu çekme ve itme olgusunu itiraf edecek kadar dürüst olmayan birine söylenebilecek pek az şey var. Birine güçlü duygular beslediğinizde, bunun sevgi olduğunu söylemek safdilce bir varsayımdır. Dikkat ederseniz, bu insan hakkında zihninizden çok karanlık, olumsuz, öfkeli, küskün ve ben merkezci düşüncenin geçtiğini açıkça fark edersiniz. Sevgi elektrik ampulü gibi yanıp sönen bir şey değildir, bir gün sahip olup bir gün yitirdiğiniz bir şey de değildir. Öylesine sevgi denmez, heyecan denir.” Görüldüğü gibi, heyecanı sevgiden ayıran en önemli özellik kutupluluktur. Eğer bir duygu çekme ve itme gibi zıtlar barındırıyorsa o duygu sevgi olamaz, çünkü sevgide zıtlar yoktur, sevgi yekpare bir duygudur. Sevdiğiniz birine hem sevgi, hem de öfke duyamazsınız. Çok sevdiğiniz biri sizi kızdırabiliyor ya da incitebiliyorsa, bilin ki ona duyduğunuz sevgi değil çekimdir, çünkü her çekimin bir de karşı kutbu, yani itme hareketi vardır.
Bilge sevginin ne olduğunu ise şu cümlelerle dile getiriyor: “Sevgi yaptığınız bir şey değil, olduğunuz bir şeydir. Sevgi özünüzdür, varlığınızın ta kendisidir, onun üzerinde bir kontrole sahip değilsiniz, çünkü siz osunuz! Sevgi size Kaynak (Tanrı) tarafından verilmiştir, her şey ondan yaratılmıştır. Eğer sevecen olduğunuza inanıyorsanız, lütfen kendinizi dikkatle izleyin. Egonun önünüze koymaktan çok hoşlandığı en büyük illüzyonlardan biri, sevecen bir insan olduğunuz düşüncesidir. Cinsel çekim, arkadaşlık ya da ana babalık içgüdüsü, egonun size her gün giderek daha sevecen olduğunuzu hissettirecek bir oyunu olabilir. Sevecen olup olmadığınızı nasıl bilirsiniz? Bu çok basittir. Eğer aklınıza gelen her kişi hakkında şefkat ve anlayış duyabiliyorsanız siz sevecen bir insansınız.”
Bilge burada çok önemli bir noktaya parmak basıyor. Egonun bizi sevecen bir insan olduğumuz yalanına inandırmaya çalışması gerçekten çok önemli. Ego bazen bunu o kadar incelikle yapar ki, ona inanmakta bir an bile tereddüt etmeyiz. Bilge bu ince oyuna, cinsel çekim, arkadaşlık ve ana babalık içgüdüsünü örnek vererek dikkat çekiyor. Aslında karşı cinse duyduğumuz cinsel çekim her zaman sevgi değildir, ego allayıp pullayıp onu sevgi diye takdim eder, örneğin boşandıktan sonra çok sevdiğimiz eski eşimize düşman kesilebiliriz! Ana babaların çocuklarına duydukları aşırı düşkünlük de aslında ince bencilliktir, çünkü ana babalar içgüdüsel olarak ölüm korkusunu çocukları sayesinde yenmeye, ölümsüzlüğü bir şekilde onlarda yakalamaya çalışırlar, ama çocuklarına duydukları düşkünlüğün sevgiden kaynaklandığına kendilerini inandırmışlardır. Bazen çok sevilen bir evlat, ana babasına ters düştüğü için evlatlıktan bile reddedilir. Bu durumda ebeveyn “şunu ya da bunu yapmasaydı onu yine severdik” diyemez, çünkü gerçek sevgi koşul kabul etmez. Eğer içinde koşul varsa, o duygu kesinlikle sevgi değil, egonun sevgi kılığına bürüdüğü ince bir oyundur. Bilge bu yüzden sevecenliğin tek kıstasının, akla gelen her kişi hakkında şefkat ve anlayış göstermek olduğunu söylüyor.
Bartholomew mesajının sonunda kalıcı sevgiye nasıl ulaşacağımızı, sevgiyle bilgelik arasında kopmaz bir bağ olduğunu şöyle dile getiriyor: “Kalıcı sevgi bir gelip bir gitmez, çünkü hep oradadır, varlığının alametifarikası budur. Kendi yolunuzu bulun, sonra iradenizi sevmeyi istemek yönünde seferber edin, çünkü size yolu gösterecek anahtar odur. Her meşru yolun sonunda hem sevgi hem de bilgelik bulacaksınız, onlar tüm gerçek arayışlara eşlik eden ikiz kardeşlerdir. Kaynaktan her nasılsa ayrı düşmüş, ayrı zihne sahip ayrı bir beden olduğunuz doğru değildir, bu sadece bir illüzyondur. Sevgi olduğunuz düşüncesini ciddiye alın, siz sevgisiniz. Eğer sevgiyseniz, onu bilebilmeniz de akla yatkındır öyle değil mi? ”
Sevginin esrarengiz doğası, Tanrıdan ayrı düşmüş bir varlık olduğumuza inandığımız sürece aydınlanamaz. Gerçek sevgiye ulaşmak için evvel emirde Tanrısal cevherden pay aldığımızı, bizatihi sevgi olduğumuzu anlamamız gerekir. Parçanın (insanın) kendini Bütün’den (Tanrıdan) kopuk farz etmesi tüm kötülüklerin anasıdır. Dünya yaşamı, başından sonuna kadar parçanın Bütün’e akışının hikayesidir, ıstırap dolu çetin bir yolculuktur, ama imkansız değildir. Kaynağa giden yol sevgi ve bilgelik taşlarıyla döşelidir, insanı hedefe ulaştıracak kılavuz ise iradedir.
İYİ VE KÖTÜ
Oldum olası iyiyle kötünün düşman kardeşler olduğu söylenir. İnsan ya iyidir ya kötü, ya Tanrıya hizmet eder ya da şeytana! Salt değer yargıları değil, ödülleri bile farklıdır onların, iyiler cennete, kötüler cehenneme giderler. Kısaca, Tanrının evreni iki zıt kutba bölünmüş gibidir, bir yanda iyi vardır, öte yanda kötü. Oysa Tanrıya bizden daha yakın bir bilge, bu konudaki zanlarımızı alt üst edecek şeyler söylüyor: “Evrende varlıkların evrimine özel bir amaçla hizmet eden, fakat onları daima çelmeleyen bir prensip çalışır. Bu prensip hem ruhi hem de maddi olarak tezahür eder. Elbette her devrenin (siklusun) sonunda pozitifin ve hayrın varlıkları, içinde bulundukları realitenin şeriatinden kurtarılıp üstün bir hayata alınırlar.” Varlıkların evrimine özel bir amaçla hizmet eden, fakat onları sürekli çelmeleyen bu prensip ne olabilir? Bu üstü kapalı ifadeyi bilge şöyle açıklığa kavuşturuyor: “Nefsaniyet ya da şeytandan söz edildiğinde, geri bir planın etkisini anlamalısınız. O geri plan zaten vardır ve sabittir. Nefsaniyet ya da şeytan o plana adaptasyonunuzdur. Ona muhtaç olan sonsuz varlık sistemleri vardır, herkes oradan geçer ve tesir alır. Nefsaniyet derken, onun size etkisi değil, sizin ona adapte olmanız söz konusudur.”
Nefsaniyet ya da şeytan sandığımız şeyin, aslında geri bir planın etkisi olması çok garip! Üstelik bilge bu planın her zaman var olduğunu, sabit olduğunu söylüyor. Sonsuz varlık sistemleri neden ona muhtaç olsunlar? Eğer bencilliğimiz bu geri planın tesirlerine adapte olmamızdan kaynaklanıyorsa, sonuçta kötülüğü seçen biz değil miyiz? Bilge bu soruları da şöyle yanıtlıyor: “Yüksek tesirler insanda vicdan tarzında meydana gelirler. Geri tesirler ise, sanıldığı gibi nefs tarzında meydana gelmezler, çünkü nefs varlığın özünde bulunan bir şey değildir. Bencillik sonradan oluşur, yani ruhun bedenlenmesiyle ortaya çıkar. Görünüşte geri tesirlerin beslendiği kaynak bencillik gibi görünür, oysa evrende bu görevi yapan bir tesir alanı vardır. Bu alan kutsal metinlerde iğvaya düşürücü şeytan olarak sembolize edilir. Maddeden, yani bedenden yayılan tesir, bu tesir alanından yayılan tesirle aynı şey değildir. Madde belirli bir realitenin ifadesidir, onun da yüksek ve geri şeklinde sınıflandırılacak tesir kademeleri vardır, tıpkı ruhi planların olduğu gibi. Aslında maddi tesir sizi saptıramaz, çünkü insan ruhu bedene daima hakimdir. Yalnız bu hakimiyeti bazen otomatizma içerisinde, bazen bir takım pratiklerle, daha ileri safhalarda ise şuurlu olarak gerçekleştirir. Oysa insanı saptıran gerçek geri tesirlere insan hakim değildir. Farkı anlayabiliyor musunuz?”
Oysa biz her zaman maddeden, yani bedenimizden ve çevremizden yayılan geri tesirlerin etkisinde kaldığımızı düşünmüş, birilerinin ya da birşeylerin bizi kötülüğe sevk ettiğine inanmışızdır. Daha düşük titreşime sahip maddenin, ruhumuzun yüksek titreşimlerini bastırıp benliğimizi etkilemesi elbette inandırıcı değil. Bu noktada insanın aklına şu soru takılıyor: Eğer insan gerçek geri tesirlere hakim değilse, onların etkisinden nasıl kurtulacak? Bu durumda insanoğlu kontrol edemediği bir gücün kurbanı olmaz mı? Bilge bu konudaki kuşkularımızı şöyle gideriyor: “Yüksek ruhi tesir nasıl ayrım yapmadan her varlığa nüfuz ediyorsa, geri tesirler de öyle nüfuz eder. Geri tesirler de kademe kademedir, eğer tüm şiddetiyle insanlar üzerinde etkili olsalardı, evrimleşmeniz imkansız olurdu. Tanrının rahim ve rahman (esirgeyen ve bağışlayan) oluşu, tesirler açısından bunu ifade eder, yani gelişmeniz için tertip edilmiş geri tesirlerin darbelerine, yine gelişmeniz için tertip edilmiş olumlu tesirlerle engel olunur. İşte şefaat budur. Realite yükseldikçe geri tesirler daha az yer işgal ederler. Siz insan olarak geri tesirleri nefsaniyetle paralel görmeye eğilimlisiniz, evrendeki gizli tesir şebekeleri hakkında hiçbir bilgiye sahip değilsiniz. Dünyanın özel bir hale tabi olduğunu bilmezsiniz. Bu özelliğin en belirgin noktası, düalitenin (zıtların) varlığıdır, bu yüzden geri tesir planının etkisindesiniz.”
İnanmak zor olsa da, iyi ve kötü tesir konusunda ilahi bir düzenlemeyle karşı karşıya olduğumuz aşikar. İnsan olarak bu tesir şebekelerini kale almamak gibi bir lüksümüz yok, ama iyiyle kötü arasında tercih yapma hakkımız var, yani kaderimiz Tanrısal bir dayatma altında değil! Beyaz Kartal adıyla dünya insanlığına mesajlar veren bir başka bilge, iyi ve kötü tesir şebeklerinin insanın evrimine nasıl katkıda bulunduğunu şöyle açıklıyor: “Yaşamın iyi ve kötüden oluşan iki yönü vardır. Bir yanda Rabbimizin ve üstat İsa’nın yönetimi altında çalışan iyiler, yani hayır güçleri, öte yanda kötü denen ordular, yani şer güçleri. Karanlık meleklerinin fonksiyonu, ışık meleklerininkinden farklı olmakla birlikte, onlar da kozmosun ve Tanrının yasası dahilinde çalışırlar. Kötülük ya da karanlık dediğiniz güçler de sonsuz kudretin denetimi altındadır. Aksi halde tam bir karmaşa olur, çağlar boyunca dinleri beslemiş gizli öğreti ekollerine güven kalmazdı, Tanrıya ve sevgiye güvenmez olurdunuz. Daima ışığın izleyicilerine yol gösteren, kargaşadan iyilik çıkaran sonsuz bir güç vardır. Dünyanın üstündeki ruhsal düzeylere yükseldiğinizde, ışıkla karanlığın aslında bir olduğunu, çekişmenin sona erdiğini ve uyumun hakim olduğunu görürsünüz. Bunu öğrenmek sizin için sürpriz olur! Yaşam karanlık olmadan süremez, karanlık kontrast yaratarak ışığın gücünü belirginleştirir, evrim için bu gereklidir.” Bilgenin bu açıklamasından, kötülüğün Tanrının kullandığı bir enstrüman, üstelik kargaşadan iyilik çıkaran bir enstrüman olduğunu öğreniyoruz. Dünyanın üstündeki ruhsal düzeylerde ışıkla karanlığın aynı şey olması, karanlığın kendine özgü bir varlığı olmadığı anlamına geliyor. Kısaca, Tanrının onu insanın evrimi için bir araç olarak kullandığı anlaşılıyor.
Bu noktada doğal olarak insanın aklına şu sorular takılıyor. Eğer karanlık da tıpkı ışık gibi Tanrının denetimindeyse, bu Tanrının aynı zamanda yıkıcı bir güç olduğu anlamına gelmiyor mu? Acaba karanlık Tanrının denetiminden çıkarak ışığa galebe çalabilir mi, yani kötülük iyiliği yenebilir mi ? Bilge bu soruları şöyle yanıtlıyor: “Şimdi diyebilirsiniz ki, Tanrı aynı zamanda yıkıcı mıdır? Bir bakıma öyledir, Hinduların yıkıcı tanrısı Şiva’ya benzetilebilir. Ama bu yıkıcı unsur kendini yapıcı olarak ortaya koyar. Bu yüzden, karanlık meleklerinin evrim düzeninde kendine özgü bir yeri vardır. Tüm mesele dengedir, pozitif ve negatifin dengesi, makrokozmosla mikrokozmosun dengesi. Daha yüksek bir şuur düzeyinden bakıldığında, hayır ve şerrin mükemmeli oluşturmak ve üstatlık kudretini geliştirmek için birlikte çalışan iki güç olduğu anlaşılır. Zamanı gelince, insanoğlu Altın Çağı oluşturmak için pozitif ve negatif güçleri nasıl birlikte harmanlayacağını öğrenecektir. Karanlık meleklerinin faaliyeti, ışık meleklerininkini tamamlayıcı mahiyettedir. Bu iki güç insana bünyesindeki Tanrısallığın şuurunu kazandırır, amacı budur. Şimdi şöyle düşünebilirsiniz, karanlık melekleri ışık meleklerine galebe çalıp insanlığın yıkımına yol açabilirler mi? Cevabım hayırdır, çünkü karanlık melekleri bir yere kadar gidebilirler, daha öteye geçemezler, kendilerini etkisiz kılacak kozmik yasalara takılırlar. Tanrı, evrenin kontrolünün dışına çıkmasına izin vermez, onun iradesinin dışında hiçbir şey olamaz.”
Bir bilgeyle sıradan insan arasındaki fark, her iki bilgenin söyledikleri dikkatle gözden geçirildiğinde ayan beyan ortaya çıkıyor. İnsanoğlu iyi ve kötüye uzlaşmaz kardeşler gibi bakarken, bilge onları Tanrının kullandığı insanı evrimleştiren birer araç gibi görüyor.
Biz iyiliği Tanrıya, kötülüğü şeytana mal ederken, bilge her ikisinin kaynağının da Tanrı olduğunu söylüyor. Biz iyiyle kötü arasındaki savaşın ebedi olduğuna inanırken, bilge bu savaşın dünyayla sınırlı olduğuna vurgu yapıyor. Biz iyi ya da kötüyü varlık sebebimiz haline getirirken, bilge insanın varlık sebebinin iyi ya da kötü değil, evrim olduğunu söylüyor. Biz iyiyi övüp kötüyü yererken, bilge onları tarafsız bir gözle ve hoşgörüyle değerlendiriyor. Biz iyiyi alıkoyup kötüyü kaldırıp atarken, bilge her ikisinin de gerekli olduğunu, Tanrının onlardan vazgeçemeyeceğini söylüyor. İki bakış arasındaki fark, Tanrıyla insan arasındaki fark gibi! Tanrının olaylara ve değer yargılarına bakışıyla, insanın bakışı arasında elbette dağlar kadar fark var. Eğer insan Tanrının vizyonuna sahip olabilseydi, zaten dünyada acı çekmesi gerekmezdi. Anlaşılan, iyiyle kötüye Tanrının gözüyle bakmayı öğreninceye kadar, değişik bedenler içinde dünyayı ziyaret etmeye devam edeceğiz!
DÜŞÜNCENİN GÜCÜ
Düşünce deyince, sıradan insanın aklına gündelik sorunları çözen akıl gelir, olay ve nesneleri oluşturan güç ona göre düşünce değil eylemdir. Bilim adamı, bilimsel sorunları irdelemek için düşünceyi kullanır, ama belirli bir aşamadan sonra deney onun için daha güvenilir bir kılavuzdur. Düşünceyle en fazla haşir neşir olan filozof ise, kurduğu felsefi sistemi düşünceden üstün tutar, çünkü sistem filozof için her şeydir. Kısaca, bir avuç insan dışında hiç kimse düşüncenin yaratıcı gücünün farkında değildir.
Tanrı varlık aleminin ham maddesini düşünceyle yaratmıştır, gelişmiş ruhsal varlıklar evrenleri, galaksi ve gezegenleri düşünceyle meydana getirmişlerdir. İnsan da yaşamındaki olay ve nesneleri düşünceyle yaratır, ama idraki kıt olduğu için olan biten her şeyi kendi dışındaki bir güce atfeder, örneğin kaderini Tanrının çizdiğine inanır. Yeryüzünde Tanrının halifesi olmak, tıpkı onun gibi yaratabilmek demektir. İnsanoğlu kendine bahşedilen bu ayrıcalığı ne yazık ki henüz keşfedememiştir, oysa bütünün kudretinin parçada (insanda) tezahür etmesinde bir terslik yoktur.
Kozmik enerji, yani Tanrının dişi veçhesi (Kutsal Ruh) nötr bir enerjidir, kendine hitap edenin ahlakını sorgulamaz, sadece niyetine yanıt verir. Düşünce ya da niyet ne kadar güçlüyse, enerjinin yanıtı da o kadar olumlu ve seri olur. Eğer ahlaksız biri halis niyetle istekte bulunabiliyorsa, kozmik enerjiden istediği kadar servet çekmesi işten bile değildir! İnsanoğlu düşünce ürettiği her seferinde, kozmik enerjiye değil de Tanrıya başvurduğunu zanneder! Oysa kozmik enerjiyi yönlendiren Tanrı değil kendisidir. Eğer kişinin düşünce ve istekleri titrekse, kozmik enerji de titrek davranır, yani yeterince güçlü olmayan istekler geç yanıtlanır. Kişi istekte bulunduktan sonra, şu ya da bu nedenle isteğinin gerçekleşmeyeceği yönünde bir kuşku taşıyorsa, kozmik enerji en son niyete yanıt vererek siparişi hemen iptal eder! Bu durumda isteğin yerine gelmesini engelleyen dış güç değil, kuşkuya düşen istek sahibidir. Tanrının adil sıfatını ilelebet nasıl koruduğunu merak edenler, bu sırrı kozmik enerjinin taraf tutmayan niteliğinde aramalılar. Eğer enerji iyi kötü ayrımı yapacak olsaydı, Tanrı kesinlikle adil bir varlık olamazdı!
Kozmik enerjinin bu özelliğini iyi bilen Hintli ermişler, düşünce gücüyle istedikleri her şeyi Evrensel Öz’den yaratabilmektedir. Yazar ve bilim adamı Baird T. Spalding, 1894 yılında 11 kişiden oluşan bir bilim ekibiyle Uzakdoğu’ya yaptığı araştırma gezisinde, hiç yoktan nesne yaratan Hintli ermişlerle karşılaştı. Emil adını verdiği ermişin duvarları hiçe sayarak aniden odada nasıl beliriverdiğini, kozmik enerjiden düşünce gücüyle nasıl buz yarattığını üç ciltlik eserinde şöyle anlatır:
“O akşam tüm grup konuk evinde toplanmıştı. Emil yine aniden odada beliriverdi, bizleri selamladıktan sonra konuşmaya başladı. “Bakın, böyle aniden odada belirivermemde hiçbir sihir yok. Şimdi yapacağım deneyi görmek için yaklaşın, elimde az önce çeşmeden doldurulmuş bir bardak su var. Bardağın ortasında oluşmakta olan bir buz parçacığı görüyorsunuz, giderek çevresine daha fazla buz toplanacak ve sonunda bardaktaki tüm su donacak. Burada olan şey nedir? Buz oluşana dek suyun merkezi atomlarını Evrensel Öz’de tuttum, başka bir deyişle, onlar buz haline gelene ve çevresindeki diğer parçacıklar donana dek titreşimlerini düşürdüm. Siz bunu bir bardak suya, bir küvet suya, bir göle, denize, hatta dünyanın tüm su kütlesine uygulayabilirsiniz. Ne olacaktır? Hepsi donacaktır öyle değil mi? Ne amaçla? Hiçbir amaçla! Eğer bu işlemi sonuna kadar sürdürseydim, ektiğimi biçerek sonunda ben de donacaktım. Odada böyle belirivermem de bu şekilde açıklanabilir. Ben o köydeki odada titreşimlerimi yükselterek bedenimi Evrensel Öz’de tuttum ve onu tüm maddenin potansiyel olarak mevcut olduğu evrensel enerjiye geri döndürdüm. Sonra ben’im ile, yani Mesih bilincimle titreşimleri düşüp bu odada şekillenene dek bedenimi zihnimde tuttum, işte siz şimdi o bedeni görüyorsunuz. Burada herhangi bir gizem var mı? İsa, aç insanları doyurmak için taşları ekmeğe dönüştürürken aynı yasayı kullanmıştır. Çünkü İsa, görünen tüm formlar gibi taşların da Evrensel Zihin Özü’nden, yani Tanrıdan kaynaklandığını, istenen her şeyin yaratılmaya hazır olarak Evrensel Zihin Özü’nde bulunduğunu biliyordu, ekmeğin ya da diğer ihtiyaçların yaratılacağı Özün sınırsız biçimde elinin altında olduğunu anlamıştı. Evrensel Tanrı Özü’nde her arzuyu gerçekleştirecek sınırsız bir güç vardır. Yapmanız gereken tek şey, Tanrının bizim için yaratmış olduğu şeyi kullanmayı öğrenmektir.” Görüldüğü gibi, insan kozmik enerjiden nasıl talepte bulunacağını bilirse, istediği herşeyi o ambardan (!) çekip alabilir. Ermişin yaptığı açıklama, Hz. İsa’nın mucizelerini nasıl gerçekleştirdiğini açık seçik gösteriyor. Bize mucize gibi görünen olaylar, Hintli ermişe göre insan bedeninin titreşimini alçaltıp yükseltmekle ilgili bir yetenek sadece!
B. Spalding, ermiş Emil’in gerçekleştirdiği bir başka mucizeyi de şöyle anlatıyor:
“Yolda şiddetli bir fırtına çıktı, üç gün boyunca yağmur sağanak halinde yağdı. Hepimiz elimizdeki erzak bitecek diye korkuyorduk. Emil yanımıza gelip bir avuç mısır tohumunu göstererek şöyle dedi: “Ben şimdi bu tohumları eksem uzun süre mısırların büyümesini beklemek zorunda kalırız. Öyleyse Tanrının sunduğu daha mükemmel bir yasayı neden kullanmamalı? Yapmam gereken tek şey, sessizleşip büyümüş mısırları gözümde canlandırmak olacak, böylece kurutulmuş hazır mısırlara kavuşacağız.” Gerçekten de karşımızda kurutulmuş mısırlar peyda olmuştu! Biz mısırlara şaşkın şaşkın bakarken Emil sözlerine devam etti. “Peki neden daha mükemmel bir yasayı kullanıp mısır unundan yapılmış ekmeği meydana getirmemeli? Bu yasayı kullanarak ihtiyaç duyduğumuz somunları yaratacağım.” Biz büyülenmiş gibi ona bakarken Emil’in elinde iri bir somun beliriverdi! Sonra önümüze tam kırk somun koyana dek ekmek üretimini sürdürdü! Emil, şaşkınlıktan iri iri açılmış gözlerimizi görünce gülümseyerek, “Gördüğünüz gibi herkese yetecek kadar ekmek var, eğer yetmezse daha fazlasını da üretebilirim” dedi. Kendimize gelince somunları afiyetle yedik, ekmeklerin tadı harikaydı. Demek ki İsa da Galile’de ekmeği böyle çoğalttı diye düşünmekten kendimizi alamadık.”
Hindistan’ın Puttaparti Köyü’nde hala yaşayan ünlü ermiş Sathya Sai Baba da hiç yoktan altın yüzükler, kolyeler, meyveler ve kutsal küller yaratmakta, hatta hayranı olan bir yazara hediye ettiği yüzükteki kendi profili her yıl değişip durmaktadır! O da tıpkı Emil gibi kalın duvarları hiçe sayarak hastahane odalarında belirip kadınlara doğum yaptırmakta, Hong Kong’taki hasta müritlerinin yardımına koşmaktadır! Sai Baba’nın çevresi günümüzde üniversite rektörleri, doktorlar, yazarlar ve fizikçiler tarafından kuşatılmış haldedir. Şimdiye kadar hiçbir ermişin bu denli kalabalık bilimsel bir ekip tarafından incelenip sorgulanmadığı söylenmekte, yaptığı olağanüstü mucizeler bilim adamlarını şaşkına çevirmektedir. Oysa Sai Baba’nın da kozmik enerjinin nötr özelliğinden yararlandığı, Tanrısal ambardan (!) halis niyetle istediği her şeyi çekip aldığı aşikardır.
Düşüncenin yaratıcı gücü daha uzunca bir süre idrak edilemeyecek gibi görünüyor. Bunda elbette isteklerin geç gerçekleşmesinin ya da hiç gerçekleşmemesinin payı var. Medyum kanalıyla dünya insanlığına bilgiler veren üstatların söylediğine bakılırsa, öte alemde bir şey yaratmak için beklemek gerekmiyormuş, çünkü sıvı gibi akışkan olan enerji düşünceye anında yanıt veriyormuş, yani düşünmeyle yaratma arasında bir zaman aralığı yokmuş! Oysa kaba maddenin egemen olduğu dünyada, düşünmeyle yaratma arasında hatırı sayılır bir zaman aralığı var, yani burada kozmik enerjinin şekillenmesi biraz zaman alıyor. Bir bilgenin söylediğine göre, bu zaman aralığı insanın selameti düşünülerek özellikle yaratılmış, eğer insanoğlunun olumsuz düşünceleri anında gerçekleşecek olsa, dünya bir anda yok olabilirmiş! Bu bilgi o kadar inandırıcı ki, sağlamasını yapmaya bile gerek yok, çünkü zaman aralığı insana olumsuz düşüncelerini düzeltmek ya da ertelemek için gerekli süreyi sağlıyor.
Öyle görünüyor ki, düşüncenin yaratıcı gücü, içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük keşfi olacak. İnsan olay ve nesneleri düşüncesiyle nasıl yarattığını anlamadığı sürece, sahip olduğu diğer Tanrısal nitelikleri de kavrayamaz. Evrenlerin en akıllı yaratığı olarak dizayn
edilen insanoğlu, serseri bir mayın gibi ortalıkta dolaşsın diye yaratılmamıştır, onun evrenler yaratıp yönetme gibi bir misyonu var.
KIYAMET ÜSTÜNE
Bugünlerde felaket tellalları kıyamet senaryoları üreterek etrafa dehşet saçıyorlar. Bir asteroitin falanca tarihte dünyayı nasıl tuzla buz edeceğinden tutun da, nükleer bir kazanın kıyameti nasıl başlatacağına dek bir dizi senaryo dolaşıyor ortalıkta. İnsanoğlu oldum olası kıyameti dünyanın yıkımıyla özdeşleştirdiği için, felaket tellallarının afaki senaryolarına inanmakta zorlanmıyor! Oysa kutsal metinlerde sözü edilen kıyametin dünyanın yıkımıyla hiçbir ilgisi yok, çünkü dünya daha evvel de büyük yıkımlara sahne oldu, ama hiçbir yıkım insanın kaderini kökten değiştiremedi. Gerçek kıyamet ise çok farklı bir geleceğe, daha yüce bir amaca hizmet edecek!
Kutsal metinleri yorumlayanlar kıyamet kehanetlerini binlerce yıl araştırmış, ama inandırıcı bir sonuca varamamışlardır. İncil’in Yuhanna’nın Vahyi bölümünde son savaşın yapılacağı yerin Armagedon olduğu yazılı. Gerçekten dünyada böyle bir yer var mı? Bir rivayete göre savaş İsrail’deki Megido Ovasında yapılacakmış! Armagedon ile Megido sözcükleri arasındaki benzerlik, yorumculara savaş alanının Megido Ovası olabileceğini düşündürmüş olmalı! Öte yandan, iyilik ve kötülüğü temsil eden ordular acaba hangi ordular? Bu konuda en inandırıcı tahmini yapanlara göre, savaş, komünizmi temsil eden Kızıl Orduyla, kapitalizmi temsil eden Amerikan Ordusu arasında yapılacakmış! Ne yazık ki komünizmin çöküşü bu kehaneti şimdiden boşa çıkardı! Hikmeti kendinden menkul bu tür kehanetler bir süre daha insanoğlunun zihnini meşgul edeceğe benziyor.
Aslında kıyamet sözcüğü Arapça kıyam kökünden gelir, kıyamın sözlük anlamı ise ayağa kalkıştır. Peki ayağa kalkacak olan nedir? Dünyanın taşı toprağı mı, yoksa hiç ummadığımız bir şey mi ayağa kalkacak? Bize göre ayağa kalkacak olan vicdandır, egonun susturduğu, binlerce yıl paspas gibi çiğnediği vicdan ayağa kalkıp egoyu bozguna uğratacak! Şu anda insanlık kıyametin tam ortasında, çünkü hayrın ve şerrin, yani egoyla vicdanın orduları insan bedeninde kıyasıya savaşa tutuştu. Armagedon denen savaş alanı ise insan bedeni, çünkü vicdanla egonun savaşacağı yer ancak orası olabilir. Bu yüzden beden depreme uğramış gibi sarsılmakta, yalnızlık duygusu, bunalım ve stresler insanı canından bezdirmekte!
İnsanlığı saptırmak için Tanrıdan bir vakte kadar izin alan iblis, sanıldığı gibi Tanrıya karşı geldiği için cezalandırılan bir melek değil, insanın tanrısal benliğini örten sahte benliktir, yani insan egosudur! Vicdan ise, dünya yaşantısında Tanrının insana uzattığı yardım elidir. Son savaş bu ezeli rakipler arasında yapılacak ve vicdan zafer kazanacaktır. Ama vicdanın egoyla savaşabilmesi, dahası zafer kazanabilmesi için kıyam etmesi, yani ayağa kalkması gerekir. Kutsal metinlerin sembollere bürüyerek üstü kapalı şekilde anlatmaya çalıştığı gerçek kıyamet işte budur!
Dünyanın yıkımıyla ilgilenip, kendi içindeki yangına boş vermek insana has bir aymazlık olsa gerek! Aslında kıyamet dışarda değil içerde kopmakta, insan bedeni çaresizlik içinde oradan oraya savrulup durmaktadır. Sanıldığı gibi dünya büyük bir yıkıma uğramayacak, ama insanoğlu savaşın sonunda tepeden tırnağa değişecektir. Egosuna hizmet eden alışkanlıklarını yele vererek tanrısal özüne sahip çıktığında, vicdanın kıyamı amacına ulaşmış olacaktır.
ÖZ, CEVHER, ŞUUR, ŞUUR ALANI
Üstat varlığı incelerken öz, cevher, şuur ve şuur alanı diye dörde bölüyor, çünkü insan aklının homojen yapıları parçalara bölmeden kavrayamayacağını biliyor. Varlığı olduğu gibi topyekun kavramak ancak sezgiyle mümkün, ama sezgisel kavrayış her ağza uygun taam değil! Bu yüzden varlığın karmaşık yapısını unsurlarına ayırarak şöyle dile getiriyor: “Varlığı oluşturan unsurlar cevher ve şuurdur, varlık ise özdür. Öz, Kadir-i Mutlak tarafından var edilendir, evrenleri oluşturan titreşimlerin en incesinden daha incedir. Evrenlere iniş ve bağlanış öz için pratik olarak imkansızdır, bu yüzden cevheri ve şuuru meydana getirmiştir. Cevhere bu yüzden destek madde, desteklik yapan esas denir. Böyle olunca, öz bir anlamda mutlak olarak her şeyden ilgisini kesmiştir. Dış yüzü sadece cevher, sonra şuur, sonra da şuur alanıyla bedene kadar, yani maddi ortama kadar kendini gösterir. Bir boyuta bağlanmaya gelince, bağlanma ancak cevher aracılığıyla yerine getirilen bir konudur, yani cevherin barındırdığı titreşimsel karakter ve düzey nereye göre ayarlanabilmişse, oranın boyutuna bağlılık vardır. Varlık, öz olarak varolan tüm ince titreşimlerden daha ince titreşimlere sahip olduğu için, boyut dışı bir varlıktır. Cevher ve şuur ile boyut içi bir varlık olmaya zorunlu kılınmıştır.
Öz, cevher, şuur ve şuur alanından meydana gelen varlık, bu dörtlünün merkezini oluşturur. Biz varlık denince beş duyumuza çarpan nesneleri, özellikle de canlı varlıkları anlarız. Oysa bilgenin varlık anlayışı bizimkine hiç uymuyor: “Varlık anladığınızdan çok farklıdır, Mutlak Allah’ın sonsuz enerjisinin tek ifadesidir. Böyle olunca, Kadir-i Mutlak’ın meydana getirmiş olduğu bütünün adı varlıktır. Onun, başı ve sonu belli olmayan varyeteleri vardır ki, bunlar sonsuz boyutlara dağılmış varlıkları oluştururlar. Siz bu varlıkların bir kısmını eşya olarak görür, ona ayırt etmeden varlık diyemezsiniz. Varlık kelimesini sadece canlı adını verdiğiniz bir varyete için kullanıyorsunuz. Oysa varlık bir küldür, Kadir-i Mutlak ve onun varlığı.” Üstat bu sözleriyle, anlamakta çok zorlandığımız tevhit inancının Tanrısına gönderme yapıyor. Tanrı ve varlık ayrımının yanlış olduğunu, canlı cansız ayrımı yapmadan tüm varlıkların bir bütün oluşturduğunu, bu bütünün adının da Kadir-i Mutlak ve onun varlığı olduğunu söylüyor. Kısaca, Kadir-i Mutlak’a kıyasla yaratılmışların varlığının görece olduğunu anlatmaya çalışıyor!
Varlığı meydana getiren dört unsurun ilki, yani varlığın aslı öz konusunda üstat şöyle diyor: “Şüphe yok ki, Kadir-i Mutlak Allah önce özü yaratmıştır. Öz, tüm evrenleri kendinde bir araya getirir, o enerji, vasıta ve varlıktır. Özün enerji niteliği, Mutlak Allah’ın bizzat meydana getirdiği “evren ışığı” veya “evren enerjisi”dir. Bu enerji her şeyin kaynağı ve esasıdır. Onun varlık evreninde belirişi ancak yaratılışla ortaya çıkar, işte öz budur.” Bir başka yerde üstat özün mahiyetini şöyle açıklıyor: “Öz’den murat varlığın ta içi, yani tam anlamıyla kendisi, esası demektir. İlk yaratılma anında ilahi eylemin etkilediği ve tüm gerçeğin saklandığı yer veya tüm evren plan ve ortamlarının birlikte tabi oldukları Asli Kelamdır. Bu sadece sizdeki ruha özgü bir niteliktir ki, diğer hallere geçtikçe bu Asli Kelam yahut aşkın eylemin ilk darbelediği yer bir ve tek olur.” “Bu sadece sizdeki ruha özgü bir niteliktir ki” diye başlayan cümle, özün ruhun niteliğini taşıdığını, ama bizzat ruh olmadığını düşündürüyor insana. Bu yüzden özün, insanın yüksek benliğini temsil ettiğini sanıyoruz. Aslında bu temsil işi onun ruhtan bağımsız olmasını gerektirmiyor, sadece madde evrenine inişte ruhun meydana getirdiği bir kademe olduğunu gösteriyor. Kısaca öz, ruhtan bağımsız bir varlık olarak değil, ruhun bir alt basamağı olarak düşünülmeli.
Varlığın ikinci unsuru cevher konusunda bilge şu açıklamayı yapıyor: “Cevher, özün şuurla birleşmesinden meydana gelen, daha doğrusu özün kendi dışındaki alemle bağlantısının sonucu olan şuur kavşaklarının bir bileşkesidir. Bu hale göre, ruh diye adlandırılan varlığın asıl unsuru, özle şuurun aşkın kavşağı cevherde gizlidir. Cevher her iki unsuru, yani özü ve şuuru orijinal bir mahiyet almak üzere bağdaştırmıştır. Sanki ayrı bir varlıktan söz ediyormuş gibi anlatıyoruz, aslında bunların hepsi özün marifetidir. Öz ve şuur konusunda doyurucu bir araştırma yapabilmeniz için, cevher hakkındaki düşüncelerinizin oldukça geniş olması gerekir. Cevher sadece bir ve tek, orijinal ve ancak kendine özgü sıfatlarıyla donanmış değildir. Cevher, özün tüm aşkın planlarda hareketini ve dönüp dolaşmasını sağlayan periskopu gibidir. Cevher, tüm evreni kaplayan aşkın bilginin bağdaşabileceği yegane asli mekandır. Cevher yaratılışta özün kisvesidir, maddeyle temasta özün rehberi ve jeneratörüdür. Cevher ilkel aşamada özün çelik giysisidir, ruh planında özün sırdaşıdır, aşkın planlarda özün koldaşıdır. Cevher, özün kendi dışında oluşturduğu, evren maddesinin enerjisine dayanabilecek daha yüksek bir enerji birikimidir.”
Varlığın üçüncü unsuru şuur hakkında üstat şunları söylüyor: “Şuur, gerek özdeki gerekse cevherdeki enerjinin aksiyon halindeki tavrıdır. Bu aksiyon halindeki tavırlanma, yani maddeye karşı tavır alma, bilgiyi kullanma kudret ve yetkisinin bir yerde toplanması, şuur dediğimiz yeni bir mekan yaratır. Şuur, şimdiye dek bildiğiniz gibi, varlığın kendi hakkındaki genel bilgisinin belli bir ortamdaki durumu değildir. Şuur, tüm varolmuş olanların ve varolacak olanların genel bilgisi ve enerjisidir. Öyle ki, eğer Kadir-i Mutlak’ı hissetmemiş olsaydınız, onu Tanrı diye adlandırırdınız. Şuur, her varolanı kucaklayan, birbirini ne kadar kucaklayan varsa onları da kucaklayan ilahi bir kudret, bir enerji ve etkileyicidir. Sizler, yani planetler üzerinde yaşayan varlıklar, her biriniz görünmeyen bağlarla bu genel şuurun enerjisinden yararlanan ve genel şuurun uzantısı olan varlıklarsınız.”
Varlığın dördüncü unsuru şuur alanı konusunda ise üstat şunları söylüyor: “Şuur alanı, özden cevhere, cevherden bir tavırlanmayla alana ulaşan değişik karakterdeki enerji ve titreşimlerin dalgalanması, çeşitli mekanlarda yerleşmesidir. Şuur alanının mekanı birkaç yönlüdür. Sizler mekanı zihninizde kurgulayacak bir hayal gücüne sahip olmadığınız için, mekan olarak ancak maddi ve perispirital mekanları anlayabilirsiniz.”
Başta da söylediğimiz gibi, varlığı yapay olarak öz, cevher, şuur ve şuur alanı diye dörde bölmek aslında yanlış, ama bir yandan da gerekli bir sınıflamadır, aksi takdirde özün maddi alemle nasıl ilişki kurduğunu kavramak imkansız hale gelir. Varlığın bu dört unsuru arasında kopmaz bağlar olduğunu üstat şöyle dile getiriyor: “Varlığın aslını meydana getiren öz, cevher, şuur ve şuur alanı birbirine derin şekilde bağlıdır. Şuurun cevhere, cevherin de öze desteklik ettiğini biliyorsunuz. Şuurun genel şuurla bağlantısı cevher kanalıyla olur. İşte beşerin bir niteliği, en aşkın niteliklerinden biri, külli şuurla cevherin karşılıklı meydana getirdikleri bağlantının niteliğidir, yani beşer olarak kavrayamayacağınız özel bir bağlantı niteliği ve düzeyi vardır.”
Üstadın açıklamalarında ruha özel bir vurgu yapılmadığı dikkati çekiyor. Ruh bu varlık dörtlüsünün neresinde yer alıyor, acaba öz, cevher, şuur ve şuur alanının toplamı insan ruhunu mu oluşturuyor? Üstadın ruhla ilgili kısa tarifi şöyle: “Ruh, Tanrının sadece kendine özgü tasarrufuyla meydana gelmiş bir enerji çekirdeğidir. Bu enerji çekirdeği, eğer fiziki anlamda düşünmek gerekirse, tüm evrenleri dağıtmaya yeterli bir potansiyele sahiptir. Enerji çekirdeğindeki enerji ne bildiğiniz enerji, ne de çekirdek bildiğiniz çekirdektir. Ancak bu kadarı söylenebilir.” Özün fiziki anlamda tüm evrenleri dağıtacak bir potansiyele sahip olmadığı çok açık, eğer sahip olsaydı özün nitelikleri sayılırken o da söylenirdi. Bilge daha sonra “orijinal madde” kavramını ortaya atarak şöyle diyor: “İnsan, şuur ile Kadir-i Mutlak tarafından yaratılmış orijinal maddeden oluşmuş bir boyuttur. Orijinal madde bir defaya mahsus olarak yaratılmıştır, bildiğiniz maddi cevherlerden tamamen farklı bir özellik taşır. Orijinal madde, kendinden gayri hiçbir maddi cevherin hükmü ve tesir alanı içinde bulunmaz. O ancak şuurun etkisi altında boyutlar arasında her türlü etkilemeyi sağlayabilecek bir kombinezondur. Bu yüzden insan denen varlık çok yüksek bir yapılanmadır. Orijinal maddenin cevheri yapısı ve maddesinin özellikleri hakkında insanlığa sembolik ifadelerden başka bir şey faş edilmemiştir, bizden de daha fazlasını beklemeyiniz. İnsan, şuur ile orijinal maddenin ortaklığından oluşmuş bir cevherdir.” Esrarlı bir şeyden dem vuran bir eda var bu paragrafta, sanki üstat havsalamızın almayacağı bir konuyu enine boyuna açıklamak istemiyor gibi! “Ancak bu kadarı söylenebilir” ya da “bu konuda size sembolik ifadelerden başka bir şey faş edilmemiştir” türünden imalar, ruhun esrarengiz dünyasına daha fazla dalmayın der gibi! Bu açıklama tarzından, orijinal maddenin ruh olabileceğini, daha doğrusu üstadın bu terimle ruha atıfta bulunduğunu sanıyoruz. Nitekim bir başka yerde ruhtan şöyle söz ediyor: “Ruh adını verdiğiniz aşkın cevhere gelince, ruh, genel şuurun özüne en yakından bağlı orijinal maddeye eklenmiş şuurun özel adıdır.” Orijinal maddeye eklenmiş şuur tabiri, acaba şuur sahibi olmuş, bireysellik kazanmış ruh anlamına mı geliyor. Demek ki ruh, cevher kanalıyla genel şuurdan pay alabilen bir varlık!
Özet olarak, üstadın açıklamalarından bizim çıkardığımız sonuç şudur: Tanrı tarafından bir defaya mahsus yaratılan ve tüm evrenleri dağıtabilecek potansiyele sahip olan orijinal madde, yani insan ruhu yüksek potansiyelinden ötürü maddi dünyalara direkt inemez, bu yüzden bazı aracı unsurlara ihtiyaç duyar. İnsanın orijinal maddesinin (ruhunun) kullandığı ilk aracı öz’dür, yani insanın yüksek benliğidir. Öz de kendisiyle madde dünyası arasında aracılık yapması için cevheri, yani aurayı (perispiri) yaratır. Cevher, insan bedenini çepeçevre saran bir ışık alanıdır, özden ve şuurdan gelen yüksek tesirleri kabalaştırarak beyne aktarır, aynı zamanda insan bedeninin şuur ve şuur alanıyla bağlantısını sağlar. Şuur, gerek cevherdeki, gerekse özdeki enerjinin maddeye karşı tavırlanması olduğuna göre, orijinal maddeden gelen yüksek tesirler önce özden (yüksek benlikten) geçerek cevhere (auraya) gelir, oradan da bir tavırlanmayla şuura ve şuur alanına yansır, böylece insan ruhundan gelen tesirler bedene kadar ulaşmış olur. Bu süzülüş, ruhun yüksek potansiyeli göz önüne alındığında kaçınılmazdır, çünkü tüm evrenleri dağıtabilecek olağanüstü bir titreşim ancak kademe kademe alçaltılarak maddeye inebilir.